Yıllar boyu içimizi olduğu kadar yüreğimizi de sarsan depremlere dayandı bu surlar. Tam 1600 yıllık bir geçmişe sahip, İstanbul’u çevreleyen ve Bizans İmparatoru II. Theodosius devrinde yapılan bu surların durumunu gördükçe, içim sızlıyor. Sahip olduğumuz ama bir türlü yerlerini keşfedemediğimiz tarihi zenginlikleri bile tam olarak koruyamadıktan sonra, kaçakçıların işlerini profesyonelce ortaya koyup; heykelcikleri, eşyaları, silahları, vb. gibi birçok tarihi eserleri, çeşitli yollardan yurtdışına çıkarılmasını acıyla izlemek, bizlere anormal gelmeyecek. Çünkü biz araştırma yapıp saklı kalanları su yüzüne çıkarmayı değil, her zaman elimizdekileri korumayı amaç edinmişiz. Yıllarca rakiplerinden korkarak defansa çekildiği için günümüze kadar gerçek bir başarı elde edememiş futbol takımımızda görüldüğü gibi, kaybediyoruz. Ama hiç değilse, futbol anlayışımız değişti, şimdi savaşarak oynuyoruz.
Dış güzelliğe önem verirken, iç güzelliğimizi kaybediyoruz. Artık “önemli olan senin ruhunun güzelliği, saygınlığı” gibi kavramlar kalmadı. Güzellik kavramı, bakım ve estetik anlayışa bağlandı. Öyle ki, “zorla güzellik olmaz” gibi bir atasözümüzü, “zorla güzellik estetik ameliyatla olur” gibi geyiklere bağlamışız. Kim söylemişse aslında güzel söylemiş, ruhumuzu kaybediyoruz. Çünkü yapılaşmayı, çevredeki hazır mekanları sökerek, yerlerine dışarıdan güzel görünen ama mimari anlamda hiçbir şey ifade etmeyen esercikler koyarak görüyoruz. Benim çocukluğumun geçtiği mekanlarda, o dönemin belediye başkanı, alt yapı çalışmalarına hız vererek, kasabayı daha kullanışlı bir hale getirmeye çalışmıştı. Belki yapılan haksızlıkları sindirememiş olduğundan diyelim, kalp krizine yenik düşerek toprağa geri döndü. Sonrasında gelenler, şehri boyadı, yolları aydınlatan sokak lambalarını anlamsızca alçıyla sıvadı, tarihten yoksun heykelcikler dikip kasabanın içine ederek kaçıp gitti. Ama ben hiç unutmadım evimizin yakınından geçen küçük dereceğin, alt yapı çalışmalarıyla yer altından temiz bir şekilde denize ulaştırılmasını…
Her gün işim gereği Haliç’ten geçiyorum. Yıllara meydan okuyan surları seyrederken, hüzün yağmurlarının tanecikleri düşüyor yüzüme. İstanbul’un surları yer yer yıkılıyor. Belki birçok inşaat sektörü, “yıkılsa da şuralar, bina yapıp para kazansak” diyor. Öyle de oluyor aslında, surlar gittikçe kayboluyor. Bakımsızlıktan çatlamış duvarlarda dikenler, otlar büyüyor. Bu dikenler, gönlümüze batan küçük parçacıklar… Surların çevresi, tam olarak önlem alınamadığı için sayıları gittikçe çoğalan tinerci çocuklarla dolu. Yakınlarında fırlatılmış pet şişeler, çöpler; duvara yazılan “buraya çöp döken eşektir” cümlelerine inat, etrafa dağılmış durumda. Her defasında yeniden restorasyon planları içine alınan surlar, bir şekilde tekrar gözden düşüyor. Bizlerin popüler düşüncelerimizde “out” olmuş bu surlar, UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmış önemli tarihi eserlerimizden biridir aslında…
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği dönemlerde, toplarla dövdüğü surları tekrar restore etmiş, mimar denince ilk aklımıza gelen ünlü Mimar Sinan’ı kullanarak, şehrin belli bölgelerinden güzümüze kadar ulaşan eserler bırakmıştır. Sonrasında gelen padişahlar, çeşitli restore çalışmalarında bulunmuş, fakat günümüzde ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar, o dönemlerde de savaşlarla birlikte boy gösterince, surlar bir köşeye atılmış. O dönemden beri bu surlar için, ne yapılacağına tam olarak karar verilememiş.
İstanbul’un surları, Haliç kıyılarından başlar, Yedikule Zindanları’na kadar uzanır. Surların kapılarına bir göz atalım:
Eğrikapı (Porta Regia): Kaşıkçı elmasının bu çevrede bulunduğu, Bizans imparatoru Konstantin’in son olarak görüldüğü, Eyüp yakınlarındaki kapıdır.
Edirnekapı (Harisius Kapısı): Eskiden Lykos Deresi’nin aktığı söylenen, Fatih’in karargahını kurduğu ve şehre buradan girdiği, bu dereden şimdiki adını alan göbek danslarıyla ünlü Sulukule’ye açılan yer. Ayrıca Mimar Sinan’ın eseri olan Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan için yapılan Mihrimah Camii, bu bölgede yer alır. Turistlerin akın ettiği Kariye Müzesi ve Tekfur Sarayı’nın ayakta kalmış bölümleri, yine buradadır.
