Cebimizde bir miktar para, İstanbul sokaklarında dolaşıyoruz. Biz, daha önceden planlanmayan küçük gezintilerden zevk alan bir çiftiz. Paramızı nasıl tüketiriz? Ya da paramızı tüketirken, “keşke buna para vermeseydim, gereksiz yere aldık bunu” gibi sözleri söylemeden nasıl rahat edebiliriz? Şimdi lüks sayılabilecek bir kafeteryada oturup iki kahve söyler, tabağın kenarında da acı çikolatalardan isteriz. Belki Çiçek Pasajı’na uğrayıp, zamanında yasaklanması gündeme gelmiş kokorecin yanında ayran alırız. Veya ne kadar ucuz bunlar diyerek, evimizde yer olmadığı halde, bulunsun niyetiyle süs eşyalarına yöneliriz. Belki Nevizade’de biraz alkol alarak yanında meze söyleriz… Ne yapalım, seviyoruz bunları… Para harcarken, elimizde arta kalanlar veya harcadıktan sonraki tokluk, bunlar mutlu etmiyor bizi.
Alışveriş yapmanın ya da karın doyurmanın hazzından farklı, hizmet sonrasında memnuniyet ifadesi… Biz bunun üzerine yoğunlaştık. Gittiğimiz yerlerde bizi gülümseten şey; yediklerimiz, içtiklerimiz, tatmin duygularımız ya da heveslerimiz değil, hizmet ve yüz ifadeleri. Bugün yaygın 444’lü numaraların ardında gizlenen gizli kişiliklerden gelen tatminkar seslerin sonrasında gönderdiğimiz teşekkür faksları, gittiğimiz restoranlarda “buyrun efendim” kelimelerinin altında eziklik duyulmadan sevgi dolu iş ahlakı, bizi tekrar gördüklerinde unutmayan ve “sizi tekrar görebilmenin mutluluğu” adı altında gülümseyen yüzler. Bizim aradığımız şey bu…
Sokak kenarlarında “bir dakika bakar mısın evladım” cümlesiyle başlayan “yol param yok, simit param yok, işim yok, çocuğum hasta” kelimeleri ilgimizi çekmiyor. Ya da ağzında emzik, üzerinde okul önlüğü, elinde bir kitapla beraber, önünde “hadi tartılsana, görmüyor musun ne haldeyim?” kelimelerini kullanmaya bile ihtiyaç duymadan, görsel ezilmeler altında yalvaran bu kişilerden bir türlü etkilenemiyoruz, hatta fazlasıyla yolumuza çıktığından alışıyoruz bu görüntülere…
İstiklal Caddesi’nde dolaşırken, Tünel yakınlarında elinde bir torba selpak, “4 tanesi bir milyon abi” diye konuşmaya çalışan, ama konuşması da, yürümesi de doğuştan sorunlu biri çekiyor bizi. “Al bu 1 milyonu, selpakları başkasına ver” diyoruz. “Olmaz abi, bir selpak al” demeye çalışıyor. 1 milyona bir selpak alıyoruz, daha mutlu oluyor. Tünel’e yaklaşıyoruz. Bir yaşlı kadın kaldırımda oturup, dizlerine koyduğu tezgahta ciklet satmaya çalışıyor. Arkadaşım 1 milyon uzatıyor, kadın parayı alıyor ama cikletlerden bir tanesini de vermeden göndermiyor. “Ya al cikleti, ya da verme parayı” diyor. Sultanahmet’te bir terazinin önünde duran ortalama 4-5 yaşlarında bir sürü çocuk, yoldan geleni geçeni seyrediyor. Tartılıyoruz bozuk terazide, gösterge yanlış olsa da, çocuklar büyük bir dikkatle kilolarımızın doğruluğunu ispatlamaya çalışıyor. Sonra onlara yine sihirli paradan, yani 1 milyon’larımızdan veriyoruz. Her birimiz için 1 milyon. Onların beklentileri bizim verdiklerimizden çok daha aşağıda. Önce ellerine tutuşturduğumuz paraya faltaşı gibi açılmış gözlerle bakıyorlar. Sonra susuyorlar belki verdiğimizi geri alırız diye. Biz yavaşça uzaklaşırken arada bir geri dönüp baktığımızda, birbirlerine sarılıp “kazandık” gibisinden bağırıyorlar. Biraz daha ilerliyoruz. Köşe başında oturan bir amca, yine terazinin ardında bekliyor. Tartılıyoruz. Sihirli parayı uzatıyoruz. “1 milyon”. Adamın gözleri gülüyor. Başlıyor bize eskilerden söz etmeye. Çocuklarının artık onu istemediğinden, memleket özleminden, mezara gönderdiği eşinden. “Yetti canıma, ben de tekrar evlenmek istiyorum, benim de arzularım var” diyor, savuruyor kalabalığa bir küfür. Bizi güldürüyor, bugüne kadar gördüğümüz en güzel stand up şovlardan birini seyretmiş oluyoruz. Medreselerin az ilerisinde bir çay bahçesindeyiz şimdi. Koşuşturan garsonlar, 500 binlik meyve çaylarını getiriyorlar. İki çay bir milyon, hizmet ve güleryüzle beraber, 2 milyon. “Yok yok, 1 milyon” diyerek geri veriyor parayı. “1 milyon güleryüz” diyoruz. Parayı alıyor ama, sanırım pek alışık değiller böyle bahşişlere… Yani, örnekler bizim için böyle çoğaltılabilecek kadar fazla.
Karşıyız, yemeğin içinde gelen garsoniye ücretine, müzik parasına, eğlence yerlerine girerken alınan giriş ücretlerine, “lazım bize bu para” yakınmalarına, ayaklarımıza yapışan “yakışıklı abim, güzel ablam” sözlerinin sonunda cebimizi kollayan çocukların az ilerde çimenlere yayılmış babalarına götüreceği şarap paralarına. Tekrar yakmak üzere bilmem kaçıncı kez söndürdüğü sigarasına yeniden ateş isteyen bu yeni taktikleriyle debelenen boyacıların “sen bana ateş verdin, ben de senin ayakkabını boyayacağım” sözlerindeki hilelere, kısaca duyguların harcanmasına karşıyız. Biz hizmet, sevgi, saygı ve yaşam adına, mutlulukla paketlenmiş dolu dolu 1 milyon’ların içindeki güleryüz’leri seviyoruz.
Emre Türker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder