Bugün yalnızlığımı alıp dağlara çıktım; özlemlerimi, duygularımı, sevgimi ve de geride kalan herşeyimi evimin bir köşesine bırakaraktan. Özgürlüğü öğretmek istiyordum kendime, bir çocuk kadar saf duygularla çıkmıştım yola. Hayatımın altın yılları da olmuştu, çöpe atamadığım yalnızlıklarım da. Bir gün bana her biri lazım olabilirdi düşüncesi vardı içimde bir yerlerde.
Babamdan aldığım ilk hediye aklıma geldi, tüm huysuzluklarımı sergilediğim o yıllarda, neredeyse kazandığı tüm parasıyla tahta bir at almıştı bana. Benim bencil isteklerim vardı doyuramadığım. Bilmem kaçıncı hediyemi aldım sonrasında, bilmem kaçıncı açlığımı bastırmak üzere tattım isteklerimi.
Çocukluğum giderek büyüyordu içimde. Yaşım ilerlemiş olmasına rağmen, açlığım hala bastırılamamıştı. Sonradan anladım bu açlığın hayat boyunca sürdüğünü. İstediğin bir mutluluksa eğer, yanında garnitür olarak bir parça da acı gerekiyordu. Ama bir şekilde öğrenmiştim işte. Eğer isteklerim ve arzularım tatlıdan yana ise, bir yerde mutlaka acı da vardı ve ben, bunu kabul edemiyordum. Dedim ya arada uzun yıllar geçti diye, sonrasında yeni yetme aşklarım oldu benim hatıra defterlerine sığdıramadığım. O dönemlerde sigaraya başlamıştım, bir dumanın neye yaradığını bile anlamaktan uzakta, bir özentinin esiri konumunda.
İçime sığdıramadığım sevgimi, birileri ile paylaşmak ihtiyacı duymaya başlamıştım, paylaşımları öğreten aileme olan bir bağımlılıktan uzak, farklı bir şekilde. Aşkın bir tarifi yoktu, ya da ben yeni yeni tanışıyordum onunla. Önce el sıkışıp birer merhaba ile başladık, sonrasında alışık olmadığım bir ayrılık geldi kapıma. Şimdi yanımda bana akıl verecek babam yoktu, ya da istediğim arzularımı bana getirecek diğerleri. Daha doğrusu, para ile satın alınamayan duyguların da var olduğunu öğrenmeye başlamıştım. Aşk ortaya çıktığında her şey bir yana, o bir yana. Tamamen yalnız kalmış bir karmaşa, çözümsüz bir bulmaca.
Heveslerimi çaldırdım geçenlerde. Tüm birikimlerimi hayallerime yatırmış, bir gemi ile çıkmıştım açık denizlere, sonrasında ufuklara yaklaşamadan batıverdi üzerinde bulunduğum gemi uçsuz bucaksız bir yerde ve denizin tam orta yerinde. İşte bir şey daha öğreniyordum, bunun adı tükenmeyen umutlardı. Tükenmeyen umutları ücretsiz promosyon olarak aldım öğretmenimden hayat dersi içinde ve yıkıntıların ardından bulduğum her bir parça ile yeniden doğmayı öğrendim, tükenmek üzere olan amaçlarımı kaybetmeden biriktirmeyi öğreniyordum.
İçimde karıncalar geziyordu, ki onlar görünmeseler de ben biliyordum var oldukları gerçeğini. Umutsuzluğum ortaya çıkmaya başladığında, sayıları gittikçe artan bir karınca ordusu ile yaşamaya başlıyordum. Bazen onlardan kurtulmak için üzerine gitmek gerekiyordu, bazen de bırakıp kaçmak bencilce. O zamanlar gençlik yıllarımdı ve ilk kez dokunmayı öğrenmiştim, ilk karıncalarımla da zaten o yıllarda tanışmıştım. Sonrasında paylaşıma açtığım sevgimden bir parça alan her kişi, bencilce bırakıp giderlerken uzaklara, yeni anlaşmalara zorluyorlardı içimdeki karıncalarla beni.
Büyümekten korktum, büyüdükçe yeni bir şeyler daha öğreniyordum çünkü. Öğrendiklerim artık bana yeterli doyumu sağlayamıyordu. Artık babamın bana alamayacağı şeyleri yaşıyordum; bir pamuk helva, bir şeker ya da bir oyuncak araba değildi artık beni mutlu eden. Artık evimde yalnız kalmak için odama çekilmeme de gerek yoktu. Çünkü tüm ev artık bana aitti ve bir o kadar da yalnızdım.
Çocukluğumda öğrendim kaçan balık kovalanırmış hikayesini. Kendimi yeni yeni keşfetmeye başladığım vakitlerde -yani aşklardır kastettiğim-, bu balık hikayesi tekrar çıkmaya başladı geçmişten günümüze saklandığı yerden. Çocukken “seni seviyorum”u defalarca kullanırdım, şimdi kullanmak için bir kullanma kılavuzu vermişlerdi elime. İstediğim gibi anlatamıyordum yani. Her şeyi prosedürüne uygun hazırlama gereği çıkıyordu ortaya. Zamansız bir anda bıraktırılmaya zorlanmıştım sözlerimi, öğrendim ki kaçan balık o zaman kovalanırmış. Yani kopmaya yüz tutmuş bir ipin ardından yeni bir düğüm atmak, ya da özel günlerde kullanmak için gerekli bir söze dönüşmüştü kelimelerim. Zaten ben, gerekli olan kelimelerimi israf etmeye devam edip çöpe göndermeyi göze aldığımdan, hiçbir zaman bu oyunu adabıyla oynayamamıştım.
Çocukluğumda öğrendim dut ağacından düşen her bir meyvenin, kendi ellerimizle tutabilmenin mümkün olmadığını. Giden her kişinin ardından, birkaç elin yardımına gereksinim duymaya başlamıştım. Yalnız başıma kaldırabileceğim ağırlıkta olmayan bir duygu hastalığına yakalanıyordum. Yardıma muhtaç olduğumuz zaman, bize açılan ellerin her birinin, bir şeyler beklediğini de yine o zamanlarda fark etmiştim. Yine çocukluğuma geri döndüğümde, dut ağacının altına serilen sergiden, her bir kişinin kendine ait bir yarar için orada bulunduğunu da o zaman öğrendim.
Yalnızlığımla baş başa kaldığım bir gün karar vermiştim gitmeye. Düşündüm, sonunda her bir hikayeyi, her bir acıyı, her bir tatlıyı ya da uzanan her bir eli, evimin bir köşesine bırakıp çıktım yola. Önce çocukluğumdaki dut ağacının önüne geldim, hiçbir el yardımı olmadan birkaç meyvesini kopardım dalından. Hemen ardından çocukluğumu da orada bırakıp, akşamları güneşin batışını izlediğim deniz kıyısına vardım. Güneşin batışını sonuna kadar izledim. Son bir yıkımı daha görmüş oldum, yani her bir doğuşun ardından bir batış olabileceği gerçeğini tüm çıplaklığı ile seyretmeye başlamıştım.
Elimde kalan tüm parayla bir sandal aldım, bu sefer kararlıydım işte. Sonunu göremediğim o ufuklara doğru ilerleyecektim. O yıllarda bir daha beni gören olmadı, çünkü ufuklara gittikçe, yol biraz daha büyüyordu. Sonra ne deniz oldum, ne de bulut, her ikisinin de var olduğu bir ufuk olarak kaldım uzaklarda.
Bir gün gelmek isterseniz yanıma; amaçlarınızı, kederlerinizi ve de aşklarınızı geride bırakın ve öyle gelin, yanınızda sadece batmaya yüz tutmuş hayalleriniz ve onu besleyen umutlarınız olsun. Daha fazlası ağır gelir. Çünkü ben, ne doğuşu kabul ederim, ne de batışı. Bir denge masalının tam ortasında, şimdi çok uzaklardayım. Bir tek çocukluğum kaldı elimde.
Emre TÜRKER
Picture: deviantart
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder