03 Aralık 2008

İğneyi Kendine, Çuvaldızı Başkasına

Kapıdan çıkarken, arkalarından koşamadım. Çaresizlik, beni hiç bu kadar rahatsız etmemişti. İki kardeştiler. Birisi kız, birisi erkek… Benim çocukluk günlerimi hatırlatan ufak bir manzaraydı küçük bedenleri. Ellerinde kırık bir tabak, boğazlarında yutkunma bozukluğu, gözlerinden yanaklarına süzülmeye hazır yaşlar. Ne düşünüyorlardı? Neyi umut etmişlerdi? Karşılarına çıkan sürpriz neydi?

Kimler yanlış yapmadı ki bu dünyada. Herkes bir şekilde ve bir yerlerde unutamadığı hatalar yapmıştır ama; sadece vicdan sahibi olanlar, bu yaptıklarını hiçbir zaman akıllarından çıkaramamışlardır.

Çevremizde, pazarlama adına yeni fikirler üretilmeye başlandı. Mesela MC Donald’s lara rakip, Simit Dünyaları boy göstermeye başladı her yerde. Aslında biz onlara bugüne kadar tek rakip, Burger King’ler olabileceğini zannederdik. Öyle ki; sağlıksız olmaları, geleneklerimize uygun hareket etmemeleri ve ücretlerinin yüksekliği, bizi hiçbir şekilde olumsuz etkilemedi. Amerika, Irak üzerinde baskı kurarken, “Amerikan ve Avrupa Markalarına Hayır” kampanyasındaki mailleri sürekli adres adres dolandırırken, açıklamalarda hep “lütfen herkese gönderin” kelimelerini değil, lütfen forward’layın” cümlelerini yazıp, aslında yabancı hayranlığına devam ettik. Cafe kelimesini Türkçe’de göründüğü gibi okuyanlara “Allah’ın kırosu” sözünü her fırsatta uygun gördük. Ondan sonra da “Amerikan Mallarına Hayır” diye ballandıra ballandıra etrafta bağırıp çağırmaya başladık. Amerikan patentli lokanta ve kafeleri çevremizde görmeye o kadar alıştık ki, Türkçe isimli herhangi bir yeri gördüğümüz zaman “dandik mal” lakabını içimizde yer etti. Hamburger Menülerindeki patatesleri çatalla yemek isteyenlere tuhaf bakışlar attık. Çünkü bizim gördüğümüz, patatesleri parmaklarla tutup yemenin daha uygun olduğuydu. Ayrıca yağlanan ellerimizi yıkamak yerine, ıslak veya kolonyalı mendillerle silmek, daha popüler oluyordu.

Yeni pazarlama fikirlerinden bahsediyorduk. Bunlardan biri de “Her Şey Bir Milyon” market zincirleri. İçeriye giriyorsunuz, bardak, kültablası, kürdan vb. içerideki her şey 1 milyon. Cazip bir fikir, ucuz gördüğümüz her şeye atılmak bizim en büyük zaafımız zaten. İndirim yapıldığı zaman, bir yerine iki alırız. İhtiyaçtan değil, ucuz olduğundan. Bir de bakmışsınız ki, zaten size gerekli olanların yerine bir sürü ıvır zıvır doldurmuşsunuz çantanıza ve gerekli gördüğünüz şeyin fiyatını çoktan cebinizden çıkarmış, üstüne üstelik evinize de bir sürü gereksiz şey götürüyorsunuz…

Bir gün biraz meraktan, biraz “hayırlı olsun” dan, bu “Her Şey Bir Milyon” marketlerinden birine konuk oluyorum. Arkadaşlarımdan biri, bir ortak bulmuş kendine ve açmış marketini. Aylardan Mayıs ayı ve Anneler Günü yaklaşıyor o zaman. İçeriye iki çocuk dolaşmak için değil, alışveriş için giriyor. Biri kız, biri erkek; kızın abla olduğu belli. Onları izliyorum, ablamla beraber anneme hediye almak istediğimiz zamanlar geliyor aklıma. Çocuklara gülümseyip erkek olanın yanaklarından sıkıyorum. Yanımdan uzaklaşırlarken erkek çocuk, bir ablasına bir bana bakıp gülümsüyor. O sırada cam ve seramik parçalarının bulunduğu tezgaha yöneliyorlar. Kız sürekli “bak, bu güzel, yok bu güzel, annem bunu sever, şunu mu alsak, bunu mu alsak” diye düşünüp duruyor. Ne yapsın zavallılar; giyimlerinden ve ayakkabılarından, ailelerinin maddi durumu görülüyor, sormaya gerek bile yok. Ceplerindeki ufak bir harçlıkla, uygun hediyeyi seçmek niyetindeler. Zaten annelerine sabah bir öpücük kondursalar bile, ona en güzel hediyeyi vermiş olacaklar ama, çocuklar bir de elle tutulur bir hediye vermek istemişler. Ama talihsizlik işte, küçük çocuk dalgın dalgın etrafına bakınırken, kolu seramik tabaklardan birine takılıyor ve tabak yere düşüp kırılıyor. Ben gülümsüyorum. Çünkü benim arkadaşım, hemen onun yanına gidecek ve “önemli değil çocuklar, annenize ne almak istiyorsanız alın, bunu da büyüyünce ödersiniz” diyerek onları teselli edecek diye düşünüyorum. Fakat ortağı koşarak çocuğun yanına gidiyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyor. “Hayvan herif, yaptığını gördün mü? Seramik senin neyine” diye bir anda çocuğu haşlıyor. Kızın elindeki bir milyonu alıp, kırık parçaları eline tutuşturuyor ve “al bunu annene veririsin” diyerek marketten kovuyor. Şok olmuş durumdayım. Arkadaşım, ortağına destek veriyor. O anda elimi cebime atıyorum. İçimde kanayan yaraya pansuman amaçlı, para arıyorum cebimde. Talihsizlik! Banka kartıma güvenip çıkmışım dışarıya ve oraya uğradıktan sonra para çekerim düşüncesindeydim. Tedbirsiz yakalandım. Elimden hiçbir şey gelmedi. Çocuklar, sanki “bize yardım et” dercesine son kez bana doğru bakındılar. Hiç bu kadar çaresiz olduğumu hatırlamıyorum. Çocuklardan utandım ve yüzlerine bakamadım. Kapıdan çıkarlarken, arkalarından koşamadım. Yüreğim yandı.

“Hayırdır, ne oldu sana?” diye soranlara, 10 dakika öncesinde yaşananları anlatamadım. Gözümden süzüldü yaşlar... Gidenler iki kardeştiler, biri kız, biri erkek… Benim çocukluk günlerimi hatırlatan ufak bir manzaraydı küçük bedenleri.

Arkadaşım ben gitmeden önce hararetli bir konuşmaya girişmişti ortağıyla.

Marketin ortağı, “Amerikan Mallarını protesto ediyorum. Sağlıksız şeyler satıyorlar. Ayrıca çok da pahalı. Bizim milletimiz, paramız yok diyor ama, gidip nelere para harcıyor. Parası olmayanı düşünen yok. Fakirin halinden kimse anlamıyor” diye söyleniyor.
“Haklısın” diyorum. “Yüreğimize sıkışmış Bir Milyonu harcarken, diğerlerini göremiyoruz.”

Gülüyor, ama neye gülüyor? Onu ne kendisi, ne de ben anlayabiliyorum. Sözlerim anlayana… Anlamayana zaten davul zurna az. Kalbim kırık, çocuklar yaralı. Pansuman yapacak doktor ise, malesef hazırlıksız…

Emre Türker

picture: deviantart

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder