Ülkemizde çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak için elimizden geleni yapıyoruz. Yolları yeniden düzenliyoruz, tatil köylerimizi yeniliyoruz, ulaşımı kolaylaştırıyoruz ama, aması var… İnsana değer vermiyoruz, insanı unutuyoruz. Öyleyse biz; göz boyuyor, başka da bir şey yapmıyoruz.
Bizde her şey, “olacağına varır” prensibi ile yürüyor. Bir kaza olsa, bir afet olsa, “olacağı varmış, kaderimizde bu yazıyormuş, Allah günahlarımızı affetsin.” deyip geçiyoruz. Aslında duyarsız olan sadece başımızdakiler değil. Çünkü bizler susmaya alışmışız. Hastane kapılarında gördüğümüz o ünlü resimdeki hemşire, “sus” diye parmağıyla işaret ediyor ve biz, hayatımızın her karesinde bu resme göre hareket edip susuyoruz.
İsyanlar hep bıçak kemiğe dayanınca ortaya çıkıyor. Biz isyan etmesini bile bilmiyoruz. İsyan ederken, ya kendimizi yiyoruz, ya da başkasının hakkını… Protestoların ardı arkası kesilmiyor. Meydana çıkıp klasik “susma, sustukça sıra sana gelecek” sözleri ile sesimizi duyurmaya çalışırken, birkaç kendini bilmez insana uyup, etraftaki dükkanların camlarını kırıyoruz, yani gaza geliyoruz.
Ülkemiz, depremlerin sık yaşandığı bir toprak parçası üzerinde kurulu. Peki biz depremle yaşamayı ne zaman öğrendik? Deprem olduğu zaman… Yani iş işten geçtikten sonra. Büyük depremin ardından, rasathanenin ne olduğunu, ne işe yaradığını, nerede bulunduğunu öğrendik. Depremden sonra açıklanan sayısal verilerin ne anlama geldiğini öğrendik. Evet, bizler hayatımız için gerekli olan önemli bilgileri öğrendik ama, yine söylüyorum, iş işten geçtikten sonra… Merak etmeyin, deprem uzun bir süre içinde ortaya çıkmadığı sürece, biz onları da unuturuz. Aradan yıllar geçer ve sonrasında karşılıklı konuşmalarımızda birbirimize sorarız: Kandilli’de ne vardı? Dur bakiyim! Tamam şimdi hatırladım, ismini yanlış söylüyoruz galiba, ismi kandilli değil de kandıra olsa gerek, oranın yoğurdu meşhurdur. Kandilliyi bir yerden hatırlıyorum ama, neyse…
Sakarya bölgesinde, daha hizmete gireli çok kısa bir süre geçmesine rağmen, ünlü hızlı trenimiz devrildi. Bu zamana kadar, konusunda uzman olan profesörlerin uyarı dolu sözlerini kim duydu? Belki duymuştuk, belki onların sesleri bir şekilde kısık çıkmıştı medyada, belki o arada ünlü bir film oynuyordu da onlara daldık. İşte tam bu sırada, hızlı tren yüreğimizin tam üstüne devrildi ve biz, fısıltı halindeki dikkat içeren sözleri algılamaya başladık. Babamız öldü, kızımız öldü, kardeşimiz öldü, komşumuz öldü.. Ateş bacayı sardı, alevler bizi yaktı ve biz ondan sonra ateşi söndürmeye kalktık. Ama ateş çoktan kavurdu bizi. Yangından sonraki külleri telaşla süpürmeye başladık. Küller eski haline geri dönemiyor ki! Gözyaşları çare değil, çünkü gidenler geri gelmez. Ünlü Muş Türküsünü duyuyorum aklımın bir köşesinde; “giden gelmiyor, acep nedendir.” Olan oldu diyorsak, bundan sonraki olacakları düşünmemiz gerekiyor. Olan olduysa eğer, bundan sonrasında olmaması için ne yapılması gerekiyorsa, onu yapmalıyız. Talihsiz makinistleri göz altına alarak, suçu birilerinin üstlenmesini bekleyerek, yaraya merhem süremeyiz. Hepimiz suçluyuz. Bugüne kadar tren raylarının yenilendiğini ne zaman duyduk ki? Tabiki hiçbir zaman duymadık, çünkü yenilenmemişti. Ama hızlı tren bir şekilde hizmete girdi. Bizler kulağımızı tıkayıp, işlerimiz çabuk olsun diye trenlere koştuk. Siz şimdi şunu söyleyeceksiniz. Peki, kimseye güvenmeyecek miyiz biz? Galiba sorunu cevabı, hayır…
“Savaşlar olmasın, insanlar birbirini öldürmesin” diye konuşurken, gizliden gizliye cinayet işliyoruz. Çünkü bizler silahla saldırmıyoruz çevremize belki ama, silahtan daha tehlikeli tüm araç ve gereçleri her fırsatta bilinçsizce kullanıp, toplu katliamlara yol açıyoruz. İnsan olduğumuzu, çevremizde birilerinin nefes aldığını unutuyor, ya da unutmak istiyoruz. Her olaydan sonra, olan biteni uzaktan seyredip, soru soranlara sessiz kalmasını söylüyor, sonra da her zamanki gibi susuyoruz.
Emre Türker
Bizde her şey, “olacağına varır” prensibi ile yürüyor. Bir kaza olsa, bir afet olsa, “olacağı varmış, kaderimizde bu yazıyormuş, Allah günahlarımızı affetsin.” deyip geçiyoruz. Aslında duyarsız olan sadece başımızdakiler değil. Çünkü bizler susmaya alışmışız. Hastane kapılarında gördüğümüz o ünlü resimdeki hemşire, “sus” diye parmağıyla işaret ediyor ve biz, hayatımızın her karesinde bu resme göre hareket edip susuyoruz.
İsyanlar hep bıçak kemiğe dayanınca ortaya çıkıyor. Biz isyan etmesini bile bilmiyoruz. İsyan ederken, ya kendimizi yiyoruz, ya da başkasının hakkını… Protestoların ardı arkası kesilmiyor. Meydana çıkıp klasik “susma, sustukça sıra sana gelecek” sözleri ile sesimizi duyurmaya çalışırken, birkaç kendini bilmez insana uyup, etraftaki dükkanların camlarını kırıyoruz, yani gaza geliyoruz.
Ülkemiz, depremlerin sık yaşandığı bir toprak parçası üzerinde kurulu. Peki biz depremle yaşamayı ne zaman öğrendik? Deprem olduğu zaman… Yani iş işten geçtikten sonra. Büyük depremin ardından, rasathanenin ne olduğunu, ne işe yaradığını, nerede bulunduğunu öğrendik. Depremden sonra açıklanan sayısal verilerin ne anlama geldiğini öğrendik. Evet, bizler hayatımız için gerekli olan önemli bilgileri öğrendik ama, yine söylüyorum, iş işten geçtikten sonra… Merak etmeyin, deprem uzun bir süre içinde ortaya çıkmadığı sürece, biz onları da unuturuz. Aradan yıllar geçer ve sonrasında karşılıklı konuşmalarımızda birbirimize sorarız: Kandilli’de ne vardı? Dur bakiyim! Tamam şimdi hatırladım, ismini yanlış söylüyoruz galiba, ismi kandilli değil de kandıra olsa gerek, oranın yoğurdu meşhurdur. Kandilliyi bir yerden hatırlıyorum ama, neyse…
Sakarya bölgesinde, daha hizmete gireli çok kısa bir süre geçmesine rağmen, ünlü hızlı trenimiz devrildi. Bu zamana kadar, konusunda uzman olan profesörlerin uyarı dolu sözlerini kim duydu? Belki duymuştuk, belki onların sesleri bir şekilde kısık çıkmıştı medyada, belki o arada ünlü bir film oynuyordu da onlara daldık. İşte tam bu sırada, hızlı tren yüreğimizin tam üstüne devrildi ve biz, fısıltı halindeki dikkat içeren sözleri algılamaya başladık. Babamız öldü, kızımız öldü, kardeşimiz öldü, komşumuz öldü.. Ateş bacayı sardı, alevler bizi yaktı ve biz ondan sonra ateşi söndürmeye kalktık. Ama ateş çoktan kavurdu bizi. Yangından sonraki külleri telaşla süpürmeye başladık. Küller eski haline geri dönemiyor ki! Gözyaşları çare değil, çünkü gidenler geri gelmez. Ünlü Muş Türküsünü duyuyorum aklımın bir köşesinde; “giden gelmiyor, acep nedendir.” Olan oldu diyorsak, bundan sonraki olacakları düşünmemiz gerekiyor. Olan olduysa eğer, bundan sonrasında olmaması için ne yapılması gerekiyorsa, onu yapmalıyız. Talihsiz makinistleri göz altına alarak, suçu birilerinin üstlenmesini bekleyerek, yaraya merhem süremeyiz. Hepimiz suçluyuz. Bugüne kadar tren raylarının yenilendiğini ne zaman duyduk ki? Tabiki hiçbir zaman duymadık, çünkü yenilenmemişti. Ama hızlı tren bir şekilde hizmete girdi. Bizler kulağımızı tıkayıp, işlerimiz çabuk olsun diye trenlere koştuk. Siz şimdi şunu söyleyeceksiniz. Peki, kimseye güvenmeyecek miyiz biz? Galiba sorunu cevabı, hayır…
“Savaşlar olmasın, insanlar birbirini öldürmesin” diye konuşurken, gizliden gizliye cinayet işliyoruz. Çünkü bizler silahla saldırmıyoruz çevremize belki ama, silahtan daha tehlikeli tüm araç ve gereçleri her fırsatta bilinçsizce kullanıp, toplu katliamlara yol açıyoruz. İnsan olduğumuzu, çevremizde birilerinin nefes aldığını unutuyor, ya da unutmak istiyoruz. Her olaydan sonra, olan biteni uzaktan seyredip, soru soranlara sessiz kalmasını söylüyor, sonra da her zamanki gibi susuyoruz.
Emre Türker
picture: deviantart
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder