Hayatın içinde, nefretimi sunabileceğim o kadar çok şey var ki, bazen aralarında sakinleşmemi sağlayacak ilaç gibi düşünceleri bulmakta zorlanıyorum. Benim nefretlerim öfkeyle başlar, doyuramadığı zaman düşmanlığa kadar gidebilir. Üç kavram arasında kaldığım zamanlar, mantığımın nerelerde olduğunu araştırmaya başlarım.
Hangimiz içinde nefret yoktur ki? İhanetler, kabul görülmeyen aşklar, sahip olamadığımız varlıklar, işimizdeki kabullenemediğimiz yerimiz ya da bunun gibi verilebilecek birçok örnek; nefretin nedenlerini aradığımızda, her kafadan ayrı bir ses çıkabilir.
Öfkenin vücut metabolizmasında nasıl ortaya çıktığını araştırmıştım. Vücudumuz; sıkıntılarımızı, aşklarımızı, hayata bakış açımızı etkileyen birçok nedeni düşünmeye başladığı andan itibaren, böbreküstü bezlerinden adrenalin salgılanmaya başlıyormuş. Bu hormon, kan basıncını artırıp hızlanmasına neden oluyormuş. Tabi bunların sonucu olarak bedenimizde engel olamadığımız sinirimizden dolayı dışarıdan görülen bağırmalarımız, kimi zaman kavgalarımız, kimi zaman yüz kızarıklıklarımız ortaya çıkıyormuş. İşte böyle. Ama düşünüyorum da, geçici olabilecek bu duruma karşı, neden bir şeyler yapmıyoruz? Neden öfkemizi kusmak zorunda kalıyoruz? Aile büyüklerim bana, geçici nefret duygularımı içimde saklamak yerine, onları dışarı atabileceğim zararsız şeyler bulma konusunda zaman zaman öğütler verirlerdi. Yoksa, kendime zarar verebileceğimden bahsedip uyarılarını hiç eksik etmezlerdi.
Ben öfkeyi ne zaman içimde hissetsem, onun yavaş yavaş sindirmeye başlarım. Hani karnımız çok acıktığı zamanlarda, yemeği hızla yemeye başlarız ya, maksat midemizin arzuladığı o boşluğu doldurmak için bir an önce elimizden geleni yapmaktır. Ama sonuçta ne oluyor? Hızlı yediğimiz için midemiz ağrıyor, belki bulanıyor ve böbreklerimizde ağrı hissediyoruz. Yani kısacası, kaş yapalım derken göz çıkarıyoruz. Belki öfkemizi bir anda bastırmak için, ani kızgınlıklarımızı kavgacı eylemlere dönüştürmeseydik, kırıcı sözler tüketmeseydik, yani biraz durup birkaç dakika düşündükten sonra karar verseydik, öfkemizi ne şekilde sindirebileceğimize karar verebilirdik.
Çocukları düşünüyorum. Herhangi bir zamanda meydana gelen aile toplantılarından birinde, küçük çocuklardan biri bilinçsiz hareketlerle başıboş ortalarda sallanırken, kafasını bizim evin duvarına vurmuştu. Çocuk ya, hemen ağlamaya başladı. Bununla ilgili iki sonuç örneğiyle karşılaşmıştım. Birincisinde, anne gelip çocuğunu sarıldı ve ona önce “ne oldu sana yavrum?” dedi. Çocuk önce duvarı gösterdi, hemen arkasından başını tutup ağlamaya başladı. Annesi, tepki göstermesi imkansız olan duvara iki tokat attı ve “al bakalım sana, nasıl sen çocuğuma zarar verirsin?” dedi. Sonra çocuğunun acıyan başını ovup öptükten sonra, şefkat gösterisinde bulundu. Çocuk, korunma içgüdüsüyle susmuştu. İkinci örnekte ise, çocuk başını yine duvara vurdu. Annesi gelip “NE OLDU?” diye, hayatı tam olarak kavrayamayan savunmasız bu şeker yaratığa bağırmaya başladı. Sonra çocuk duvarı gösterdi, ama korkuyordu. Korktuğu başına geldi. Annesi, çocuğun başını duvara çarpması yetmemiş gibi, iki tane de –belki oğluydu, belki kızı- suratına okkalı tokat yapıştırdı. Tabi çocuk ağlamaya devam etti. Annesinin tepkisi sürüyordu, “AĞLAMA, AĞLAMA DEDİM SANA, YOKSA BEŞ KARDEŞİ GÖRÜYOR MUSUN!!!” (avucunu açmış, tokat hazırlığında olduğunu gösteriyordu) tehditler savurmaya başladı. Masum çocuk, sanki korunmasız olduğunu anlamıştı. Ama sadece acısını ortaya çıkarmayı kesmişti, içten ağlaması ve dudak bükmesi, uzun süre geçmedi. Bu anlattıklarım, beni etkileyen iki olaydan sadece bir tanesidir. Ne demek istediğimi anladınız mı? Yıllar sonra tekrar bunları hatırıma getirip olan-bitenleri düşününce, danışmanlarının ya da psikologların, ailelere anlatabileceği veya tavsiye edebileceği, çocuklara nasıl yaklaşılması konusundaki önerilerin önemini daha iyi kavramaya başladım.
Delidolu gençlik yıllarımda, öfkelerim her zaman düşmanlığa dönüşüyordu. Hatta içinden çıkamadığım için, ne zamanlar kendimi yiyip bitirdim, süresini bile hesaplayamıyordum. Böyle durumlarda başımı yastığıma koyduğumda hemen uyuyamıyor, üstüne üstelik bir de uykusuzluk problemi yaşıyordum. Öfkelerimle konuşmak yerine, onlarla beraber hareket etmeyi tercih ediyordum. Televizyonda seyrettiğim kötü bir haber, filmlerin en önemli yerinde birden ortaya çıkan reklamlar, terk edilişlerim, hiç beklemediğim zamanlarda sınavlarımdaki başarısız notlarım, övülmek yerine dövülmelerim, yani olumsuz görülen örnekleri çoğaltabileceğim birçok örnekte, sebepler yerine ortaçağ insanları gibi savaşarak çözüme ulaşma isteklerim, kısacası dindiremediğim vücudumdaki adrenalin, bana mantığımı unutturuyordu. Sonuçlar açısından, çözüme dayalı benim için pek de olumlu görülmeyen bir sürü konu ortaya çıkıyordu.
Yaşım biraz daha büyüdüğü ve kendi sorumluluklarımı elime aldığım dönemlere gelince, öfkelerimi düşünmeye başladım. Beni öfkelendirenin ne olduğunu sorguladım. Neden öfkelenmiştim? Acaba öfkelenmem gereken şey, içimdeki bir şey miydi? Yoksa karşımdakinin suçlu olduğuna mı karar vermiştim? Öfkeyle kalksam, bana zararı ne olacaktı? Kısaca kendi içimde bir mahkeme oluşturuyor, sanığın cezasına karar vermeye çalışıyordum. Kimseye zararı olmayan mantıklı kararlar alarak, sonuca ulaşmak istediğim tüm çabalarımda, genel olarak olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştı. Yani olumlu düşünmeyi öğrenmeye başlamıştım. O zaman, aklımdaki mahkemede çalışan düşüncelerimin elamanlarına şükran duyduğumu hissettim.
Öfke, her insanda oluşabilecek geçici bir tepkidir. Düşmanlık ise, her zaman insanı takip eden, yaşamımızı alt-üst etme başarısı gösterebilecek kalıcı niteliklerden biridir. Öfkelerinizi yargılayın, sizin için en doğru ne olduğuna karar vermeden, şeytana kulak asmayın.
Emre Türker
picture: deviantart
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder