Açık denizlerde yön belirlemek zordur. Karmaşık yollarda alınan duygusal kararlar, bizi çıkmazlara sürükleyebilir. Keşiflere yelken açan kararlı gemilerin önüne çıkan beklenmedik tüm engelleri, amaç ufuklara ulaşmak olunca, ustaların tecrübelerini yansıttığı sihirli formülleri uygulayarak geçmeye çalışırız. Teorik formüller, ufak-tefek hata paylarını göze alacak olursak, zafer kapısının kilidini açan elimizdeki tek çözüm anahtarlarıdır. Her aşamanın sonunda, düşünceleri yargı masasının etrafında toplayıp, çeşitli taktikler belirlemek için sistematik planlar yapmalıyız. Her sistematik plan, yeri geldiğinde hiçbir ziynet eşyasıyla ölçülemeyen su kadar değerli olabilir. Sayısal düşüncenin kurucusu matematik efendi ortaya çıktığında boyun eğmeli, uygulamada üstünlüğünü kabul etmeliyiz. Çünkü sahip olduğumuz tüm kavramlar mutlaka çarpılır, bölünür, elde kalanlar bir araya getirilerek toplanır ya da gereksiz görülenler yaşantımızdan tümüyle çıkartılır. Tüm işlemlerin sonundaki eşitlik, gerçeklerdir.
Hayat üzerinde bir yerlere ulaşmak adına yapılan mücadeleleri severim. Her ne kadar matematiksel işlemleri sevmesem de, -hatta çocukluk dönemlerimde "matematik icat olmasaydı, hayat daha güzel olurdu" derdim- elde edeceğim hedeflerim uğruna, hayatın içindeki sistematik formülleri genellikle uygularım. Mücadele ederken rakiplerimi görmezden gelemem. Fakat yaşamda kazananlar olunca, birileri de mutlaka kaybedecektir. Bu yolda rakiplerini tanımalı, yerine göre onları iyi seçmelisin. Sana üstünlük sağlayabilecek biri ile karşılaşmadan önce, kendi dişine göre rakipler bulmalısın. Direkt olarak yükselmek istersen, düşüşün bir o kadar çabuk olur. Yeterince tecrübe kazandığında, geçmişteki rakiplerin senden korkmaya başlayacak, içlerinde büyüyen panikle yok olup gideceklerdir. Yani ne kadar barışçıl da olsan, gerekli durumlarda kullanmak için, savaşçı ruhunu her zaman hazır-kıta nöbette bekleteceksin. Öğrenilen taktikler sana güç sağlayacak, cesaretle bir sonraki plana hazırlanacaksın. Zaten bu değil midir ülkeleri ayakta tutan...
Her tarafı toprak kokan yeşilliklerle çevrili, denizin buram buram kokusunun yayıldığı, yoğun araba gürültülerinden uzak sakin ve küçük bir kasabada büyüdüm ben. Ders kitaplarımın ağırlığında ezilip yola çıkarken, okullarında basketbol ya da voleybol gibi spor aktivitelerinin yanında, satranç ve dama gibi oyunların varlığını bilmezdik. Duman altı olmuş izmarit kokulu kahvelerden, okey taşlarının sesleri yayılırdı. İki kişinin kıyasıya yumruklaşmasının sonunda ayakta kalanların güçlü kabul edildiği ilginç karşılaşmalara seyirci kalırdık. Okulu tamamlayan kişiler, kahvelere giriş bileti almış olurdu. Kimileri "eğitim karın doyurmuyor" diyerek çocuklarını okula göndermezdi. O dönemlerde belki de kulağa gelen en güzel ses, yanlış yere kurulmuş bir limanın cephesine belli bir ritme bağlı kalmaksızın çarpan dalga sesleriydi. Yalnız kalmayı severdim. Ne zaman birini yanımda istesem, Hüseyin hep hazır bulunurdu. Babası genç yaşta ölüme teslim olan Hüseyin, okulumuzun en zeki çocuğu ve benim de en yakın arkadaşımdı. "Satranç bilir misin?" demişti bana. "Efendim?" Kelimeyi tam anlamıyla anlayamadığımı düşünmüştüm. "Satranç" dedi Hüseyin, "bilir misin?" Şaşkındım. "Ne ki o?" Onun bana ilk öğretme çabaları başarısız olmuştu. Bana bugün fotoğraflardaki nostaljiyi çağrıştıran, siyah ve beyaz taşlardan oluşan, sadece önceki piyonların hareketlerinin benzerlik gösterdiği, demirbaş taşların piyonların ardında gizlendiği satranç oyununu tam olarak algılamam, neredeyse bir haftamı almıştı. "Her insan biraz savaşçı olmalı biraz da matematikçi" sözünü Bir yerlerden duymuş Hüseyin. Belki matematikten, belki çocukça sabırsızlıklarımdan, pek sevememiştim satrancı…
Hep şanslıydı Hüseyin, yani bir türlü onu yenmeyi başaramamıştım. 1922 yılında 103 partiyi aynı anda farklı rakiplerle oynayıp sadece bir karşılaşmayı kaybeden (bir ustanın birçok rakibe karşı aynı anda oynamasına simultane denir) dünya şampiyonlarından Clevand Cabaplanca'nın "a good player is always lucky" yani "iyi oyuncu daima şanslıdır" sözünü düşününce, Hüseyin'in şansını daha iyi anlayabiliyordum.
Satrancın oynandığına dair kanıtlar, M.Ö. ki dönemlerde Mısır Piramitleri üzerindeki kabartmalarda görülmüş. İlk gerçek veriler ise, Hindistan'da elde edilmiş. Ayrıca 6. yy da Kuzey Hindistan'ın Kanauj kentinden yola çıkan bir hediye kervanı ile satranç, Pers kenti Ktesiphon'a götürülerek Pers hükümdarına armağan edilmiş. Tarihle ilgilenen araştırmacılar, Hindistan'da adına çaturanga denen satrancın, din konusundaki zulümden kaçan Budist rahipleri yoluyla Çin'e kadar uzandığını belirtmektedir. Bugün ustaların alt edemediği bilgisayar programlarından önce tasarlanan ilk satranç makinesi, Napolyon döneminde yapılmış ve adına TURK denilmiş. İsmi oldukça ilginç olan makinenin orijinali muhafaza edilirken, 1800'lü yıllarda müzede çıkan yangında yok olmuş. Hindistan'da savaş taktiği olarak tasarlandığı düşünülen sistemde, savaş sırasında önce köylü piyadeler düşmana karşı feda edilir, sonra zırhlı filler ve okçu arabalardan oluşan grup saldırıya geçermiş. Tasavvufta ise, oyun taşlarına astrolojide olduğu gibi isimler takılmış. Fil havaya, kale toprağa, vezir ateşe ve at suya işaret eder.
İlginç bir efsaneye göre, zamanında genç Hint prensi, kendisini eğlendirecek bir oyun bulan kişiye istediğini vereceğini söylemiş. Bunun üzerine Brahman rahibi, ona satrancı öğretmiş. Oyunu beğenen prens, rahibe ne istediğini sormuş. Rahip "satranç tahtasında 64 kare var. Birinciye bir, ikinciye iki, üçüncüye dört, dördüncüye sekiz gelecek şekilde, son kareye ulaşan sayı kadar buğday tanesi istiyorum" demiş. İsteği komik ve aptalca bulan genç prens, rahibin isteğinin karşılanmasını istemiş. Fakat hesaplar yapıldığında çıkan sonuç, dünyadaki tüm ekili alanlardan bile fazla olduğuymuş. Genç Hint prensi, rahibi karşısına çıkarıp başka bir istekte bulunmasını istemiş. Rahip de prense "bir söz vermeden önce satrancı iyice oynayıp öğrenmeniz gerekir" demiş ve istekte bulunmadan oradan ayrılmış.
Bobby Fisher "Satranç hayattır" demiş. Ama bence tam olarak değil. Boris Spassky'in "Satranç hayat gibidir" sözü genelleme içerdiğinden daha doğru olabilir. Çünkü her şey sistematik kurallarla yürümez. Hayatın bazı evrelerinde, hiçbir formül, hiçbir taktik, hiçbir mücadele sizi gerçek sonuca ulaştırmaz. Satrançta kurallar vardır. Bunun yanında aşk, kural tanımaz. Başarıyla yürütülen planlar kazanmaya yönelik olsa bile, sonuç istenilen şekilde bitmeyebilir. Gufeld'in aşk konusunda bir hikayesi vardır. Bir adam, güzel kızın dikkatini çekebilmek için her şeyi yapmış ama çabalar boşa gitmiştir. Kızın dikkatini çekmek için son olarak bir not yazıp göndermiş; "sen benim için d8'de ki vezir ve ben de d7'deki piyonum!" Bu sözden sonra kızın gönlünü kazanabilmiş. Ama bir kadının size karşı hiçbir sempatisi yoksa, elden hiçbir şey gelmeyecektir. Bir müsabaka sonunda karşındakinin tüm varlığına sahip olabilirsin ama, hücum halinde yol alıp kişinin kalbini yakalayamazsın. Aşkta hisler konuşur. Yaşantımız içinde ilişkiler adına bir şeyler başlamışsa, aşkın rolü için satrançla ilgili örnekler verebiliriz. Fakat yine de oyunun kurallarını biraz değiştirmemiz gerekir. Aşk oyunu, kazanılmış bir kavram adına başlar, kazanç için oynanmaz. Yapılan savaş sadece kaybetmemek uğrunadır. Unutulmaz aşkı adına deliye dönmüş aşık, elindeki tüm piyonları ya da geride kalan tüm asil varlığını kaybetmeye razıdır. Öyle olsa bile, onu seven kişi, kendisi için her şeyi kaybetmeyi göze alan bu deliye hayranlık duyar. Aşkta da matematikte kullanılan denk kavramı vardır ama, doğru orantılı görülen hisler, kimi zaman ters orantılı sonuçlanabilir.
Ayrıca satrançta karşındakine acıma yoktur. Her mücadele, beraberlikle sonuçlanan örneklerin de dahil olduğu bir çeşit kıyasıya çarpışmayı gerektirir. Bir Fransız atasözünde "Eğer nazik biriysen asla satranç oynayamazsın" sözü geçer.
Satranç, sabır oyunudur. Sabırsızlar genel olarak kaybetmeye mahkumdur. Yapılacak her hamlede, bir sonraki hareket planlanır. Çok yönlü düşünme sabrını gösteremeyen kişi, oyunu yeni öğrenmiş herhangi bir usta planlamacı karşısında kolayca yenilebilir. Kişi, kendi planlarını uygulamaya geçirirken, rakibinin savunacağı tüm kombinasyonları etraflıca düşünmek zorundadır.
Düşüncelerim beyaz bir kaynaktan oluşur. Onu köreltmek isteyen düşmanlar ortaya çıkmışsa, önce açığa vurduğum piyonları yok etmelidir. Değişmez kavramlarımı yıkmaya kalkan kişi, surlarla çevrili kaleleri karşısında görür. Kale, ancak dost bildiğim kişilerin bana karşı düşmanla işbirliği içerisine girmesiyle yıkılabilir. Yaşantımda savaşacak hiçbir şeyim kalmamışsa -ki her konuda mücadeleye hazırım- ruhumu temsil eden veziri feda ederim. İşte o zaman hayatın bana karşı şah'ı, mat ile sonuçlanabilir. Her birey bir gün yok olur. İrlanda atasözündeki geçen kelimeler gibi, "oyun bittiğinde şah ve piyon tekrar aynı kutuya girer."
Emre TÜRKER
picture: deviantart
OYUN BİTTİĞİNDE ŞAH VE PİYON AYNI KUTUYA GİRER TAM ANLAMI İLE NEDİR
YanıtlaSil