31 Ocak 2009

Yalnızlığı Update Etme! Hapı Çıktı

Aslında yabancı kelimeleri Türkçeye katıp bozuk ifadeler kullanılması taraftarı değilim ama bazen taraftarı olmasak da, herhangi bir takımın maçlarını izleyebiliyoruz, öyle değil mi?

Yalnızlık mikrobu salgın olarak başladığında, tüm önlemlere rağmen yakalanabileceğimiz bir hastalıktır. Bu hastalık, hayatın bir döneminde bazen öyle gereklidir ki, bizim sonraki tufanlardan sıyrılabilmemiz için aşılanmamıza yarar sağlar. Şimdi yalnızlık hapının prospektüsünü inceleyelim.

Yalnızlığın etkileşimleri:
Aman ha, alkol ve sigara ile alınması, hem keseye, hem vücut sağlığına müthiş bir tehlike oluşturabilir. Kahve veya çayla alındığında, sıvı miktarı kontrollü olmalıdır.

Kullanım şekli:
Bu hap, kesinlikle çocuklar için zararlıdır.
Ergenlik çağındakiler için kontrollü olarak kullanılmadığında, alışkanlık yapabilir. Bu çağlarda genel olarak haftada en fazla bir iki kez önerilebilir.
Yetişkinler için kullanım, duruma göre değişkendir. Orta yaşlarda en çok gerek duyulan yalnızlık, arkadaş veya aile kontrolünde olmalıdır. Yaş geçmiş bizden diyorsanız, siz istemeseniz de bazen bir merkeze yatırılarak almak zorunda kalabilirsiniz. Bu tamamen yaşanmışlık sonrası geleceğiniz son nokta ile bağlantılıdır. Böyle durumlarda tehlikeye kapılmayın, alışmaya çalışın.

Doz Aşımı:
Çakırkeyiflik süreciyle başlayan doz aşımlarında; kusma hissi, kalp çarpıntısı, stres, midede yanma, düşünememe, odaklanma sorunu, ağız kuruluğu, titreme, üşüme, bazen de terleme şeklinde görülebilir. Stres fazlalığına yol açtığı durumlarda, yalnızlığı direk olarak kesin. Biraz hava alın, deniz kıyısına gidin, ne biliyim bir şeylerle uğraşın.

Saklanma koşulları:
Saklamaya gerek yoktur. Artık her yerde bulmak mümkün. Ama fazla almışsanız, gerekli olur diye de eşe dosta dağıtmayın. Sonra sorumluluk size ait olur.

Ticari Takdim:
Almak için para ödemiyorsunuz. Ama doz aşımlarında, çok para harcamanız bile kurtulmanız için yetmeyebilir.

Endikasyonları:
Kalabalık ortamlar sıkıntı verdiğinde,
Çok popülerlik fayda getirmemişse,
Arkadaşlık ortamları değerlendirilmek istendiğinde (test kiti paketini kullanın),
Yaşlılık hissinde,
Baş ağrıları,
Dinlenme ihtiyacı,
Sorunlu ergenlikte (kontrollü olarak).

Kontrendikasyonları:
Yardıma muhtaç olan kişilerde kullanılması sakınca doğurabilir. Hamile ve çocuklara tavsiye edilmez. İyice öğrenmeden, bilmediğiniz şeylerden uzak durun.

Beklenmeyen etkiler görüldüğünde, lütfen yakınlarınıza başvurun, bizi bu işe karıştırmayın! Bu arada, farklı versiyonları çıktığında, güncelleme yapmayın. Sorun yalnızlıkta değil, sizde biter.

Emre Türker

Picture: deviantart

30 Ocak 2009

Sen ve Ben

Senden tamamen bıktığımı, seni bırakmak için elimden ne geliyorsa yaptığımı, nereden başladım bu ilişkiye diye kendimi sorguladığımı ve hatta seni nefret dolu sözlerle ifade ettiğimi bilmem anlıyor musun?

Uzun zamandır bir beraberliğimizin söz konusu olduğu ortada. Seni etkilemek için benim bir çaba göstermediğimi de inkâr etmiyorum. Söylemek istediğim bir konu var. Bu beraberliğimiz beni kötü etkiliyor. Beraberlik süresi içinde moralim bozuluyor, canım sıkılıyor, hiçbir iş yapmak içimden gelmiyor. Bana hem maddi, hem manevi zarar veriyor, ufak tefek de olsa vaktimi çalıyorsun. Seninle birlikte olduğum bunca vakti, oturup masa başında bir kitap okuyarak geçirsem, müzik dinlesem, etrafımda gelişen çeşitli etkinliklere katılsam, belki daha mutlu olurdum demeden duramıyorum.

Öyle zamanlar oldu ki; bazı arkadaşlarımdan senin varlığın yüzünden, benimle görüşmek bile istemediler. Seni her an ailemden saklamak zorunda kalıyordum. Senin varlığını şu an kabullenseler bile, artık ben rahatsız oluyorum. Çok ince, keyifli ve narin olabilirsin ama bunlar bana yaramadıktan sonra hiçbir kıymeti yok. Bu nedenle seninle beraber olamam.

Senin yokluğuna kendimi hazırlamaya başladım bile. Sen olmadığın ilk zamanlarda, canım sıkılacak, moralim bir süre yerinde olmayacak, hatta bazı zamanlar sana kavuşmak için kendimi bile tutamayacağım anlar meydana gelecek. Çünkü önceleri senden bir an bile ayrı kalamazdım. Önce seni bulur, sonra ne yapacaksam yapardım. Bunların hiçbirini inkâr edemem. Ayrıca dudaklarımla birleşmiş olan varlığın, kendimden geçmemi sağlardı. Ama yine de seninle bir olmamızı onaylamıyorum. Bir şekilde kopmamız lazım.

Şimdiye kadar seni sevmedim mi? Ufak tefek ayrılıklardan sonra yanına gelmedim mi? Seni her an yanımda bulmak istediğim anlar olmadı mı? Elbette oldu. Şimdi bile senden vazgeçemeyeceğimi söyleyebilirim. Kaldığımız yerden devam etmesini isteyebilirim. Ama sen benim için son kez bitmelisin, bir daha sana dokunmak istemiyorum. Zaten nasıl oldu da başladım, bilmiyorum.

Her şey güzeldi demeden edemiyorum. O eski günlerimize ait tüm yazdığım yazıları saklayacağım. Biliyorum ki her şeyi birden kesip atmak imkânsız olsa gerek. Önceleri birkaç gün bir araya gelip tekrar birlikte olup olamayacağımıza bakarız. Biliyorum ki yaşamım boyunca seni istemsem de her an göreceğim, ne de olsa bazı arkadaşlarımız aynı. Ama umarım tekrar bir araya gelmeyiz. Senin de dile getirmek istediğin şeyler olabilir. Ağzın var dilin yok, bir konuşabilsen belki neler neler söyleyeceksin. Bildiğim bir şey varsa, o da bana mutluluktan çok acı getirdiğindir.

Seni fırlatıp atmak isterdim ama bunca zamanın hatırına bunu yapamam. Beni bir daha bulmamanı rica ediyorum. Biliyorum ki nasıl olsa ilk beraberliğin de benimle olmadı. Benim gibi niceleri çıkacak karşına. Benim aklıma sen geleceksin. Başkası ile seni her görüşümde iç geçireceğim. Ama herhalde buna da alışırım. Nelere alışmadım ki. Umarım bana verdiğin zararı başkasına vermezsin.

Sana benden sonraki yaşamında başarılar dilemiyorum sigara. Dilerim bundan sonra kimsenin başına bela olmazsın.

Emre Türker

Sana bu mektubu yazdığımda, sene 1994 yıllarıydı, anısına hala saklarım... Ara ara bitirsek de ilişkimizi, hala kopamadık. Ne çılgın bir çelişki...

picture: deviantart

29 Ocak 2009

Arkadaş

Günler geçti yaşadık kendimizi bildik bileli
Bilemezdik bir gün gelir de ayrı düşeriz diye
Kimse kopartamaz derdik soranlar olursa bize
Ayrı düşmek ölümlerden ölüm olurdu belki de
Bilir miydik hiç tüfek omuzda arkadaş diye
Sabahı bekler miydik yalnız gün ışıyana kadar
Dünyanın iki ayrı parçası değil miydik biz
Biz neydik, ne olduk arkadaş bu hayatta
Ayrı düştük ne olduğunu bilemedik bu yolda
Döneriz diye yeminler ettik üzerine, bekledik ama
Sen dönmedin günler geçip de uzaklaştığında
Ve şimdi ayrıldık işte tüm gerçekler gibi
Soran olursa siz neden ayrısınız diye bize
Arkadaşlık asla görünmez diyerek başlarız işe
Sis olup duman salar ineriz yeryüzüne
Yağmur olup yağar ıslatırız çıplak tenimizi
Güneş olup yakar hissettiririz sıcaklığımızı
Ama asla görünmeyiz biz yalan dünyaya
Bir kavram olur yer ederiz düşüncede
Ve ne olursa olsun hep deriz
Ayrılmaz kopmaz bir arkadaşız biz diye

Emre Türker

Picture: deviantart

Ruhun Mevsimi

Dünyadan kopmaya başladığımız bir andı bu. Bir şekilde ulaşmalıydık yeryüzüne, hiç değilse sevincimizi anlatmalıydık varoluşa. Gökyüzünden şimşekler kopmaya başladığı an, gecenin karamsarlığı sararken çevreyi, biz yine yıldız olmayı başaramadık. Çünkü değişim yaşayan biz bulutlar, bulut olmaktan öyle mutluyduk ki, varoluşa yağmur damlalarını ekleyiverdik.

