Kalabalık sayılmayacak kadar az miktarda bir araya gelmiş kişilerden oluşan grup sohbetleri, kimi zaman karşılıklı yudumlanan meyve çayları, gülümseyen yüzler, oturduğumuz mekanın diğer bir yanında toplanmış turist kafileleri ile zenginleşen dil çeşitliliği ve hizmetini misafir ağırlama titizliğinde gösteren garsonlar, işte tüm bunların arasından bir fokurtu sesi geliyor kulağa ve “nedir bu” diye bakıyoruz. Üzerinde Osmanlıdan kalma motifler, farklı dizaynlar ve çevreye dağılan egzotik aroma kokuları, işte bu her yerde görmeye alışık olmadığınız, kendine has bir kültürü olan nargile’nin sesi.
Tarihi İstanbul Üniversitesi’nin kapısının önünden geçip, farklı kollardan meydana açılan merdivenlerden aşağıya doğru ilerliyorum. Yolumu kapatan güvercinler, hareketlerimden ürkerek kısa süreli çekiliyorlar önümden ve trafiğe kapalı bölgede tekrar taşlara konuyorlar. Güvercinlerin bir kısmı, gösterişli büyük ağaçların yapraklı dallarında yerlerini almış, sanki yukarıdan insanlara bakıyorlar.
Ünlü Sahaflar Çarşısından içeri giriyorum. Gözlerim, eskilerde alışık olduğu görüntüye hasret, koku alma duyularım sararmaya başlamış kağıt kokusunu algılayamamaktan şaşkın… Artık, koleksiyonlarını yaptığım ilk çıkan kitap baskıları yok. Üniversite öğrencilerinin çokluğu nedeniyle birçok ders kitabı ve onlara yardımcı olan diğer ek kitaplarla birlikte raflarda durunca, biraz hüzünleniyorum. “Affedersiniz, ikinci el kitap var mı?” diyorum biraz çekinerek ve hemen esnaf cevap veriyor, “indirim yaparız abi!”
Sahaflarda aradığım eski havayı bulamayınca diğer çıkış kapısından, elbiselerin sokaktaki tezgahlarda sergilendiği pazara yöneliyorum. Sokak ortasında gezinen birkaç seyyar, elindeki hediyelik eşyaları turistlere pazarlamaya çalışırken, her dilden yanıtlar veriyor. Birçok insanın hiç de azımsanmayacak kadar para ödediği dil öğrenme kurslarını düşününce, gülümsüyorum.
Kendine has sesiyle, yanımdan tramvay geçiyor. Beyazıt’ın ünlü Çorlulu Ali Paşa Medresesinde, biraz dinlenmek ve biraz da sohbet etmek için konaklıyoruz. Sokaktaki insan kalabalığından uzak, karşılıklı olarak önümüzdeki sehpada duran elma çayımızı yudumlarken, yan masadan fokurtu sesleri geliyor. İstanbul’un meşhur nargile kahveleri arasında yer alan Çorlulu Ali Paşa Medresesinde, kulağımızda yankılanan nargile fokurtularının sevgiyi ve muhabbeti anlatan kompozisyonunda, bunları görmeye alışık olmak gerekiyor. “Elmalı nargile alabilir miyiz?” diyerek sürekli çay dağıtan görevliye sesleniyoruz. Tütünün yerleştirildiği Lüle, nargilenin gövdesi Ser, içindeki dumanı filtre ederek nikotini azaltan ve ünlü fokurtuların duyulduğu Şişe ve dumanı şişeden alıp ağza ulaştıran Marpuç nargilenin parçalarını oluşturuyor, yani anatomisini…
İki kişi olduğumuzdan, marpucun ucuna takmak için iki ayrı Sipsi -hijyenik nedenlerle marpucun ucuna takılır- istiyoruz. Gerçi hijyenik olması için değil, sadece racona uymak için istemiştik. Daha öncelerden öğrenmiştim Sipsinin ne olduğunu. Evet, bu işin tam olarak eskilerden beri yadigar gelen bir raconu var. Közünden sigara yakmak, oturduğunuz yerden nargileyi yüksek bir yerde tutmak, ortak içilen zamanlarda marpucu elden değil masaya bıraktıktan sonra diğer kişiye teslim etmek, ortamda sakin ve hafif müziğin tercih edilmesi, son olarak nargilede tütünden başka bir şey içmemek, racondandır demişti yanımızda duran, yılların eskitemediği iri kıyım bir amcamız. Ayrıca iki çeşit içimi varmış; biri göbekten, diğeri göğüsten. İşi bilenler, göbekten içermiş. Çünkü “Zamansızların içeceği” diye adlandırılan ve ortalama içimi 2 saat süren nargilenin göğüsten içimi, her zaman yorucu oluyormuş.
Eh be, zamanın birinde, Farsça’da nargil anlamına gelen hindistancevizinin, içi boşaltıldıktan sonra kabuğuna bir kamış sokularak içimi denenen nargilenin, bugünlere kadar ulaşacağı, bir kültürünün ve raconunun olacağı, nargilenin ilk mucitleri olan Hindistanlıların nereden aklına gelirdi ki?
Rehberleriyle birlikte gelen turist kafilesi, yanımızdaki tahtadan yapılma sedirlerde yerlerini aldıktan sonra, denemek için nargile istediler. Birkaç tanesi öksürmeye başlayınca, diğerlerinin kahkahası bize kadar ulaştı. Onların birkaç insan uzaklığında oturan gençler ellerindeki nargilelerini fokurdatınca, aklım nedense çocukluk yıllarıma doğru uzandı. İzmir’in Şirinyer semtinde oturan dedem, o zamanların seyyarı ve döneminin “tamir edemeyeceği saat yoktur” denilen bir saat tamircisiydi. Dedem Durmuş bey, el arabası ile gürültülü tren istasyonunun yakınında her zamanki yerini alırken, yanında olmaktan büyük keyif alırdım. Dedemin birkaç adım ötesinde, turşucu amca vardı. Yolun karşı yakasında ise, eski Osmanlı kıyafetleriyle dikkatimi çeken büyük cüsseli adamlar, kahvenin önünde sıralanmış çaylarını yudumlarken nargilelerini tüttürürler, yoldan gelip geçenleri seyrederlerdi. “Dede bu amcalar ne yapıyor?” derdim, “elindeki sigaralarla sohbet etmekten sıkılan bu adamlar, kül tablalarında biriken izmarit kokularından rahatsız oldukları için, dumanları böyle içiyorlar işte” demişti. Biraz ürkek, biraz meraklı, biraz da gülümseyerek, yıllarca seyrettim onları. Uzun zaman geçti aradan, popülerliğini yitirmiş olsa gerek, bu yıllara kadar nargile fokurtularını pek fazla duymamıştım. Ama şimdiki gençlere baktığımda, bu eski geleneğin tekrar canlanmaya başladığını görüyorum. Tabi bunun da sebebi var; Mısır’dan getirtilen ve adına bahri ya da Arap tömbekisi denilen elma, nane, kayısı, çilek, muz, limon, ananas gibi bitkilerden yapılan yeni tütün çeşitli nargilelere, gençler daha fazla rağbet ediyor. Hatta şimdilerde ballı, güllü ve capuccinolu çeşitleri bile varmış. Dileyenlere, şişe içindeki su yerine, bu yeni çeşit tütünler için süt bile koyuyorlarmış ama ben henüz görmedim. Neyse, İstanbul’da sık sık dolaşıyorsanız, popüler mekanlarda ve kenar muhitlerde açılan nargile kahvelerinin sayıca artışını rahatlıkla fark edebilirsiniz.
Bir zamanlar, nostalji adına evime güzel bir nargile almak istemiştim. Fakat nargile ne kadar keyifli ise, o kadar da zahmetliymiş. Biraz düşününce, “taş yerinde ağrıdır” diyerek, ustaların mekanında keyfini sürmek konusunda karar kıldım.
Nargile içeni köpek ısırmaz, evine hırsız girmez diye sözler bile dolaşıyor. Hatta en ilginci, “şeytanın insanları kandıramadığı tek yer nargile kahveleri” cümlesidir. Bu sözün sebebi, koyu ve sıcak muhabbetlerden kaynaklanıyor olsa gerek. Son olarak şunu eklemeliyim, çocukluk yıllarımda dedemin tezgahının bulunduğu yerler, yani güzelim İzmir sokakları, Nargilecilerin “pir”lerinin bulunduğu yerlerdir. Oralarda gerçek fokurtuları, sağlam dostlukları ve sıcak muhabbetleri, kanınızda dolaşan kan kadar iyi hissedebilirsiniz. Biraz araştırınca, iyi tütünlerin de oradan geldiğini öğrenebilirsiniz.
Emre Türker
Picture: deviantart
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder