Hayatın içinde bize düşen rolü üstlenirken, çevre faktörü ya da aklımızdaki anlam karmaşalığı nedeniyle, kalbin hislerini göremeyiz. Bakış açımızdaki algımız, koşullara göre değişkenlik gösterebilir. Birileri bize birtakım kavramları hatırlattığında, yüreğimize buruk bir acı düşer. Kalbin katılaşmadığı bedenlerde, değer verilen düşünceler olumlu şekilde değişime uğrar.
Değer verdiklerimize, bunu nasıl ispatlarız?
Öncelikle bilinmesi gereken, paylaşım olmadıkça değer yargılarının zaman içinde kaybolacağıdır. Sevmek, paylaşımın önemli ateşleyicilerindendir. Bu sevgi bazen emek olarak karşımıza çıkar, bazen şefkat, gülümseyiş, mutluluk ya da bunun gibi olumlu olan her duygu yoğunluğu, sevgiyi ifade ediş biçimi olabilir.
Nefes aldığımız her dönemde, farklı değer yargılarına sahip oluruz. Bir çocuk, paranın ne demek olduğunu, ailesinin ona verdiği harçlıklardan ya da arkadaşlarının sahip olduklarıyla kendi sahip oldukları arasında kıyaslama yaparak anlayabilir. Çok para, çok şeker veya oyuncak anlamına gelebilir. Çünkü ebeveynlerin alışverişe götürdükleri çocukları, gördükleri renkli dünyalara sahip olmak için sürekli ister, aile de almak istemediğinde “paramız yok” gibi sözlerle geçiştirmeye çalışır. O zaman çocuğa göre para, ailesinin ona alacakları veya biriktirilen harçlıklarla alabilecekleri olabilir. Bazı yetişkinler, çocukların değer yargılarını anlayarak, yaklaşımlarını düzenleyebilir. Çocuk için hatırda kalan en güzel şeyler, hoşa gidenlerin yapıldığı anlar olacaktır.
Güzel bir hikâye okuyup saklamıştım:
Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar. -Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın? Adam cevap verir: -Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim.
Hikâyeden anlaşıldığı gibi, ortaya konulan bir eser için yaş grupları arasında algılanan paha farklıdır. En iyi bakış açısı ise, görüntüleyip değerlendirdiklerimize göre değişmektedir.
Büyük şehirlerde yaşayan toplum için tabiat; güzel resimler, arada bir gidilen dinlence veya anılarda saklanan görüntüler olabilir. Ama köylerde yaşayıp çiftçilikle uğraşanlar için tabiat, her şeydir. Büyükşehirlerde büyümüş birçok kişi, yaşayan canlılardan çoğunu ya birkaç kez görmüş, ya belgesellerde izlemiş, ya da hiç görme şansı yakalayamamıştır. Dolayısıyla toplumlar arasındaki algı, çevresine göre şekillenecektir.
Neden Kızılderili hikâyeleri çokça anlatılır? Sebebi gayet basit, doğal yaşamı hayat felsefesi haline getirmiş ve tabiatı koruyarak ondan her türlü şekilde faydalanabilmişlerdir. Kızılderili hikâyelerinden biri de şöyledir:
"Bir gün New-York'ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderili'dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki is makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır aramaya baslar. Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı, Kızılderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar. Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder. Kızılderili, arkadaşına dönerek: "Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." der.
İnsan olarak değer verdiklerimizi, genelde kaybettikten sonra anlıyoruz. Bazen bu bizim kulağımıza küpe oluyor, bazen nadide parçalar geri gelmiyor. En kötüsü de, ailede değer verdiğimiz kişilerin bu dünyadan göçmesiyle, onlara yaşam sırasında kazandıramadıklarımızla ilgilidir. Öyle ki, yine de pişman olup yaşamdaki düzenlemelerimizle, değer yargılarımızı tekrar alevlendirmeye çalışarak, tümünü onlara adayabiliyoruz.
Değer kavramı, su kadar önemli ihtiyaçtır. Her yaşta sahip olduğumuz değerleri, birbirimize herhangi bir yoldan kazandırabilmeliyiz. Fakat şu da bir gerçek ki, günümüzde neyin değerli olduğunu sadece fiyatı ile ölçüyoruz. Aklımızdaki teraziyi dengelemek için, kefeye ne kadar değer biçtiğimizi tartamıyoruz.
Emre Türker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder