Hayat bir yarış ve her birimiz birer yarışmacıyız. Öyle bir yarış ki bu, birilerinin kazanabilmesi için, diğerlerinin bir şekilde kaybetmesi gerekiyor. Okumayı yeni sökemeye başladığımız dönemlerden itibaren öğreniyoruz biz bu yarışı. Mesela; daha iyi eğitim alabilmek için kolej ve Anadolu liselerine giriş sınavları, diğerlerine üstünlük sağlamak için bir çeşit hazırlık anlamına geliyor.
Kaybettiğimiz şeyler için üzülüyoruz. Herhangi bir sınavı kazanamadığımızda, düzenlenen bir yarışmada derece alamadığımızda, hatta taraftarı olduğumuz bir futbol takımının galip gelemeyişinde bile, olumsuzluklardan etkilenip mutsuz olabiliyoruz. Bizi geçen her bireye sinirleniyoruz. Şimdiki işyeri sahipleri, çeşitli danışman şirketleriyle anlaşıp, göreve kabul için sınava dayalı bir sistem uyguluyorlar. Aradıkları özellikleri bir bir sıralamalarının ardından, aynı özelliklere sahip birçok kişi, çeşitli sınavlarda yarıştırılıyor. Diğerinden daha iyi olduğuna karar verilenler, işe alınıyor. Her zaman olduğu gibi, işe ihtiyacı olan bu kişiler adına kaybeden grup sevinemiyor, kendi adına malubiyetten ötürü üzülüyor.
Oysa, olaylara farklı bir açıdan bakabilmek, insanların içinde bulunduğu psikolojiyi iyi bir anlamda etkileyebilirdi. Bundan yıllar önce bir işyerinde, aynı görevde iki kişi çalışıyorduk. Kriz dönemi içerisinde işyeri sahipleri, birilerinden vazgeçme durumunda kaldılar. Bizler yetkili olduğumuz için, önceden bu durumdan haberdar olmuştuk, yani birimizin gitmesi gerektiğini biliyorduk. Diğer arkadaşım, evli olmasının yanında, yeni aldığı evinin taksitlerini ödemek ve ailesine bakmakla yükümlüydü. İlk düşündüğüm şey, benim geri adım atmam gerektiği olmuştu. Bu nedenle her fırsatta onun mükemmel biri oluşundan ve işyerinin kendisine duyduğu ihtiyaçtan bahsetmiştim, yani benim gitmem gerektiğinden. Sonuçta beklenen oldu ve işyerinden ayrıldım. Yüzümde herkes bir acı ifade bekliyordu ama beklenen olmadı. Çünkü yüzüm gerçekten gülüyordu. Bana verilen görevi layıkıyla yapmış olmanın mutluluğu içinde, tüm işyeri çalışanlar tarafından sevgiyle uğurlanmıştım. Sevildiğimi anladıkça duygulanmış ve huzura kavuşmuştum. Benim için en büyük mükafat o anda verilmişti. Aynı görevdeki diğer arkadaşım ise, “sen benim hayatım boyunca yolcu ederken ellerimin titrediği tek insansın” demişti. Ödülümü almıştım. Aradan uzun zaman geçti ama, arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadılar ve her fırsatta arayıp beni sormaya devam ettiler. Dostluklar hiç bitmedi ve kaybeden de olmadı.
Bugün düşünüyorum da, aynı konum içinde, birbirini geçmek isteyen ne çok insan var. Hatta işyerlerinin yaptıkları sınavlar sırasında, diğerlerine yardım etmeyip, girmek istedikleri o işyerini kötüleyenleri bile gördüm. Maksat, diğerini saf dışı bırakıp, bir adım öne geçmekti. Şunu hiçbir zaman unutmamak lazım; mutlu olmak için, yüz yüze bulunduğun toplumun da yüzü gülmesi gerekiyor. Zıtlaştığın her insan, yeni düşmanın olarak hanene yazılacaktır. Mutluluk tattırdığın her insan ise, yeni bir dost anlamına gelecek. Yeni dostlar, bir gün tekrar karşına çıkacak ve senin gülümsemen için uğraşacak…
Mücadeleler, tabiki çok önemli. Fakat bizler, kaybettikten sonra kazananları tebrik etmeyi bilmiyoruz. Örneğin; tatil için gittiğim Alanya’da, sahil voleybolu oynarken, karşılaştığım iki görüntü vardı: Biri, kaybettiği halde işin eğlencesinde olan yabancı turistler, diğeri ise, kaybettiği anda takımındakilere bağıran yerli turistler. Yani bizler, eğlenceyi bile hırs haline getirmiş durumdayız. Buradaki en önemli faktör, sanırım aile faktörüdür. Çocuklar; maç izlerken kaybettiği takıma küfürler yağdıran babalarını ve müsabakalarda yenildikleri zaman kendilerini azarlayan öğretmenlerini görüyorlar. Kaybedilen için her zaman bir sebep bulunuyor; şanssızlık, hakem hataları, hakkının yendiği ya da yarışın adil olmadığı gibi... Kaybetmeyi kabullenemediğimiz gibi, onlardan ders almayı da bilemiyoruz. Böylece, kazandığımız anlarda bile, bir şeyler kaybediyoruz.
Çok etkilendiğim bir hikaye vardır: Bundan yıllar önce Seattle Özel Olimpiyatlarında, fiziksel ve zihinsel özürlü dokuz yarışmacı, 100 metre dalında start almışlar. Hepsi kazanmak için istekli oldukları halde, yarışın ortasında genç bir delikanlı tökezleyip düşmüş. Diğer sekiz yarışmacı, bu gencin ağlamasını duyup durmuş ve hepsi birden yanına giderek onu düştüğü yerden kaldırmışlar. Down Sendrom'lu bir kız eğilip oğlanı öpmüş ve “bu onun daha iyi olmasını sağlar” demiş. Sonra bu dokuz kişi kol kola girerek bitiş çizgisine hep beraber yürümüş ve stadyumda bulunanlar, onları ayakta alkışlamışlar.
Hayatta hepimiz, bir amaç için yaşıyoruz. İlerlediğimiz yol, öyle bir yol ki, kimi zaman çiçeklerle bezenmiş bahçelerden geçeriz, kimi zaman taşlı çakıllı yollardan, kimi zaman kaygan bir zeminden… Eninde sonunda bir yerlerde düşer, bir yerlerde kalkarız ama, ilerlemeyi sürdürürüz. Unutmamamız gereken şey ise, bu yolda asla yalnız olmadığımızdır. Biri düştüğü zaman kaldırmayı denersek, yarın bir gün bizim ayağımız kaydığı zaman, uzanan ellerinin yokluğunu hissetmeyiz.
Anneannemin bir lafı vardır: “Hayatta galip gelebilmek demek, cenazenin arkasında toplanan kalabalığın, yani seni seven taraftarlarının son çizgide bile seni yalnız bırakmaması ve dualarıyla desteklemeye devam etmesi demektir.”
Emre Türker
picture: deviantart
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder