04 Aralık 2008

Mevlana Celaleddin Rumi

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Bu sözlerle biliriz Mevlana’yı. İnsanları; konumuna, dinine, diline, ırkına göre sınıflandırmaksızın eşit olarak seven, doğru yola sürükleyen bir filozof, bir din alimidir Mevlana. Dünyanın dört bir tarafından her yıl yüzlerce kişi dergahını ziyarete gelir, semazenlerin sema törenlerindeki mûsikî eşliğinde dönüşlerini izlerler. Kimdir bu semazenler? Neden özel Mevlevî kıyafetleri içinde dönüp durular?

Mevlana eski Türk merkezlerinden biri olan Afganistan’ın Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed Celâleddin’dir. Mevlana ismi efendimiz manasına gelir. Rumi, Anadolu demektir. Mevlana’nın, Rumi diye tanınması, uzun dönem Anadolu topraklarında oturup türbesinin Konya’da bulunmasından kaynaklanmaktadır.

Babası Bahâeddin Veled, Moğol istilasından sonra 1212 yıllarında ailesi ve yakın dostları ile Belh şehrinden ayrılıp, Hac ziyareti için Nişabur’a geçmiş, oradan bir kervan ile Bağdat’a ve Bağdat’tan da Mekke’ye ulaşmıştır. Mevlânâ, Hac ziyareti sırasında 6-7 yaşlarındaydı. Şam’da bir müddet kaldıktan sonra, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde yolunu takip ederek Konya’ya varmıştı. Evlilik çağına gelen Mevlana, babası Bahâeddin Veled tarafından 1225 yılında Semerkand’lı Hoca Şerâfeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlendirildi.

Babasının ölümü ardından, Seyyid Burhâneddin’in himayesi altına alındı. Dokuz yıl kadar onun ilminden faydalandıktan sonra, kendisinden izin alıp yüksek ilimlerde derinleşmek adına Halep ve Şam’a gitti. Yedi yıllık seyahatinin ardından Konya’ya dönen Mevlana, babası ve dedeleri gibi ders okutup vaazlarda görev aldı. Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şemseddin Tebrîzî ile karşılaştı ve onunla ilahi aşk yolunda günlerce sohbet etti. Onların bu ikili konuşmalarını çekemeyen yakın çevreleri, haklarında ileri geri konuşunca, Şemseddin Tebrîzî Konya’dan ayrılıp Şam’a gitti. Bu nedenle derin üzüntülerle yıkılan Mevlana’nın sıkıntılarını gören çevresi, yaptıklarından pişman olup Şemseddin Tebrîzî’nin geri dönmesini sağladılar. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi ve Şems aniden öldü. Mevlana şiirlerinden birinde “Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nûruz.” sözleriyle bu ayrılığı dile getirmektedir. Mevlâna Şems'in ölümünün ardından uzun yıllar tek başına yaşamaya başladı. Daha sonradan Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'den oluşan boşluğu doldurmaya çalıştı.

Ölümü, sevgiliye kavuşmak olarak tanımlayan Mevlana, “Kardeş, mezârıma defsiz gelme; çünkü Allah meclîsinde gamlı durmak yaraşmaz. Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile ben yine o aşkım” “Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma... Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;” “Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma. Mezar, cennet topluluğunun perdesidir” sözlerini şiirlerinde dile getirip, 17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etti. Vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadreddin Konevi kıldıracaktı ama onun ölümüne dayanamayıp bayılan Sadreddin Konevi yerine, cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırıldı. Hayatını “hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana’nın sevenleri tarafından anılması, bugün bile Sema Törenlerinde önceki yıllardaki kadar derin ve anlamlı bir şekilde devam etmektedir.

Atatürk bir Konya ziyaretinde, “ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz. Mevlânâ düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi...” sözleriyle Mevlânâ’dan söz etmiştir. Hatta Cumhuriyet ilanından sonra tekke ve türbeler birer birer kapatılırken, o dönemde başbakan olan İsmet İnönü’ye, Mevlânâ türbesinin kapatılmaması ve oranın müze haline getirilip ziyarete açılması emrini vermiştir.

Mevlana’nın en büyük eseri, ölçüsü Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün olarak bilinen 25000 beyitten oluşan Mesnevi’dir. Mesnevi, klasik doğu edebiyatında bir şiir tarzının adıdır. Mevlana mesnevisinde düşünce ve fikirlerini, birbirine eklentili hikayeler şeklinde ortaya koymuştur. Bunun yanında diğer eserleri; Büyük Defter manasına gelen “Divan-ı Kebir”, Selçuklu Hükümdarları ve ileri gelenlerine nasihat olarak 147 mektuptan oluşan “Muktubat”, oğlu Sultan Veled tarafından toplanan ve “Onun içindeki içindedir” manasına gelen “fi hi ma hif” ve son olarak akıl, ilim, inanç, doğru yol, suçtan kurtuluş, tövbe gibi konuları içeren Yedi Meclis anlamındaki Mecâlis-i Seb'a olmuştur.

Ölümünün ardından büyük acılar yaşayan sevenleri, başta oğlu ve Çelebi Hüsâmeddin’in önderliğinde, sevgi, iyilik, doğruluk, hoşgörülük ve güzel ahlâk konularını ele almak, fikirlerini ve düşüncelerini yaşatmak adına, Mevlevîlik tarikatının temelini attılar. Kısa bir zamanda Mevlevîlik büyük çapta çevreye yayılmaya başladı. Mevlevîlik tarikatına girmek için, çile denilen bir eğitimden geçilmesi gerekiyordu. Mevlevî olmak isteyen kişi, ailesinin rızası alındıktan sonra, eğitim bölümündeki kapının dibinde üç gün boyunca, mecbur kalmadıkça konuşmadan ve dizlerinin üstünde oturmuş vaziyette, başı öne eğik yapılan işleri seyrederek oturur, üç gün sonunda kararını bozmadığını söylerse, 18 gün boyunca getir-götür işlerine bakardı. 18 gün sonunda ise özel Mevlevî kıyafeti giydirilir ve çile başlamış olurdu. Çile sırasında yine çeşitli işlerde görev için hizmet eden ve sema meşk eden kişiler mesnevî okur, ney ve bir çeşit davul olan Kudüm çalar, güzel sanatlarla ilgilenirdi. Çilesini dolduran kişiler ise, söz sahibi dedelerin gözetimine girerlerdi.

Mevlana denince akıllara Sema törenleri gelir. Dünyanın meydana gelişi, insanın ortaya çıkışı, yaratana bağlılık ve ibadet gibi temel öğeleri içeren Sema’da, kişiler mûsikî dinleyerek kendinden geçip dönmektedirler. Sema töreni, Hazreti Muhammed’i öven Mevlana’nın bir şiiri olan Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Daha sonra şeyh efendi ve semâzenler, üç kez olmak üzere sema meydanında sağdan sola doğru yürüyüşe başlarlar. Bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir. Giriş kapısı ile karşısındaki kırmızı post arasında “Hatt-ı istivâ” adında bir çizgi olduğu var sayılır ve kutsal sayılan bu çizginin üzerine basılmaz. Dönerek çizgiye basmadan karşıya geçen semazen, hemen arkasından gelen diğer semazen ile karşı karşıya gelince, eğilerek onu selamlar. Bu işleme “Mukabele” denir. Devr-i Veledî’in bitimi ardından neyzenbaşı kısa bir taksim geçer ve semazenler şeyh efendiden yetki alıp Sema’ya başlar. Dört bölümden oluşan Sema’nın ilki, insanın kulluğunu algılaması, ikincisi Allah’ın büyüklüğünü kabul etmek, üçüncüsü hayranlığın aşka dönüşmesi ve dördüncüsü de yaradılışta başlayan ve devam edecek olan Allah’a kulluk etmeye dönüş olarak tanımlanır. Dördüncü selam sonunda şeyh efendi kollarını açmadan Sema’ya girer. Şeyh meydana dönerek girer ve yine dönerek postuna döner. Buna “Post Semâ’sı” denir. Şeyhin posttaki yerini alması ile son taksim sona erer ve Kuran’dan bir bölüm okunur. Son selamlaşmadan sonra semazenler, şeyhi ve şeyh postunu selamlayıp alandan ayrılırlar.

Selçuklu Sarayında Gül Bahçesi olarak kullanılan, zamanında Sultan Alaeddin Keykubad tarafından babası Bahâeddin Veled’e armağan edilen Mevlâna Dergâhı'nın yeri, günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. Bahâeddin Veled’in sevenleri, 12 Ocak 1231 tarihinde onun ölümü ardından mezarını türbe haline getirmek istemişlerdi. Mevlana bu fikre "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur" sözleriyle karşı çıkmıştı. Fakat kendisinin ölümünden sonra oğlunun izniyle, Mimar Tebrizli Bedrettin tarafından Mevlana’nın mezarı türbe olarak yaptırılmış ve yeniden yapılandırmalar 19. yy’a kadar sürmüştür.

Mevlana’nın düşüncesi, “ilâhi aşk” ile özetlenebilir. Yani Mevlana’nın tasavvufunda varlığın, yaratılışın, hayatın manası aşktır. Zaten kendisi de “Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada varım, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.” diyerek ne kadar barışçıl ve sevgi dolu olduğunu dile getirmiştir.

İnsanoğlu, karşısındakini etkilemek adına, sahip olduğu ve inandığı düşünce tarzını kimi zaman bir kenara bırakıp, yapmacık tavırlarla hareket etmektedir. Bu şekilde gerçek mutluluk kesinlikle yakalanamaz. İnsanın özü ve fikri, düşünceleri ve görünüşüyle bir olmalıdır. Farklı görünmeye çalışan kişiler, yapısı tam olarak olgunlaşmamış varlıklardır. Mevlana ne demiş, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...”

Emre Türker

picture: deviantart

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder