10 Şubat 2009

Liman Çocukları

Geçerken uğrayanlar limanındaki insanlar, küçük adımlarla yürüyor. Anılar defterinden hikâyeler okunurken, martı çığlıklarıyla çocuk sesleri birbirine karışıyor.

Bir elimde tırmık, bir elimde kova tuttuğum bir dönemdeyim. Yaşam tablosuna yalnızca kendi fırça darbelerimle şekil veriyorum. Kumdan anlamsız şekiller yapıyor, sonra da hepsini sahipleniyorum. Mevsimsel bir hissiyat değil bu, sadece tertemiz bir sayfa…

Limanı anımsıyorum. Hani en yakın dostumuzla gittiğimiz, bir uçtan diğer ucuna ilerlerken martıları seyrettiğimiz, dalgaların taşları dövdüğü, başka hiçbir yerde bulunmayan mavilikten gelen kokuya sahip körfezcik.

Bir tahtaya sarılmış misinayla ucuna takılan siyah kanca, limana her gidişimizde torbamızda sakladığımız hazinemizi oluşturuyor. Hiçbir zaman sofralık balıklara tam olarak ulaşamadık. Zaten ucunda kurşun olmayan ve takılan yem ağırlığıyla dibe batan oltamız, sadece kaya balıklarının korkulu rüyası olmuştur. Sersem balıklar defalarca yakalanırlardı bize de, her seferinde tuttuğumuz gibi serbest bırakırdık. Büyüyünce en iyi oltaları alacaktık. Şimdi bize onlardan vermiyorlardı.

En uzağa kim taş atacak? Ya ben atardım, ya da sevgili dostum. Uzakta, denizin ortasında hareket halindeki martıları hedef alırdık. Eğer bir tanesi onlara isabet ederse, canımız sıkılırdı. Çünkü hiçbir zaman amacımız onları bu mavilikten kaçırmak olmamıştı. Sadece boş bir eğlence ve taşın istikameti belli olsun diye düşünürdük.

Limana yanaşan sandallardaki balıkçıları izlerdik. Balıklar kasalara istiflenmiş, ağlar ise temizlenmek üzere bekletilmekte. Kıyıya yanaşınca, ağa takılan yosunlar temizlenecek, yırtıklar tamir edilecekti.

Limandaki kayalıklarda, mağaralardan evlerimiz vardı bizim. Evden getirdiğimiz beş para etmez değerde manevi altınlarımızı içine koyardık. Gece yarısında şarapçıların bıraktığı içki şişelerinden kalan sıvı ve idrar kokusu burnumuzu yakardı. Yine de korkmadan oralara gitmeye devam ederdik. Çünkü oralar, kimsenin bilmediği ve her birine ayrı oyuncaklar bırakılmış gizli evimizdi.

Kayalıkların üzerinde dolaşmak, bir çocuk için çok büyük tehlike işaretiydi. Ama biz yine de arası açık taşların üstünden bir diğerine sıçrar, kaleyi fethetmiş havasında çığlıklar atardık. Bizimle konuşanlar, genelde kimlerdensiniz tarzında soy kütüğümüzü irdelemeye kalkışırlardı. Acaba sorular; bizi sevimli bulduklarından mı, yoksa şikâyet etmek için miydi? Hiç bilemedik ama çoğuna da cevap vermeden sıvışıverdik. Sanki taşların arasında saklanmak ve koşmak suçtu da, isim vermemek için direniyorduk.

Kayalıklarda çok sataşan olurdu bize. Ben biraz ürkek, o biraz cesaretli. Her zaman kavgadan kaçmak için ikna etmişimdir. Hani amacı olmayan bir kavgadan, neden dayak yememiz ya da atmamız gerektiğini anlasam, kabul edecektim.

Güneşin batışı her zaman görülebilirdi. Şimdiki gibi izlemek için bedel ödemek zorunda kalmazdık. Öylesine doğaldı yani. Vakti geldiğinde dağların arasından doğup ufuktaki çizgiden batıyor, gelen turistler de buna bayılıyordu. Güneşin batışı neyi ifade ediyordu? Bizim için sadece akşam olduğunu ve eve gitmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Sabah olunca yine erkenden limanda buluşacak ve bir liman işçisi gibi görev yerlerimize dönecektik.

Şimdilerde bir limana ne zaman küçük bir sandal yaklaşsa, o zamanki havayı soluyuveririm. Limanda kalan o çocuklar, çevrede koşturmaya başlar. Sanki hiç büyümemişiz, sabah erkenden gidecekmişiz gibi yüreğim çırpınıverir.

Emre Türker

Picture: deviantart

3 yorum:

  1. mendireklerin en ucunda kitap okuma zewkine eş değer bu yazdıkların..
    deniz kokusu ...

    YanıtlaSil
  2. Sayfama bıraktığınız yorum olmasa güzel imgelerinizle tanışamayacaktım. her biri ayrı güzel.

    YanıtlaSil
  3. Ebru... Tanışma anı ancak bu kadar güzel yorumlanabilirdi :) Teşekkür ediyorum ve her zaman bekliyorum.

    YanıtlaSil