Top Kapısı (Romanos Kapısı): Eski otobüs terminalinin bulunduğu yer. Şimdilerde, tramvay yolu yakınlarında kurulan bit pazarına ev sahipliği yapıyor. Bit pazarı deyip geçmeyin, ünlü İngiliz rock grubu Beatles’in hiç yayınlanmamış eserleri ve ses bantlarını, grubun hayranlarından birinin, Avustralya’da kurulan bit pazarından tesadüf eseri elde ettiğini televizyonlardan izlemişsinizdir. Aradığınız-aramadığınız, ufak-tefek birçok ayrıntı yine bu pazarda var. Ayrıca Mimar Sinan’ın eseri Arakiyeci İbrahim Ağa Camii ve Kara Ahmet Camii’ni, çevrede dolaşırken görebilirsiniz.
Mevlanakapı (Rhesium Kapısı): Surların dışında yer alan bir Mevlevi tekkesinden dolayı adını alan bu kapı, Hıristiyanlığı kabul etmemiş bir Rus topluluğunun bu bölgeye yerleşmesinden dolayı, Bizans Dönemi’nde Rus Kapısı olarak bilinen yer.
Silivrikapı (Pege Kapısı): Fatih’in askerlerinden Elekli Dede’nin yatırının(anıtmezarı) bulunduğu yer. Evliya Çelebi’ye göre, daima elek yiyip çingenelerin peşinde gezen, Eremya Çelebi’ye göre de hiç konuşmayan biriymiş bu Elekli Dede. Kapının yakınlarında yine Mimar Sinan’ın eseri olan İbrahim Paşa Camii bulunmaktadır. Bir de bu civarda Balıklı Ayazma ya da Zoodolos Piyi Kilisesi olarak isim verilmiş bir yer vardır. Burada karşımıza iki efsane çıkıyor. 1. efsaneye göre I. Loen, geçlik döneminde yoksul ve işsizmiş. Sıcak bir yaz gününde, kör bir ihtiyara rastlamış. İhtiyar ona “Beni gölge bir yere götür ve bir bardak su ver” demiş. Loen etrafa bakmış ama hiç su kaynağı görememiş. O anda gökten bir ses, su kaynağının yerini tarif etmiş ve kör adamın gözlerini orada yıkadığı takdirde gözlerinin göreceğini, kendisinin de imparator olacağını söylemiş. Yaşlı adamın gözleri, yüzünü yıkar yıkamaz açılmış ve Loen bu olaydan hemen sonra orduya yazılmış. Orduda hızla yükselip Konstantinopolis partiliğinden taç giymiş. “Yaşam bağışlayan kaynak” anlamına gelen Zoodohos Piyi Kilisesi, minnet borcu olarak I. Leon tarafından bu mucizevi kaynak üzerine inşa ettirilmiş. İkinci efsane ise Kanuni döneminden. Adamın biri ayazma yakınlarında balık kızartırken, yoldan geçen biri “Türkler şehri ele geçiriyor, sen burada balık kızartıyorsun” demiş. Bunun üzerine adam “Şu tavada kızaran balıkların canlanıp sıçrayacağına ne kadar inanırsam, bu habere de o kadar inanırım.” demiş. Sözü söyler söylemez, balıklar canlanıp tavadan sıçramış. Bu mucizevi balıklar, o günden bu güne hep ayazmada sıçrarlarmış.
Belgradkapı (Ksilokerkos Kapısı): Bu kapı zamanında askerlerin, surlara çıkmak için kullandığı kapıymış. Osmanlı Dönemi’nde Kanuni Sultan Süleyman, Belgrad’ı fethinden sonra buraya, yanında getirdiği esnafı yerleştirmiş ve kapı da ismini bu olaydan almış.
Yedikule Kapısı (Porta Aurea): II. Theodosius döneminde bu kapı, şehre giriş çıkış olarak kullanılan kapıymış. 1261’de Mihail Paleologos şehri Latin Haçlılarından geri alınca, atı üzerinde şehre buradan girmiş ve buraya yeni kuleler eklemiş. Osmanlı Dönemi’nde siyasi tutukluların kapatıldığı yer olan Yedikule Zindanları’ndaki en karanlık dönem, 17. yüzyılda Genç Osman’ın Yeniçeri Ocağı reformundan sonra ayaklanan yeniçerilerin, II. Osman’ı kapatıp öldürdükleri dönemdir. Genç Osman’ın kapatıldığı küçük hücreyi, kulenin bu zamana kadar gelmiş halinde görmek mümkündür. Ünlü Malkoçoğlu ve Kara Murat filmlerinin çekildiği yer olan bu kuleler için söylentileri, Yeni Türkü’nün şarkılarında geçen ünlü sözde bulmak mümkündür. “Yedi düvel zindanından beterdir Yedi Kule”. Bugünlerde ise konserlerin düzenlendiği en göze mekan olarak karşımıza çıkıyor.
Emre Türker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder