04 Aralık 2008

Yaşanan Toplumda Birey Olmak

Bazen insan olduğumuzu, hepimizin birtakım kusurları olabileceğini, sevmeyi, hoşgörüyü, kısacası bu toplumda yaşadığımızı unutuyoruz. Çevremizde bize söylenen birçok söz, bir kulağımızdan girip öbür kulağımızdan çıkıyor. Yaşamadan ya da görmeden, çevrede olup bitenlerin bize etkisi olmadan, çevreyle çok da ilgili değilizdir. Öyle anlar gelir ki, bir kurşun gibi sıktığımız eleştirilerimiz, kaza kurşunu olarak geri tepip, bizi tam da kalbimizden yaralar.

Neden özel hastanelerde bizi neredeyse çiçeklerle karşıladıkları halde, devlet hastanelerine gittiğimiz vakit, “nerden geldin? senle mi uğraşacağım?” gibi aşağılanmaya varan ilgisizliklerle karşı karşıya kalırız? Aslında, cevabını çok iyi biliyoruz. Özele gittiğimiz vakit, ücreti karşımızdakine dolaysız olarak direk veririz. Devlet hastanesine gittiğimizde ise, parayı dolaylı olarak vergi, sigorta ya da bağış şeklinde ödediğimiz de olur. Sonuçta iki tarafa da tedavi için gerekli olan ücreti ödemesine öderiz de, durumumuza göre hastane seçeriz. Biz nasıl seçim yapıyorsak, görevliler de insanları kariyer, konum ve kişiliğine göre seçebiliyorlar. Eşitlik olmayınca da, tavırlar değebiliyor. Sonuçta insanlıktan çıkıp yavaş yavaş makineleşmeye, duyguları kalbimizden söküp atmaya başlıyoruz. Ta ki, yadırgadığımız, pek de ilgi göstermediğimiz o zor durumlara, kendimiz düşünceye kadar!

Geçenlerde devlet hastanelerinden birine işimiz düştü. Sağlık raporu almamız gerekiyordu. Gereken evrakların neler olduğunu öğrenmemiz yarım saat sürdü. Çünkü danışabileceğiniz birisi yoktu. Sıraya girip sizden önce gelmiş olanlar, danışman olarak görev yapıyordu. Yani hem hasta olarak, hem de danışman olarak orada bulunmuş oluyorsunuz. Sıra ilerledikçe, danışmanlık görevini siz devralıyorsunuz. Üstelik ücretli, sigortalı gibi işlemler de farklı olduğu için, çoğu kez eksik olan belgeniz olduğunu, uzun bir bekleme sırasında öğrenip, bu eksiklerinizi tamamlıyor ve tekrar sıraya giriyorsunuz.

Vicdanımı sızlatan iki olayla karşılaştım:

Birincisi, sıra aldıktan sonra vezne kuyruğuna girdiğimiz zaman yaşandı. Yaşlı bir kadın, tren vagonları şeklinde uzanmış kuyruğun başlarına geçip yer istiyor, herkes kadına bağırıyordu. “Teyze, hepimiz gibi sen de kuyruğa girsene!” Kadın yanıma yanaştı ve “şuraya girivereyim oğlum” dedi. Rahmetli anneannemi çok severdim. Bu nedenle hiçbir yaşlı kadını kıramam. Çevreden tepki almaktan korktuğum için sessiz kalmayı tercih ettim ama, kadının girebileceği tek kişilik bir yeri de bir şekilde açtım. Sıra yaşlı kadına geldi. Ödeyeceği tutar az bir miktardı. Görevliye kağıtlarını verdi. “Dün gelmiştim oğlum, ama param yetmediği için geri dönmek zorunda kalmıştım. Bugün tekrar geldim, buyur evladım para burada.” Yaşlı kadın bir gün öncesinde bu sıraya girmiş, ama kimse ona ne gerektiğini söylemediği için sonuna ulaştığı kuyrukta işini bitiremeden geri dönmüştü. Yanında ona elinden tutup gideceği yer konusunda yardım edecek kimsesi yoktu. Yaşlı teyze o gün parayı ödeyip, Allah bilir hangi tedavi kuyruğunda beklemek üzere bilinmez, oradan ayrıldı.

İkincisi, tahlillerin yapıldığı laboratuardaydı. İdrar tahlili için ellerindeki plastik bardaklarda peçetelere sarıp (peçeteyi hastane vermiyor) getirdikleri idrar örneklerini, laborantlara teslim etmek üzere oluşan kuyrukta bekliyoruz. Bir adam kalabalığı yarıp elindeki idrar örneğini içeriye uzatıyor. Arkadakiler sızlanmaya başlıyor. Adamcağız, içeriye aralıksız sesleniyor. “Kim bakıyor buraya? Ablacım bir yardımcı olur musunuz? Alır mısınız bunu? Abla bir bakar mısınız? Ne zaman sıra gelir bize?”. İçerideki görevli sinirlenip avazı çıktığı kadar bağırıyor, “Bir dakika dur be kardeşim, görmüyor musun elimde başka bir örnek var!”. Adam ses tonunu değiştirmeden devam ediyor, “Görsem sürekli seslenir miyim be abla, ben körüm, biraz anlayışlı olsanız, ben sizden anlayış beklerim, başka bişey değil”. Elindeki bardağı oraya bırakıp sıradan çıkıyor. Laborantın sesi bir anda kesiliyor. Tek kelime edemiyor. Yanına bir genç çocuk geliyor (belli ki yakını), boş bir yer bulup oturması için yardım ediyor.

Bu iki olayın yanında, sıra almak için bir gün önceden gelip orada sabahlayanları da görüyoruz. Artık uykusuzluktan kime çatacaklarını şaşırmış durumda olan diğerleri…

Bir körün ne durumda olduğunu, gözümüzü kapadığımız zaman bile anlayamayız, ancak anlamaya çalışırız. Bir yaşlı kadının gençlere bakışında neler hissettiğini, hangi ağrıları çektiğini tam olarak anlamamız pek de olası değil. Rahmetli anneannem, hayata gözlerini bir devlet hastanesinde yummuştu. Şeker hastalığı ve kemik erimesi nedeniyle, kalça kırığını ancak büyük bir hastane tedavi edebiliyordu ve görevli, nöbette onu uyandırdığımız için sinirlenmiş, bizlere çok kötü davranmıştı. Biraz sinirlenecek olmuştum ki sevgili babam, “belki işleri daha çıkmaza sokarsın oğlum, sukût altındır” diyerek susmamı istemişti. Ne çok kez birilerine hiddetleniyor, ister istemez hatalar yapıyoruz. Kalbi olan hiçbir insanın, özellikle de duygusal Türk insanın, çok da duyarsız olduğuna inanmıyorum. Bizler istemeyerek birbirimizi kırıyoruz. Karşımızdakinin ne durumda olabileceğini hiç düşünmüyoruz.

Para, bu dünyada aklımıza gelecek birçok işimizi görebilecek bir araç. Para ile artık duyguları bile satın alabilecek duruma gelmişiz. Teknoloji ile birlikte, bizler de para ve konum uğruna, başkalarını göremiyoruz. Oysa, bizi hayatta tutan yaşama sevincinin temel gıdası; sevgi, hoşgörü ve anlayıştır. Bir gün bu hayattan göçüp gideceğiz. Elimizde kalanlar, kazandıklarımız ve manevi olarak bıraktıklarımız, başkalarının ve yakınlarımızın eline geçecek. Bize de küçük bir toprak parçasında yatacağımız tek kişilik bir arazi ayarlanacak. Yani, asıl önemli olanlar, bizim toprağa sığdıramadıklarımız değil, manevi olarak bıraktıklarımız olacak. Cebinde beş kuruşu olmayan, ama hep hayata gülümseyerek bakan, karşındakini düşünen kişiler teşekkürlerle anılacak, para için, kariyer için, bencillik için kıvrananlara ise hep lanet edilecek.

Ayrıca, “dünya o kadar da büyük değil.” derler. Yani, herhangi bir yerde iyi ya da kötü şekilde karşılaştığımız birileriyle, bir gün, bir yerlerde tekrar bir araya gelebiliriz. Yaptığımızın karşılığı, bir yerlerde sıkışmış, bizi bekliyor. Bizim huzurlu yüzümüz, diğerlerini de huzurlu hale getirecek, bizim huzursuzluğumuz ise, başkalarını da huzursuz edecek. Zaten “iyilik yap, denize at.” Çünkü yaptığınız iyilik çok fazla görülmez ama, bir hata ya da düşmanlık, kolay kolay unutulmaz. Bunun sebebi de, nankörlük virüsünden gelmektedir. Ama unutulmaması gereken bir şey var; iyilik yaptığınız sular, bir gün dalgalanır ve onu bıraktığınız kumlara geri vurur. Hiç beklemediğiz anda, yaşantınızda kurumaya yüz tutmuş güller, muhtaç olduğu suya kavuşup tekrar açar.

Hiçbir insan, dört dörtlük bir kavramla değerlendirilemez. Çünkü insan olarak mutlaka ister istemez kusurlar işleriz. Önemli olan, kusurlarımızı kapatmak değil, onları telafi etmeye çalışmak, ters gördüğümüz yerleri değiştirmektir. Kusurları kapatmak, ancak hatalı gördüğümüz kişileri rahatsız etmeyecek şekilde uyararak, yardım ederek, hoşgörülü davranarak ve severek olabilir.

Birisi bizi uyarıyorsa, ne şekilde olursa olsun, onun açısından hatalı görüldüğü için uyarıyordur. Sinirlenmek yersizdir. Hatalardan ders almalıyız ki, biz de doğru yolu bulalım. Yaşadığımız ortamda bir şeyler ters gidiyorsa, bunun sebebi genelde bireysel olarak geçinip, toplumu hiçe saydığımız içindir. Erner Erchenbach’ın bir sözünü hatırlatmak isterim. “Herkes ötekisine yardım etseydi, herkesin işi yapılmış olurdu.”

Emre Türker

picture: deviantart

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder