19 Şubat 2009

Bir Şişenin Dibini Görebilmek

Bir alkol ikindisinin bu kadar zorlaştırılmışı az görülür. Hazırlıklar alelacele yapılmış, evden hiçbir malzemeyi getirmeye gerek görülmemiş, hep birlikte aynı saatte buluşulacak bir yerde karar verilmiştir.

Rakı bana dokunur. Bedenime olduğu kadar, ruhuma da iniverir. Yeteri kaza meze de varsa, dibini görmeye kadar bir azim hareketiyle, unutanlar gemisinde kendimi buluveririm.

“Şehir dışına 3 kişilik bilet lütfen!” Yağmur ertesindeki hava şartları, denize girmek için müsait değil. Şehir dışında bir dere kenarı biliyorum. Otobüsten orada inip, su kenarından denize varacağız. Her şey bir şişenin dibini görmek için…

Cep telefonları icat edilmemiş, ailelerin çocuklarını gece yarısı yatmaya gelmeden önce merak etmediği bir dönemde yaşıyoruz. Alınan malzemeler; sırayla taşınan koca bir karpuz, plastik bardaklar, buz kovası, 5 litrelik su, biraz peynir, biraz da ekmek.

Dere kenarına geldiğimiz bir vakit, su şırıltısıyla beraber, bağırsak yollarımız içgüdüsel olarak harekete geçiyor. Ayakkabıları çıkarıp su içinden ilerliyoruz. Hava oldukça sıcak, su çok temiz. Ayaklarımızın bastığı yerler buz gibi ama eğlencemizi bozacak kadar değil. Taşlar oynadıkça tok bir ses çıkarıyorlar. Ara sıra büyükçe bir taş parçasını kaptığımız gibi ileriye doğru fırlatıyoruz.

Deniz kıyısına geldiğimiz vakit, sahilde bizden başkası görünmüyor. Kum sıcak ama yağmur ertesinden kalınma olduğundan, altı biraz ıslak. Tabakhaneye yetişmek istercesine elde ne varsa mideye boşaltırken, güneş bize hiç acımıyor. Önce çok eğlenceli geçen konuşma, yerini sonradan ne olduğunu bile bilmediğimiz mizahi duygulara bırakıyor. Sıcak ve mide bulantısının yanında, denizin kokusu ilaç gibi geliyor. “5 adam boyu” diye yüksekliğini belirttiğimiz dalgaların içine dalıyoruz. Suyun sıcaklık derecesi hatırımda değil. Zaten hatırımda olan tek şey, kulaç atmayı kestiğim vakit geriye dönüp baktığımda, sahilin karıncalar için hazırlanmış oyuncak gibi göründüğüdür. “Demek ki çok açılmışım” diyorum. Bu bölge, dalgaları pek tanımayanlar için tehlikeli kıyılardır. Birbiri ardına gelen bu beyaz koyun sürüleri, derince bir nefes almanıza izin vermeden tekrar çarpar suratınıza. Nefesin kesilmesi de böyle bir şeydir.

Akıntının etkisiyle beraber, geriye dönmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Sanki mavilikte açılırken saniyeler hesaplanıyordu da, geriye dönerken saatler bile geçmiyordu.

“Baltalar elimizde, uzun ip belimizde” şarkılarıyla hoplaya zıplaya dereden dönüş yolu görünmüştü. Bu sefer derenin ısısı, sanki kaynar derecesinde gelmişti. “Su sıcak mı?” diye soruyorduk birbirimize.

“Bir kaşık suda boğulmak böyle bir şeymiş?” Kafamı derenin içinden çıkaran arkadaşın bana söylediği laf bu olmuştu. Serinlemek için kafamı soktuğum o sığ yerde, nefes bile almak aklıma gelmemişti.

Geriye dönüşte biz götürecek bir araç bulamadık. Zaten bu halde bizi kabul edecek kimse olamaz, köylülerden başka. Hey gidi gözünü sevdiğim traktör kasaları. Ne çok peşinde koşmuştuk. Önce arkada sessizce tutunarak beklersiniz, sonra eğer şoför ses çıkarmıyorsa içine atlayıverirsiniz. Ama hiçbir traktör şoförü, sizin içine binmeniz için yavaşlamaz. Hepiniz akrobatik olmalısınız.

Kasabada o kadar park bahçe mekân varken, liman boylu boyunca uzanırken, her bir köşedeki her adamı tanırken, neydi bu belamızı arayış? Uzaklara gitmiştik işte, hem de sadece bir şişenin dibini görebilmek için!

Emre Türker
picture: deviantart

2 yorum:

  1. Bır solukta okudum ... cok sevdım yazım tarzınızı ıfade seklınızı ve hıkayeyı sımdı dıgerını merak edıyorum onu okumalıyım:)

    YanıtlaSil
  2. öykü... Değer verdiğim bir yazımdır. Aslında bu tarz kesitleri ben de seviyorum.

    YanıtlaSil