Öyle bir yağmurdu ki bu oluşan,

SELE DÖNÜŞEN GÖZYAŞININ ŞAHİDİ OLUVERİRDİ İNSANOĞLU.

Emre Türker

Picture: deviantart

28 Ocak 2009

Geçmişten Kareler

Dedemin kaybettiğimde, henüz 12 yaşındaydım. O koca adam, Niğde’deki en iyi saat tamircilerinden biriymiş. Saat vermeleri için çaba falan da harcamazmış. Hatta çoğu zaman işine geldiği gibi hareket edermiş. Benim görmediğim bir dönem. Ben onu İzmir Şirinyer’deki müstakil küçük evlerinden tanırdım.

Yaz tatillerini heyecanla beklerdim. Benim için en anlamlı tatil; denizin kokusu, parklar-bahçeler değil, o küçük ev olmuştur. Eski naylon leğenlerin içine su doldurup oturmayı, denize girmeye tercih etmişimdir. Her hafta sabah erkenden kalkıp, tren istasyonunun hemen ilerisindeki garın gazetecisinden (şimdi oraya metro yapıldı) Temel Reis’imi almaya giderdim. En büyük zevklerimden biriydi. Akşam vakitlerine doğru ablamla dondurmacıya, oradan da parka giderdik. İçinde tavşanların, ördeklerin olduğu bir parktı. Şimdilerde mekân bozulmuş, o ayrı konu. Bir de geri dönerken, her akşam acıyıp da tartıldığımız, yaşlı tartıcı amca vardı. Bir gün onu hiç göremez olmuştuk.

İzmir’de küçük bir seyyar tezgâhı vardı dedemin. Rahmetli anneannem, onun seyyar arabasını gara kadar götürürdü. Sonra dedem tezgâhın başına geçer, arada bir nargilecilerle birlikte takılır, caddeyi seyrederken höpürdeterek kahvesini yudumlardı. Seyyar arabada en çok sevdiğim şey, arkasında eski Türk sinema artistlerinin resimleri olan küçük aynalardı. Dedemden istemeye çekinirdik de, anneanneme söylerdik. O da bize verirdi tabi.

Bir gün, satmak için dedemden bir kutu bulaşık teli istemiştim. “Olmaz yapma etme” derken alıverdim hepsini, geriye döndüğümde kutu boştu. Dedem şaşırmıştı. “Hey evlat, nasıl sattın onları?” Aslında ben satmamıştım, yani öyle sayılır. Elimdeki kutuyla sessizce dolaşırken, bir dükkân sahibi beni çağırmıştı.
“Ne yapıyorsun” dedi bana.
“Bulaşık teli satıyorum amca.”
“Böyle satılır mı çocuk, bak nasıl satılır, sana göstereyim” dedi ve etraftaki tüm komşu dükkânları yanına çağırdı. Hepsi de birer tane aldı ve bitti koca kutu. Ama adım büyük adama çıkmıştı, o da gurur verirciydi benim için. Hatta öyle çok inanmışım ki, evin yakınlarında kurulan panayırda, su satmak için anneanneme yalvarmıştım. Bana verdikleri buz gibi şişeden elim donmuş bir şekilde etrafta aval aval dolaşırken, yine birileri gelip içti suyumu. Acaba ben miydim satan, yoksa masumluğum mu, bilmiyorum. Şimdilerde bu tip masumlukları dilenme aracı olarak kullanıyorlar. Aradaki masumlar ise, artık barındırılmıyor.

Fuar, başka bir alemdi. Lunapark ve hayvanat bahçesi, benim gitmek istediğim yerlerin en başında gelirdi. Şimdi hayvanlar biraz hüzünlü, lunapark da neşesiz…

Anneannem, erkeğe hizmet etmeyi kendine amaç edinmiş bir kadındı. Ömrünün sonuna kadar, bana hizmet etmeye çalışmıştır. Benden önce dedeme, dayıma ve sonra bana. Hayatta ne borçluysam, en çok ona olacaktır. Rahmetle…

Annemin verdiği değil de anneannemin verdiği para, bana daha tatlı gelirdi. Çünkü usulca verirdi bana o paraları. Sanki aramızda gizli bir anlaşma varmış gibi…

Ev telefonları, eskilerde pek yoktu. Komşularda vardı. Bir gün bizi aradıklarında, pırlanta kalpli ev sahibimiz Asiye teyzem gelip kapımızı çalmıştı. O gün, annemin çığlıklarıyla çınladı merdiven boşluğumuz. Dedem Mustafa’nın hayata gözlerini yumduğu haber veriliyordu. Bir sabah yine kahvesini istemiş, ama içmeye fırsat bulamadan sessizce ruhunu teslim etmişti.

Öncesinde bir gün, İzmir’deydik. Dedem yine sigarasını kahvesiyle tüttürüyordu. Kül aniden yere düşmüş ve halıda ufak bir yanık izi kalmıştı. Usulca seslenmişti bana dedem. “Oğlum, o külü dışarıya atıver.” Neden bilmiyorum ama anneanneme söyleme isteği duymuştum. Sonra kısa bir tartışma olmuştu. Neden anneannem Şükriye hanımı çağırmıştım ki? Belki daha sonra o yanık için biraz didişeceklerdi fakat konu bu kadar uzamayacaktı. Çocuktum, ama hala unutamadım o külü. Ateşin düştüğü yer, kalbimin tam ortası olmuştu.

Aslında hatıralar ve içinde yer alan çocukluk yılları, çok güzel şeyler. Tabi bunu gerçekten değerlendirme fırsatımız elimize verilmişse… Ömür geçip gidiyor ve bizler, gereksiz nedenlerle yakınlarımızı kırıyoruz. İsra suresinin 23. ve 24. ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Senin Rabbin, O’ndan (Allah’tan) başkasına kulluk etmenizi ve anne-babaya iyilik etmeği emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhametle alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öylece merhamet et.” Bu derece kesin bir yargıdır aslında anne ve babaya hürmet. Sevgimiz annemizeymiş, anneannemizeymiş, dedeye veya babaya uzanmış, fark etmez.

Hadi ben çocuktum, bilmiyordum. Peki, aklımız başımızdayken neden istemeden de olsa onları üzebiliyoruz? Sonradan pişman olacağımız şeyleri neden yapıyoruz?

Ne kadar anlam veremesek de, yine de kırıcı olabiliyoruz. Ben her zaman, dedemin örneğiyle hareket etmişimdir. Ne zaman aileden birisini kırsam, o olay aklıma gelir, yumuşarım. Kalp, temizse güzeldir. Saygı ve sevginin, gönüllerden kopmaması dileğiyle…

Emre Türker

27 Ocak 2009

Görüp De Yakalayamadıklarımız

Aşağıdaki deney, bazıları için oldukça normal görünebilir. En azından, bir konu üzerinde yoğunlaşmayan hiç kimse, onun içeriğiyle ilgilenmeyecektir. Ama bu biraz daha farklı… Yani evrensel bir dil olan müzikten yola çıkılarak yazılmış. Yazının gerçek çevirmenini bulamadığımdan, ben de internetteki birçok kişi gibi, gelen mailden yola çıkarak bu yazıyı yayınlayacağım. Sadece içeriği konusunda, washingtonpost 'un Pearls Before Breakfast yazısından alındığını öğrenebildim. Ben yazıyı genel olarak, stresli yaşam içinde görüp de yakalayamadıklarımız olarak değerlendiriyorum...

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Picture: Joshua Bell

İkilem

Picture: deviantart
Takılıp düşmek üzere kaldırımla yüzleştiğin an
Zaman duruyor

Pişmanlıkların diz boyu olduğu yerde
Yaşamın ders verdiği bir mekânda
Sıranın en önünde
İzliyoruz.

Ayağımıza takılan taşta mı suç,
Onu görmeyen bizde mi?

Geriye dönmek için çok geç,
Yağmuru beklemek için ise, henüz erken

Aranan mutlu tabloyu bulmak için,
İyi yaşayacak
Ve sonunu bekleyeceksin

Takıldığımız şeyler bahane
Dünya fani
Hayat kısa

Emre Türker

My Name Is Earl

Tür: Komedi / Polisiye
Süre: Bölüm başı 22 dakika
Oyuncular: Earl Hickey (Jason Lee), Randy Hickey (Ethan Suplee), Joy Turner (Jaime Pressly), Catalina (Nadine Velazquez), Darnell Turner (Eddie Steeples)
Ömrünün çoğunu kötülük yaparak geçiriyor. Hiçbir baltaya sap olamamış. Çevredekilerin iyi niyetini de kötü emellerine alet etmiş. Herkes ondan nefret ediyor. Toplum için bir pislikten başka bir şey ifade etmiyor. Tabi şimdiye kadar…

İşte karşınızda Earl Hickey (Jason Lee)!

Bir gün, Joy (Jaime Pressly) adında bir kadınla tanışır. Kendisini sarhoş eden bu kadınla aniden Vegas’a gider. Ayıldığında onunla çoktan evlenmiştir. Ayrıca Joy’un hamile olduğunu da sonradan öğrenir.
Earl, bir gün kazı kazandan 100 bin dolar ikramiye kazanır. Fakat o sevinçle yola koştuğunda, kendisine bir araba çarpar. Kazanın ardından piyango biletini kaybetmiş, kendisi de hastaneye kaldırılmışlardır. Kardeşi Randy’i (Ethan Suplee) bileti bulmaya gönderir, fakat sonuç alamaz.
Ayrıca Joy da, kendisini terk edip bar işleten Darnell Turner (Eddie Steeples) yani diğer adıyla yengeç adam ile yaşamaya başlamıştır.
Hastanede bir TV programı seyrederken, karma felsefesiyle tanışır. “ne ekersen onu biçersin”
Oradan çıkar çıkmaz, kardeşi ile bir otele yerleşir. Oteldeki Meksikalı kaçak göçmen hizmetçi Catalina (Nadine Velazquez ) ile kardeşi Randy, çok geçmeden arkadaş olmuşlardır. Earl, onların yanında sesli düşünmeye başlar. “İyilik yaparsan başına iyi şeyler gelir. Kötülük yaparsan dönüp seni bulur.”
Earl için yeni bir dönem başlamıştır. Bugüne kadar yaptığı tüm kötülüklerin listesini çıkarır. Listedeki kişileri bulup, onlara yaptığı kötülükleri itiraf edecek ve bunları telefi etmeye çalışacaktır. Böyle bir düşünceyle sokağa çıktığında bir mucize gerçekleşir ve kaybettiği piyango bileti, uçarak ayağının dibine gelir.

İşte Earl’ün yeni dönem hayat hikâyesi bundan sonra başlıyor. Bu dizede; saf kardeş Randy, seksi hizmetçi Catalina, asabi güzel Joy ve onun Earl’den sonraki eşi insancıl Darnell, dizinin vazgeçilmez elemanlarıdır.

My Name Is Earl, bu güne yapılan en anlamlı komedilerden birisidir. Her bir bölüm ayrı macera, her bir bölüm ayrı bir ders, her bir bölüm ayrı bir komedi dalgasıdır. Bölümlerin her biri çok başarıyla devam ediyor. CNBC-e de belli dönemlerde yayınlanan bu müthiş komedi, kaçırılmaması gerek bir dizidir. Bundan yıllar önce The Cosby Show (Türkiye’deki adıyla Cosby Ailesi), birçok izleyicinin vazgeçilmezlerinden olmuştu. Ayrıca Cosby Ailesi’nin en güzel özelliği, aileye hitap ediyor olmasıydı. Şimdilerde ise, genel olara geyik diye hitap ettiğimiz komedilerle yetinmek durumunda kalıyoruz. Bu anlamda My Name Is Earl, pırlanta değerinde…

Emre Türker

Picture: impawards

26 Ocak 2009

Ben Bir Kralım Gökyüzünde

Ben bir kralım gökyüzünde
Yıldızlarla sonsuzluğu paylaşan
Sonsuzluğu yaşayan

Ben bir kralım gökyüzünde
Kuşlarla şarkı söylerim
Geceyi gündüzü dinlerim

Ben bir kralım gökyüzünde
Herkes önümde diz çöker
Onları seyrederim

Ben bir kralım gökyüzünde
Bir gün yıldızım parlayacak
Bir gün güneşim aydınlatacak

Ben bir kralım gökyüzünde
Uçmayı severim
Dağları delerim

Ben bir kralım gökyüzünde
Hayranlarımı bilirim
Ufuktaki çizgiyi silerim

Ben bir kralım gökyüzünde
Ölümü seyrederim
Ve de onunla giderim

Ben bir kralsam gökyüzünde
UMUTULMAM…

Emre Türker

Passengers (2008)

Türkçe Adı: Yolcular
Tür: Dram / Gizem / Romantik / Gerilim
Yönetmen: Rodrigo García
Süre: 93 dakika
Oyuncular: Anne Hathaway, Patrick Wilson, Andre Braugher, Dianne Wiest, David Morse, William B. Davis, Ryan Robbins, Clea DuVall, Don Thompson, Andrew Wheeler, Chelah Horsdal, Karen Austin, Elzanne Fourie, Stacy Grant, Conner Dwelly
Türkiye’de “Yolcular” ismiyle gösterime girmiştir.

Pinewood yakınlarına düşen bir uçakta, 109 kişiden sadece birkaç kişi kurtulabilmiştir. Claire Summers ‘dan (Anne Hathaway), bu kazada kurtulanların tekrar eski psikolojilerine kavuşmaları için, onlarla grup terapisi yapılması istenir. Claire’in yapması gereken, yolcuları bu terapiye ikna etmek olacaktır.

Yolculardan Eric (Patrick Wilson), Claire’in bazı kişisel bilgilerine sahip gibi görünmektedir. Diğer yolcularla grup terapileri yapılırken, Eric’le yalnız görüşmeye başlar. Uçak kazasına sebebiyetin pilot hatası mı, yoksa havayolu şirketinin bir kusurundan mı kaynaklandığı sorgulanmaya başlayınca, esrarengiz olaylar gerçekleşmeye başlayacaktır.

Filmde çok fazla hareketlilik görünmese de, gizemli olaylar serisi birbirine güzel adapte edilmiş. Başlangıç noktası, bir an Lost dizisini hatırlatıyor.

Emre Türker

picture: impawards

25 Ocak 2009

Saat Kaç?

>> Saat Kaç? <<

Her taraf alaca…
Öyle bir anındayım ki hayatın,
dünya kararıyor mu, aydınlanıyor mu,
bilmiyorum.
Saat kaç?

Her taraf alaca…
Öyle bir anındayım ki hayatın,
güneş batıyor mu, doğuyor mu
bilmiyorum.
Saat kaç?


Her taraf alaca…
Öyle bir anındayım ki hayatın,
akşam mı oluyor, sabah mı
bilmiyorum.
Saat kaç?


Akan zamanda bir “an”ı koparıp paranteze almak ise sanat, o halde saat kaç?

Cengiz Çekil


>>What Time Is It?<<

Everywhere is twilight…
I am at such a moment in my life,
I don’t know
if the world is getting lighter or dark,
What time is it?

Everywhere is twilight…
I am at such a moment in my life,
I don’t know
if the sun set sor rises.
What time is it?

Everywhere is twilight…
I am at such a moment in my life,
I don’t know
if it’s almost morning or nigt.
What time is it?


If art is extracting a “moment” from life and putting it in parentheses, then what time is it?

Cengiz Çekil

Mirrors (2008)

Türkçe Adı: Aynalar
Tür: Korku / Gizem / Gerilim
Yönetmen: Alexandre Aja
Süre: 112 dakika
Oyuncular: Kiefer Sutherland, Paula Patton, Cameron Boyce, Erica Gluck, Amy Smart, Mary Beth Peil, John Shrapnel, Jason Flemyng, Tim Ahern, Julian Glover, Josh Cole, Ezra Buzzington, Aida Doina, Ioana Abur, Darren Kent
Aynalar adıyla Türkiye’de gösterime giren film, görsel içerik ve hayal gücüyle süslenmiş gerilim korku dalında gizemli bir yanılsamadır.

Ben Carson (Kiefer Sutherland), alkol ve kişilik problemleri yaşayan eski bir polistir. 5 yıl önce yanmış Mayflower mağazasında gece bekçiliği yaparak yeniden hayata sarılmak ister. Kız kardeşi Angela (Amy Smart), kendini toparlayabilmesi için Ben’e evinde bir oda açmıştır. Ben’in amacı, ani tepkiler gösterdiği içi onu terk eden eşi Amy’ye (Paula Patton) ve çocuklarına yeniden kavuşmaktır.

Mayflower’de çok fazla ayna vardır ve dikkatli bakıldığında, üzerlerinde çeşitli el izleri görünmektedir. Aynadaki yansımalarla gerçekler görüntüler arasında oluşmaya başlayan bu farklılık, Ben Carson’ın hayatını etkileyecektir.

Mirrors, izleyenleri tedirgin eden bir yapımdır. The Hills Have Eyes’ın da yönetmenliğini yapan Alexandre Aja, korku dalında yine başarı yakalamış gibi görünüyor. Son zamanlardaki sırf çekilsin diye yapılmış korku filmleri düşünüldüğünde, izlemeye değecek bir görsel şölen denilebilir.

Emre Türker

picture: impawards

24 Ocak 2009

Big Fish (2003)

Türkçe Adı: Büyük Balık
Tür: Macera / Komedi / Dram / Fantastik
Yönetmen: Tim Burton
Süre: 125 dakika
Oyuncular: Ewan McGregor, Albert Finney, Billy Crudup, Jessica Lange, Helena Bonham Carter, Alison Lohman, Robert Guillaume, Marion Cotillard, Matthew McGrory, David Denman, Missi Pyle, Ada Tai, Arlene Tai, Steve Buscemi, Miley Cyrus, Danny DeVito
Big Fish için akla gelebilecek ilk şey, yaş ilerledikçe içerdeki çocuğun hiç büyümediği masalsı dünyanın canlandırılmasıdır. Animasyonlar, çizgi hikâyeler, masallar, kabullenmesek de aklımızın bir köşesine kazınmış, belli aralıklarla hissiyatımızı dürtüklemektedir. Big Fish’in yönetmeni Tim Burton da böyle biri. Masallardan, efsanelerden, çizgilerden etkilenerek hareket ediyor, hayal gücünü oldukça zorluyor. Türkiye’de bilinen adı Büyük Balık’tır.

Oldukça kabarık ve seçkin bir oyuncu grubuyla kurulu bu filmde, çok emek harcandığı açıkça görülüyor. Konusu ise şöyle: Ed Bloom ( Gençlik yılları Ewan McGregor, yetişkin dönem Albert Finney), yaşamındaki olaylara hayatı boyunca farklı gözlerle bakmış biridir. Oğlu Will’e (Billy Crudup) kendisini de içine kattığı efsaneler anlatarak, onun bu olaylara inanmasını sağlamış ama Will büyümeye başladıktan sonra, aralarındaki sıcaklık zamanla soğumuştur.

Ed’in çok hasta olduğunu annesi Sandra’dan (Jessica Lange) öğrenen Will, üç yıldır yüz yüze görüşmediği Alabama’daki babasının yanına gidecektir. Artık Will için, Ed Bloom’um masalsı hayatının içindeki gerçekleri bulma zamanı gelmiştir.

Masalsı dünyadan ve fantastik öğelerden hoşlananlar için, oldukça önemli sayılabilecek Big Fish, genel anlamda her kesimin hoşlanabileceği bir tarz değildir. Fakat içinde birçok türü bir arada bulunduran filmde, izleyici sınıflandırması yapmak zordur. Seyrederken, ne anlatılmak istediğine önem verilerek izlenirse, olaylara bakış açısı daha farklı olacaktır.

Emre Türker

picture: impawards

23 Ocak 2009

Sıraya Girelim

Bir dizi halinde geçen zamanda, başlıca iki grup tanırım. Sıraya girenler ve sıraya sokanlar.

Sıraya sokanlar, hayatın akışını belirleyen etkenlerdir. Onların müdahalesi olmadan, hiçbir yere gelemezsiniz. Bir okula girmek istiyorsanız, sıralamaya alanların hedefini tutturmalısınız. Bazen de önemli kişileri tanımanız, sizin önde başlamanıza yardımcı olur. Genelde adam kayırma olarak bilinen bu tez, nefes aldığınız sürece işe yarar. Ama iş teorikten pratiğe geldiğinde, ateşe ilk atlayan o olur ve destekçileri de bu alevden payını alır.

Sıraya girenler, bir el ateş edildikten sonra hedefe varmak için tüm enerjilerini harcarlar. Hazırlıklısız yakalananlar, nefesini tamamen tüketerek kozlarını ortaya koyar ve kaybeder. Çünkü sadece tek hakları vardır ve onu da kullanmışlardır. Bunun yanında önceden hazırlananlar, ilerisi gerisine bakmadan emek harcar. En son yapacağı şey ise, başlangıç yerine tekrar geri dönmek olur. Ondan sonraki adımları daha kararlı olduğundan, yolun sonundaki ışıktan nasibini alır.

Geçen gün bir bankaya gittim. Fatura ödemek için numara almak istedim. Maalesef bankanın müşterisi olmadığımdan, ikinci sınıf düğmesine basmıştım. Sıralamaya bir sıfır yenik başladığımdan, gelip geçenlere seyirci oldum. Yaklaşık bir saat kadar sonra, amacıma ulaşmıştım ama zamanla yarışırken tükettiğim enerjiyi kazanmam, zor olmuştu. Demek ki, liderlerinden kartınızı almamışsanız, içeriye girmeden önce tekrar düşünmeniz gerekirmiş. Bu nedenledir ki, otomatik ödemelerin taraftarı olmayı kabul etmişimdir.

Çokça bahsediyorum ama sıralamada en güzel örnek, bankalardır. Çünkü ortadaki şey paradır ve yaşamak için onu değerlendirmek durumunda kalırsınız. Eğer siz içeriye girmiyorsanız, bunun sorumlusu olarak ilk gişedekiler yargılanacaktır, sıraya sokanlar değil. Eğer içeriye giriyorsanız, bazı şeyleri anlamalısınız. Düğmeye bastığınızda gördüğünüz rakamla, yanıp söken ışıklı tabelalar arasındaki mesafe, sizin zamanınızı belirler. Surat asmanın ya da ortalığı kaldırmanın size faydası olmaz.

Bizler sıraya girmeyi beceremedikçe, sıraya sokanlardan bir şeyler beklemek boşuna olacaktır. Müşterilerle ilişkili olarak çalıştığım bir firmada, onların neden beklemeyi öğrenemediklerini düşünmüşümdür. Firmanın alacağı önleme bakmadan, özel doktorların yaptığı hazırlıkları örnek aldım. Önceleri konumuzla ilgili birkaç dergi, sonra da konumuz dışı birkaç dergi getirdim. Bazen de çok beklemek zorunda kalacakları durumlarda, sonra gelmeleri konusunda uyardım. İnsan olana yaramıştı söylediklerim, bu sıfatın dışındakileri ise çılgına çevirmişti. Çünkü bekleten, işimi yapmaya aciz olan benden kaynaklanıyor olduğu düşüncesindeydi. Ben ya da başkası, müşteri karşısında bekletmeyi hiçbir zaman sevmeyeceğimiz ortada. Ne kadar bekleyen olursa, siz de o kadar gerilirsiniz zaten. Bu nedenle sizden beklenen, en yumuşak havanın korunmasıdır. Elinizden geleni yaparsınız, sonrasında beklemeye başlarsınız. Olumsuz sonuçların da her zaman var olabileceğini unutmamak lazım.

Bunun yanında, gişe başında bekleyenlerin intikamı diye bir şey vardır. Birinci intikam, başka bir yere gittiklerinde, kendisine yapılanları masumlara ödetmektir. Siz bu işi başardığınızı düşünüyorsanız, karşınızdakine de öğretmeye kalkarsınız. Söylenenleri işitmişsinizdir “ben böyle yapmıyorum ama” “eşek gibi de yapacaksınız, işin bu” “başka eleman yok mu burada”.

Doğumdan ölüme kadar hepimiz bir sıradayken, bu acele niye?

En güzel sıralamayı kuşlarda yakalamışımdır. Özellikle göç edenlerde lider olan sıralamacının peşinden, onun belirlediği çizgiden hiçbiri şaşmaz. Nereye gidileceğini en öndeki belirler. Lidere olan güvenleri, yaşamalarını sağlayacaktır. Çünkü kuşlar, bir adım öne geçmek için öndeki grubu ezmenin mantığını öğrenmemişlerdir. En arkadakinin bile, neden sonda olduğu gibi bir düşüncesi yoktur. Çünkü gidilecek yer aynıdır, önemli olan öndekinin çizeceği yoldur.

Emre Türker

picture: deviantart

2:37 (2006)

Tür: Dram
Yönetmen: Murali K. Thalluri
Süre: 99
Oyuncular: Teresa Palmer, Frank Sweet, Sam Haris, Charles Baird, Joel Mackenzie, Marni Spillane, Clementine Mellor, Sarah Hudson, Gary Sweet, Amy Schapel, Xavier Samuel, Chris Olver, Camille Qurban, Olivia Furlong, Daniel Whyte, Dominic Pedlar, Irena Dangov, Bryce Nankivell, Mark 'Crafty' Dean, Elsie Kinnaird, Michael Griffin, Adam Balales, John Ovenden, Peta Long, Alan Matthews
Avustralya’da çekilen, daha henüz 22 yaşındaki Murali K. Thalluri’nin yönettiği, şimdiye kadar izlediklerimizden çok farklı bir görsellikte, filmin anlatımında kelimelerin yetersiz kaldığı ve Cannes film festivalinde izleyenlerin ayakta alkışladığı etkileyici bir yapım…

Okul tuvaletinin önünde, içerden kilitlenmiş kapıyı açması için kapıyı yumruklayan bir kızın yardım çağrısı ile film başlıyor. Kapı önünden akan kan, içeride birinin intihar girişiminde bulunduğunu anlatmaya yetiyor.

6 genç öğrenci; Melody (Teresa Palmer), Marcus (Frank Sweet), Luke (Sam Haris), Steven (Charles Baird), Sean (Joel Mackenzie) ve Sarah (Marni Spillane) kendilerini kısa aralıklarla tanıtmaya çalışacak. Her biri ayrı bir sorunla yüzleşirken, onların birbirleriyle bağlantıları gözlemlenecek. Olayın gerçekleştiği an yaklaşırken, izleyici de intihara en yatkın karakteri bulmak için düşünmeye sevk edilecektir.

İçerdiği argo konuşmalar, aslında birçok gencin vazgeçilmezi olarak düşünüldüğünde, filmi yadırgamamak lazım. Görselliğiyle hislere dokunuş, oyuncuların gerçekçi tavırları ve anlatımdaki şiirsel hava, filmin kalitesini kanıtlamaya yetiyor.

Emre Türker

picture: impawards

22 Ocak 2009

A la folie... pas du tout (2002)

Türkçe Adı: Seviyor... Sevmiyor...
Uluslararası Adı: He Loves Me... He Loves Me Not
Tür: Romantik / Gerilim
Yönetmen: Laetitia Colombani
Süre: 95 Dakika
Oyuncular: Audrey Tautou, Samuel Le Bihan, Isabelle Carré, Clément Sibony, Sophie Guillemin, Eric Savin, Michèle Garay, Élodie Navarre, Catherine Cyler, Mathilde Blache, Charles Chevalier, Michael Mourot, Yannick Alnet, Nathalie Krebs, Sophie Vaslot
Dünyada yaygın olarak bilinen adıyla He Loves Me... He Loves Me Not, Türkiye’de Seviyor... Sevmiyor... olarak tanındı.

Angelique (Audrey Tautou), güzel sanatlar dalında başarılı bir öğrencidir. Loic (Samuel Le Bihan) adında kendisinden yaşça büyük bir doktora aşık olur. Fakat sevdiği bu adam evlidir ve karısı Rachel (Isabelle Carre) de hamiledir. Angelique’in sevgisi o kadar büyüktür ki, karşısında hiçbir engel tanımaz. Arkadaşları bu ilişkinin ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalışsa da, o sürekli hediyeler göndererek içinde ateş gibi büyüyen bu sevgiye olan inancı korumaya devam edecektir.

Aslında film için söylenecek çok şey var. Fakat anlatılacak her olay, verilecek her örnek, izleyicinin filme olan seyir zevkini köreltecektir. Anlamlı bir sonla perdenin kapanacağı ipucu gösterilerek, açıklamayı bitirmek gerekiyor.

A la folie... pas du tout, psikolojik içeriği yüksek, insanı şoke eden harika bir yapımdır. İnsanın görüş açısını fazlasıyla zorluyor. Audrey Tautou, ne kadar mükemmel bir oyuncu olduğunu bir kez daha ispatlıyor. İzledikten sonra çevrenize önerecek, belki de tekrar izlemek isteyeceksiniz.

Emre Türker

picture: impawards

21 Ocak 2009

Bir Masaldı Sanki

Küçük kâğıt parçalarını kalabalığın ortasında sessizce uçuşturduğumuz, çocuksu atışmalarla kalpleri avuttuğumuz, inanç şerbetini kana kana içtiğimiz bir başyapıttı bizimkisi…

Vapur kalkarken, yağmur taneleri yüzüme vuruyordu. Sana emanet ettiğim, maddiyatı düşük maneviyatı paha biçilemez bozukluğu, inançla saklamıştın. Giderken, ellerini tutamadım senin. En büyük şiirdin benim için; şairi meçhul…

Sonbaharın solmuş yaprağındaki bir gözyaşı damlası, yeşeren umutların bir parçası olmuştu. Giderken, seni yüreğimde götürdüm. O tavan arasındaki titrek bekleyişin, vücudumdaki karıncaların çırpınışlarıydı. Giderken, aslında hiç gidemeyeceğimi sezmiştin de, kulağıma fısıldamaya cesaret edememiştin.

Ey Allah’ım… O kader mesajının bana ulaşması, ne müthiş bir tılsımdı. Tövbelerine doyamadığım günahlarımdan arınmak için bir süzülme miydi bu? Kırdığım kalplerin acılarını mı çekmiştim ki öyleyse kurtuluşum muydu seni bana ulaştıran, yoksa dualarına yanıt mıydım?

Hayatımın ilklerini yaşarken seninle, unutulmazlar defterinin çıkmaz mürekkebini kullandığımızı anlayamamıştım. Ben giderken, aslında her şey seninle kalmış. Geldiğimde buldum o kutuyu, açtığımda gülümsemeyi öğrendim.

Sonu gelmez paniklerimin yatıştırıcısı; dalından koptuğum anda havada yakaladığın bir yapraktım ben, asla toprağa bırakıp terk etmediğin için sana minnettarım.

Piyanonun dokunduğu parmak, havadaki oksijen, kalpteki çalkalanış, topraktaki nem, algıladığım dolgun koku, senin varlığınla canlanıyor. Bilmem kaçıncı senesinde, bilmem kaçıncı keresinde ettiklerimin cezasıysa yaptıklarım, yazıklar olsun. Geriye dönemeyeceğimiz bir dönemde, cesaretin için teşekkür ederim.

Bu yıl farklı olacak bizim için, cebimizde metelik olmasa da, kalbimizdeki mutluluk paha biçilemez.

Emre Türker


Yola Çıkarken Arkanızdan Gelenler

Kimine arkadaş dedik, kimine dost. Tatlı sözlerle avutanların peşinde düşerken, dostun acı söylediğini unutuverdik. Popüler olduğumuz dönemlerde kalabalığın sarhoşluğa kapılıp, sessizce bizi izleyenlerin fısıltılarına aldırış göstermedik. Vakit geldiğinde kimin ne mal olduğunu öğrendik ama o zaman da tren çoktan kalkmış, gidenler adres bırakmamıştı.

Nefret ettiğim keşkeler, yaşamım boyunca beni takip etmiştir. Edindiğim tecrübeler, aslında bu pişmanlıklardan aldığım hayat derslerinden geliyor. Ailemin önerilerine sıcak bakmadığım her anımda başıma bir şeyler geldiğinde olsa gerek, bana tavsiyelerde bulunmamalarını, ne yaparsam yapıyım beni desteklemelerini rica etmişimdir. Tabi uygun görülmeyenler, asla kabul edilmeyenlerdi.

Yardım topladığım dönemde, şirket içerisindeki arkadaşlarımdan şekil olsun diye birlik mesajları alırdım. Hatta durumu kötü olanlara bu kadar çok yardım etmek isteyen olduğunu bilseydim, çok daha öncesinden yola koyulurdum demiştim. Ne çok yanılmışım! Reklam olmak isteyip de her fırsatta sesini yükseltenler, şirket yöneticilerinin popülerlik düzeyinde olaya yaklaşmadığını anladıklarında, sessizce sıvışıverdiler. Sesi çıkmayanlar ise yardım elini uzatırken, kendilerinin bilinmesini istememişlerdi. Hatta bu uğurda kendimi kaybederken, başkaları bundan faydalanmayı iyi bilmişti.

Aynı şey başka bir şirkette başıma gelmişti. İntranet içinde oluşturmayı düşündüğüm çevrimiçi dergiyi kurduğumuzda, editörlüğünü yaptığım çalışmanın gerisinde kalmış, fikirlerim başkalarının yukarı çıkmak için kullandığı merdiven olmuştu.

Bir gün kurumsal amaçlar adına çıkarılan derginin yönetim kurulunda kabul gördüğümde, seçilenlerin tavır sarhoşluğu beni pişmanlık noktasına getirdi. Geriye dönerken, imzamın bile çıkarılırken tarafıma sorulmadığı bir yazıyla, hüzünlü vedalaşmalar yaşamıştım. Şimdilerde; geçmişi, seviyesizliği, samimiyetsizliği terk ettim. Sadece beni seçene saygı duyduğum bir yerdi orası. Giderken veda maili attığım kişiye selamlarımla…

Üniversite yıllarında, öğrenci pasomuzun gereksiz işler başkanlarının sorumsuzluğu nedeniyle ertelendiği için, otobüslerde yarım dönem iki kat fazla para ödediğim bir noktada, bu böyle gitmezlerle masaya yumruk atarken, arkamda en az 20 kişi vardı. Masaya el koyduktan sonra ise arkamdan gelenler, terledikleri odadan sessizce bahçeye süzülüvermişlerdi.

Bir işe baş koyacaksanız, uygulama aşamasında sadece fikirler almalısınız. Yanınızda yer almasını istediğiniz şahsiyetler, yanlış giden zamanlarda bile sizi terk etmemelidir. Bu vatan için köprüden ilerlerken geri dönüş olmadığını bilenler, arkalarından gelenlere sonuna kadar güveniyordu ama artık onlar tarih oldu. Numunelik kalmışsa elinizde, saklayın, koruyun, asla vazgeçmeyin.

Emre Türker

Aşure


Malzemeler

1,5 su bardağı aşurelik buğday
Yarım su bardağı kuru fasulye
Yarım su bardağı nohut
Yarım su bardağı kuru üzüm
10-12 kuru kayısı
5-6 adet kuru incir
1 adet elma
2 adet portakal (kabuğunu rendelemek için )
2 su bardağı şeker
1 su bardağı fındık içi
1 kaşık nişasta

Yapılışı

1.Buğdayı, nohudu ve fasulyeyi akşamdan ayrı kaplarda ıslatın. Nohudun suyuna biraz tuz katın ki dağılmasın.
2.Sabah nohudu, fasulyeyi ve buğdayı ayrı kaplarda haşlayın. Buğdayı ara ara karıştırın ve suyu azalınca tekrardan sıcak su ekleyin.
3.Kayısı, üzüm ve inciri ayıklayın ve ayrı kaplarda ıslatın.
4.Fasulye ve nohudu süzün ve buğdayın içine atarak hepsini karıştırın. Suyunu isteğinize göre ayarlayın. Ama mutlaka sıcak su koyun. Biz biraz sulu sevdiğimizden genelde sulu yapıyoruz. Kaynadıktan sonra içine kuru üzümleri atın. Elmayı soyup doğrayın. Portakalın kabuklarını rendeleyin.
5.Buğdaylar yumuşayınca şekeri atın. Ardından kayısı ve inciri de atın ve karıştırmaya devam edin. Kayısı ve incirler de yumuşayınca, ayrı bir kapta 1 kaşık nişastayı suyla boza kıvamına getirip, aşurenin üstüne karıştıra karıştıra dökün. Bir süre daha bu şekilde karıştırmaya devam edin ve altını kapatın. En son olarak içine fındıkları atın.
Üstünü de isteğinize göre nar ve ceviz ile süsleyebilirsiniz.

Figen Türker

20 Ocak 2009

Je vais bien, ne t'en fais pas (2006)

Türkçe Adı: Benim İçin Üzülme
Uluslararası Adı: Don't Worry, I'm Fine
Tür: Dram
Yönetmen: Philippe Lioret
Süre: 100 dakika
Oyuncular: Mélanie Laurent, Kad Merad, Isabelle Renauld, Julien Boisselier, Aïssa Maïga, Simon Buret
Philippe Lioret’in yönettiği Fransız filmin Türkçe adı, “Ben iyiyim, merak etmeyin.” Kendi ülkesi dışında da “Don't Worry, I'm Fine” adıyla tanıtılmıştır.

Elise Tellier (Melanie Laurent) bir diğer adıyla Lili, evine geri döndüğünde, ikiz kardeşi Loic (Simon Buret)’in babası ile tartışarak gittiğini öğrenir. Ailesine defalarca bu tartışmanın boyutunu sorsa da, cevaplar kendisine yeterli gelmeyecektir.

Loic, evden ayrılmadan önce kardeşi Elise için bir şarkı yazmıştır. Bir yandan şarkıyı dinleyip bir yandan onu arar, fakat hiçbir yerde bulmaz. Kardeşinin telefonuna bıraktığı sesli mesajlara da yanıt alamamıştır. Arkadaşı Lea (Aissa Maiga) ve sevgilisi Thomas (Julien Boisselier) da, kendisine yardım etmeye çalışacaktır.

Kardeşinin gidişini bir türlü kabullenemeyen Elise’in endişeleri, onu hastaneye yatıracak kadar derinleşmeye başlar. Çevresindeki hiçbir şey onu bulmasına engel değildir. Tek amacı, kardeşine tekrar kavuşmak ve onu geri getirmektir.

Durağan bir şekilde ilerleyen bu dramatik yapım, ortaya konan sevginin yoğunluğuyla kendini sevdiriyor. Fakat izleyici gerçek anlamda etkileyen şey, sıkça dinleyeceğimiz ve Lili için yazılmış olan film müziği olacaktır. Aaron’un söylediği U Turn şarkısı, Lili olarak akıllarda kalmaktadır. Şarkıyı dinledikten sonra, onu bulmak için sabırsızlanacağınızı söyleyebilirim.

Emre Türker

Aaron - U Turn (lili)

Lili,take another walk out of your fake world
please put all the drugs out of your hand
you'll see that you can breath without not back up
some much stuff you got to understand

for every step in any walk
any town of any thought
i'll be your guide

for every street of any scene
any place you've never been
i'll be your guide

lili,you know there's still a place for people like us
the same blood runs in every hand
you see its not the wings that makes the angel
just have to move the bats out of your head

for every step in any walk
any town of any thought
i'll be your guide

for every street of any scene
any place you've never been
i'll be your guide

lili,easy as a kiss we'll find an answer
put all your fears back in the shade
don't become a ghost without no colour
cause you're the best paint life ever made

Yann Tiersen

Eserlerinde genelde piyano, akerdeon ve keman kullanan Fransız müzisyeni, ilk olarak Amelie filmiyle tanımış ve hayran kalmıştım. Yann Tiersen; toy piyano, carillon, banjo, mandolin, hapsikord, vibrafon, bas gitar ve melodika enstrümanlarını çalmakta ve büyük bir ustalıkla müziğinde kullanmaktadır.

Fransa’da, 1998 yılında yayınladığı üçüncü albümü “La Phare” ile ünlenmiş, dünya çapındaki ünü ise 2001 yapımı Jean-Pierre Jenuet filmi Le fabuleux destin d'Amélie Poulain için yaptığı, eski şarkılarının ve yeni bestelerinin bir karışımı olan soundtrack albümü ile başlamıştır. Tiersen’in albümlerindeki eserlerin çoğu enstrümantaldir. "Amelie", 2002 yılında Yann Tiersen'e 'En İyi Film Müziği' dalında César ödülünü kazandırdı. Ayrıca aynı yıl Dünya Film Müzikleri Ödülleri'nde (WSA) Yann Tiersen 'Yılın En İyi Orjinal Film Müziği' ödülünün de sahibi oldu.

Stiliyle Philip Glass, Erik Satie, Steve Reich, Penguin Cafe Orchestra, Nino Rota ve Mogwai gibi besteci ve gruplarla aynı kategoride yer alan ve karşılaştırılan Tiersen, çalışmalarında daktilo vuruşu ve saat gibi nesnelerin seslerini de kullanmaktadır. Noir Desir ve Claire Pichet’le de çalışmış olan Tiersen’in canlı performansları da birbirinden farklı bir çizgide seyretmektedir. Değişik enstrümanları birleştirerek ve enstrümanların sınırlarını zorlayarak farklı sesler elde eden sanatçı, bu seslerle de çeşitli doğaçlamalar yapmaktadır.

Müziğindeki enstrümanlar, birbiriyle öyle uyumlu ve alışılagelmişin dışında ki, kendinizi birdenbire hiç çıkmak istemeyeceğiniz bambaşka bir dünyanın içinde buluyorsunuz.Onu dinlerken, yüzünüzde oluşan tebessümle birlikte hüzünlendiğinizi hissedebiliyorsunuz. Son zamanlarda dinlemekten vazgeçemediğim Tiersen ‘i şiddetle tavsiye ediyor, bu mükemmel müzisyeni ayakta alkışlıyorum.

Figen Türker

Kaynakça:Biyografi.info, Wikipedia

Fabuleux destin d'Amelie Poulain, Le (2001)

Uluslararası Adı: Amelie
Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
Süre: 129 dakika
Oyuncular: Audrey Tautou, Mathieu Kassovitz, Rufus, Lorella Cravotta, Serge Merlin, Jamel Debbouze, Clotilde Mollet, Claire Maurier, Isabelle Nanty, Dominique Pinon, Artus de Penguern, Yolande Moreau, Urbain Cancelier, Maurice Bénichou, Michel Robin, Flora Guiet
Tam çeviri adıyla “Amelie Poulain'in Muhteşem Kaderi”…

Dünya çapında Amelie ismiyle ün yapmıştır. Hiç akla gelmeyecek şeylerden zevk alan, kimsenin düşünmediklerine kafa yoran, ince ayrıntılara takılan, hayalperest, sevgi dolu ve sempatik bir Polyanna’nın günümüze uyarlanmış halidir. En iyi film dalında birçok ödüle layık görülen film, sıralamalardaki yerini korumaya devam etmektedir.

“3 Eylül 1973'te saat 6'yı 28 dakika 32 saniye geçe, dakikada 14.670 kez kanat çırpabilen, mavi bir sinek, Monmartre'da, St. Vincent sokağına kondu.” Baştan sona sıcaklığıyla içinizi ısıtan Amelie, bu uçuk kaçık sözlerle başlıyor. Amelie’nin genç kızlık dönemine kadar uzanan süre içinde, kendine özgü ve farklı olan bakış açısı, daha çocukluk yıllarından başlayarak ve hoş detayların üzerinden geçerek izleyiciye aktarılıyor.

Amelie Poulain (Audrey Tautou), 30 Ağustos 1997 tarihinde, evinde tesadüfen bulduğu bir oyuncak kutusunu, gerçek sahibine ulaştırmak arzusuyla harekete geçer. Böylece, beklentide olmadığı ve sıkıcı gördüğü hayatın yalnızlığından da kurtulabilecektir. Kafiyeli bir anlatım eşliğinde Amelie’nin yolculuğunu izlerken; aşkı, mutluluğu, arayışı, hatıraları ve ayrıntıları beraber yakalamaya başlayacaksınız.

Filmde; çocuk Amelie’nin tavırları, bayan Madeleine’nin evindeki ayrıntılar, Dominique Bredoteau’nun evindeki Renoir’ın “Sandalda Öğlen Yemeği” adlı tablosu, Siyah-Beyaz eski filmlerden alıntılar ve her an karşımıza çıkan Amelie’nin saf bakışları, dikkatimi çeken karelerdi.

Amelie’yi izlerken, mutluluğa bulmak için pahalı oyuncaklara ve modern ortama gerek olmadığına şahitlik edeceksiniz. Yann Tiersen’in tatlı müziklerini dinlerken, modası geçmez ezgiler sayesinde kulağınızın pası gidecek. İnsanlara farklı açılardan bakarak güzellikleri görmeye, sevgiyi sunarak yürekleri doyurmaya, hisleri anlayarak hareket etmeye çağıran Amelie, kendi tarzında bir başyapıttır.

Teknoloji çağında, mektuplaşmanın geride kalmasıyla beraber renkli pulların unutulduğu, betonarme yapılar içinde toprak kokusunun kaybolduğu, hayallerin gerçekler arasında ezilmeye mahkûm edildiği, sadeliğin basitliğe dönüştürüldüğü bir ortamda, filmden alınacak çok ders var.

Emre Türker

picture: impawards

19 Ocak 2009

Sabır Küpü Çatlarsa

Başımıza ne geldiyse, sabırsızlıktan geldi. Okurken hayata atılmaya, çalışırken bir an evvel tepelere çıkmaya, severken evlenmeye, kazanırken daha fazlasına sahip olmaya can atarız. Oysa zaman yerinde durmaz. Huzura erelim derken bir de bakmışız ki, koca ömür geçivermiş. Zamanı geri almak, insanlığın düşüdür ama bu olmayan duaya âmin demeye benzer. Sonrasında gelsin ahlar, gelsin vahlar.

Birçok insanın hayatını bitiren kumar, zamanı katledenlerin sabırsızlığından türemiştir. Yenilen pehlivan güreşe doymaz. Kazanan da hırsa kapılır. Kolay para tatlı gelir ve daha fazlasını ortaya koymaya başlar. Sonuçta ikisi de kaybeder ama paranın mutluluk getirmediğini anlamak istemezler. En büyük kazanç, kumar fişlerini almak değil, emeğe yatırım yapmaktır. Birikim yoksa reklam yapmak da zor olacaktır. Ticarette kapı kapı dolaşmak, kendini tanıtmak, hünerini ispatlamak ise, en zorudur. Çoğu zaman dereyi göremeyiz ama paçayı sıvamaktan da geri kalmayız. Koşarak atladığımız yer aslında aklın oyunu olan seraptır. Ateş bizi kavurdukça yılana sarılır, yine kaybederiz.

İşsizlik; teknolojinin hızla ilerlediği bir ortamda, sayının aynı oranla yükselmeye devam ettiği bir belirsizliktir. Çalıştığımız işi kaybetme korkusu, emekliliği görünceye ya da görmeyi başarıncaya kadar devam edecektir. İşsizlikte iki grup vardır. Bunlardan ilki, işsiz kaldığı günden itibaren elindeki bütün imkânları ortaya koyan gruptur. Hiçbir şeyi yoksa bile fikirleri, parası ve cesareti varsa ticareti, kendine güveni varsa yapabileceği tüm işleri irdeler. Tabi bunların arasında sonradan vazgeçenler de olabilir ama biz onları hesaba katmıyoruz. Aradan ya kısa bir zaman geçtiğinde, ya da yaş kemale erdiğinde sonuca ulaşılır. Bazen de mutlu son olmaz ama edinilen tecrübe mutlaka kazandırır. Ona kimsenin kızmaya hakkı olmayacaktır. İzleyenler açısından eleştirmek kolaydır ama çare bulmak zordur. Arkasından atıp tutulur, gösterdiği çabayla ilgilenilmez. Çoğunluğun kaybettiği nokta ise budur. Yani eleştirel yaklaşan ama yapıcı olmayanlar, ikinci grup olarak ortaya çıkar. Para, olanak, düşünce ve destek vardır ama cesaret yoktur. Milletin eline bakar. Çevresinden yardım almazsa, felaket tellallığına başlar. Devlete atıp tutar, ekonomist olur, lafla peynir gemisi inşa ederek ufuklara açılır ama doğal olarak hedefi göremez. Önüne küçük ama hayali büyük fırsatlar çıkar, onları da küçük görür. Çünkü hayal kurmak bir kumardır onun için, kaybettikten sonra masadan kalkmak gerekmez.

Toplum olarak sabırsız bir milletiz. Üretme sabrı göstermek yerine, hazıra konmayı kâr bilmişiz. Oysa yavaş yavaş tüketirken bilinçsizce eldekileri de kaybediyoruz, farkında değiliz.

Sabrın neresindeyiz?

Bizler, okul sıralarındayken okuduğumuz kitapları, genelde vakit kaybı olarak görmüşüzdür. Geçmiş tarihin, bir marangoz ustasına ne faydası olacaktır. Edebiyat parçalayacağımıza el işi yapsak daha iyi olmaz mıydı? Başlarız tanjanta da kosinüse de… Yıllar geçer, bakarız ki tarihteki örnekler bize ders vermiş. Edebiyatımızla müşteri çekmişiz. Hesabı kitabı yaparken, matematiğin metotlarına defalarca başvurmuşuz. Hayat böyledir işte. Yani o ders kitapları hazırlanırken, aslında birkaç kişi bir araya gelip de “matematik ve tarih gibi saçma sapan şeyler öğretelim de öğrencilerin canları sıkılsın” dememişlerdir. Uzman kişiler toplanıp, hayatta neyin ihtiyaç duyulacağını hesaplamış, ona göre kararlar vermişlerdir. Seçilen yüksek okullara göre de uzmanlık dalları belirlenerek eğitimin yönü çizilmiş. Aslında yaşadığımız sürece eğitim ve öğretim hiç bitmeyecektir. Ta ki bu dünyadan göç edinceye kadar. Çünkü teknoloji çağında gelişime kulak tıkayanlar, kuyudan çıkmak için suyun dolması gerektiğini öğrendiğinde, kaynak çoktan kurumuş olacaktır.

Günlük hayatta kullanılan soğukkanlı olmak deyiminin kökü, sabırdır. Aza kanaat etmedikçe doyuma ulaşamayız. Telaş, insanı yanlışa sürükler. Aslında dua etmek de, sabrı öğreten diğer bir etkendir. Çünkü Allah’tan istediğimiz şey için dua ederken, beklemeyi öğreniriz.

Hoşlanmadığına sabretmedikçe, hoşlandığını ele geçiremezsin. (Hz. İsa)

Emre Türker

picture: deviantart

18 Ocak 2009

North Country (2005)

Türkçe Adı: Tek Başına
Tür: Dram
Yönetmen: Niki Caro
Süre: 126 dakika
Oyuncular: Charlize Theron, Elle Peterson, Thomas Curtis, Frances McDormand, Sean Bean, Woody Harrelson, Jeremy Renner, Richard Jenkins, Sissy Spacek, James Cada, Rusty Schwimmer, Linda Emond, Michelle Monaghan, Brad William Henke, Jillian Armenante, Amber Heard
1975 yılında Kuzey Minesota'daki demir madenlerine ilk bayan işçinin işe alınmasıyla birlikte, ocakta çalışan kadınların erkekler tarafından sürekli tacize maruz kalması konu ediliyor. Kadınların çalışma haklarına saygı göstermeyen bir toplumda, para kazanmaya çalışan bir annenin gerçek yaşam hikâyesinden yola çıkılarak yapılmış film, izleyiciyi düşünmeye zorluyor.

Yıl 1989. Kuzey Minesota’daki demir madeninde çalışan kadın sayısı, erkeklerin 30’da biri oranındadır. Kocası tarafından hırpalanan Josey Aimes (Charlize Theron), kızı Karen ve oğlu Sammy’i yanına alıp Minesota’daki ailesinin yanına taşınır. Kocasından ayrılarak oradaki demir ocaklarında çalışma isteği, babası Hank (Richard Jenkins) tarafından hoş karşılanmamıştır. Hatta yanlarına geldiği için onunla konuşmaya bile tenezzül etmez.

Josey, maden ocaklarında ne olursa olsun çalışmak için girişimde bulunur. Fakat oradaki en büyük sıkıntı, okul yıllarında beraber olduğu Bobby Sharp (Jeremy Renner) adından birinin madende şef olması ve her fırsatta onu kullanmaya çalışmasıdır. Kasaba halkı bile Josey’e karşı tavır aldığı bir zamanda, bu tacizlere karşı mücadele etmenin bir yolunu arayacaktır. Üstelik işini kaybetmek istemeyen işçi kadınlar da, Josey’i yalnız bırakma noktasındadır. Josey’e kucak açan tek kişi, kadınların maden ocağındaki tek temsilcisi olan eski arkadaşı Glory (Frances McDormand) ve onun eşi Kyle’dır (Sean Bean). Daha sonra avukat olan Kyle’ın arkadaşı Bill White (Woody Harrelson) da, Josey’e katılacaktır.

Yaşadığımız dünyadaki kadınlar, her zaman hassas varlıklar olarak toplumdaki yerini almıştır. Her ne kadar yavaş yavaş bu durum değişiyor gibi görünse de, mantıktan çok duygularıyla hareket etmek, kadınların yaradılışından gelir. Fakat zorluk ve acıya da en dayanıklı varlıklar, yine kadınlardır. Bu nedenle kurulmuş düzeni koruyan, eşleri destekleyen, çocukları büyüten ve acıları göğüs geren kadınlar sayesinde birçok aile ayakta kalmaya devam eder. Kadının ilgi göstermediği yerde, erkekler çaresiz kalır.

Fakat kadın, toplumda aradığı yeri gerçek anlamda hiçbir zaman bulamamıştır. Yaptıkları desteklenmemiş, hatta duygusallıkları her fırsatta kullanılmıştır. Düşünün ki bir işyerinde eşinden ayrılmış bir kadın çalışıyor olsun. Bir erkeğin bakış açısı içerisinde, faydalanmak deyimi yer almaktadır. Kocasının terk ettiği veya yeni bir hayat için yalnız yola çıkmış kadın, erkeğin avı haline gelir. Çünkü duygusal anlamda açlık çeken kadına, erkeğin yalancı oyunları cazip gibi görünür. Duygularına yenilen kadın, kaybeder.

North Country, bir kadının cesaretini dile getiriyor. Dikkatle izlenmeli…

Emre Türker

picture: impawards

Over Her Dead Body (2008)

Türkçe Adı: Sevgilimin Kazara Bu Dünyadan Göçmüş Eski Nişanlısıyla Tanıştığım Gün
Tür: Komedi / Fantastik / Romantik
Yönetmen: Jeff Lowell
Süre: 95 dakika
Oyuncular: Eva Longoria Parker, Paul Rudd, Lake Bell, Jason Biggs, Lindsay Sloane, Stephen Root, William Morgan Sheppard, Wendi McLendon-Covey, Ali Hillis, Deborah Theaker, Natalia Jaroszyk, Andy Kreiss, Ben Livingston, Jack Conley, Kali Rocha
Artık bu hikâyeye alıştık. İlginç bir olay meydana gelir ve birileri bu dünyadan göç eder. Beden ruhtan ayrılır ama ruh yaşamaya devam eder. Bu filmlerden sadece birini tanırım. Konusu birçok filme ilham veren, 1990 yılında gösterime girmiş olan Ghost…

Kate (Eva Longoria Parker) ve Henry (Paul Rudd), düğün hazırlığı içerisindedir. Fakat Kate, kendi dik kafalılığı nedeniyle yaşama veda eder. Kız kardeşi Chloe (Lindsay Sloane), tamamen boşluğa düşen Henry’i, ruhlarla bağlantıya geçtiğini iddia eden Ashley’ye (Lake Bell) götürür. Fakat başarılı olamayınca, Henry’i ikna etmek için başka yol düşünmeye başlarlar.

Filmin Türkçe adı hayli ilginç olmuş. “Sevgilimin Kazara Bu Dünyadan Göçmüş Eski Nişanlısıyla Tanıştığım Gün.” Dikkat çekmekten başka bir şey yapılmadığının ortada olduğu görülüyor. Yapıma olan ilgiyi, Eva Longoria’nın kendisinden başkası getirmiyor.

Filmin ikinci yarısında daha fazla gülümseten, daha orijinal esprileriyle karşımıza çıkan Over Her Dead Body, genç kesime hitap ediyor. Sadece vakit geçirmeye yarayan filmler sıralamasına girebilir.

Emre Türker

picture: impawards

17 Ocak 2009

The Pursuit of Happyness (2006)

Türkçe Adı: Umudunu Kaybetme
Tür: Biyografi / Dram
Yönetmen: Gabriele Muccino
Süre: 117 dakika
Oyuncular: Will Smith, Jaden Smith, Thandie Newton, Brian Howe, James Karen, Dan Castellaneta, Kurt Fuller, Takayo Fischer, Kevin West, George Cheung, David Michael Silverman, Domenic Bove, Scott Klace, Eric Schniewind, Peter Fitzsimmons, Maurice Sherbanee, Mark Christopher Lawrence, Lo Ming, John Kovacevich, David Fine, George Moffatt, Mike Garibaldi, Robert Anthony Peters
Bir hayal kurdunuz ve her şeyinizi ona adadınız. Sonucun mükemmel olmaması için hiçbir neden yok. Ama işler düşündüğünüz gibi gitmedi. Tüm kozlarınızı ortaya koydunuz, fakat yine de kaybettiniz. Üstelik elinizdekiler de uçup gitmeye başladı ve paranız tükendi. Kimse de size inanmıyor. En yakınlarınız bile. Ne yapardınız?

Hayatta kaldığımız sürece, para ile satın alınamayacak en önemli üç şey vardır. İnanç, sevgi ve umut… Bunları yitirirseniz, asıl o zaman kaybetmiş olursunuz.

Chris Gardner (Will Smith) tüm yatırımını, tıp dalında kullanılan ve taşınabilir kemik yoğunluk tarayıcısı olarak adlandırılan bir makineye yatırır. Bölgede onu satabilecek başka bir rakip olmayacaktır. Fakat bunun yanında hesap etmediği bir şey vardı. O da doktorların bunu pahalı ve gereksiz bir cihaz olarak gördüğünden dolayı satın almaya yanaşmamasıydı.

Parasızlık, fazla mesai ve umutsuzluk, Chris’in eşi Linda’yı (Thandie Newton) son noktasına getirmiştir. Ayrılmaya karar verir. Oğlu Christopher’ı (Jaden Smith) da yanına alacaktır ama Chris buna izin vermez.

Bir gün borsa şirketlerinden birinin önünden geçerken, insanların suratlarında mutlu bir ifade görür. Onlara bakarken kendisinin neden gülümseyemediğini düşünür. Artık yapması gereken iki şey vardır. Bunlar, iş hayatına yeni bir yön vermek ve oğlunu mutlu etmektir. Fakat elinde birkaç tıbbi cihazdan başka da hiçbir mal varlığı kalmamıştır. Şimdi Chris’in ilk olarak yapması gereken şey, bu şirkete girmemin bir yolunu bulmaktır. Ne pahasına olursa olsun…

The Pursuit of Happyness, gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanmıştır. Bu anlamda belki seyredilebilecek en iyi biyografi yapımlarından birine tanık oluyoruz. Chris Gardner’ın zekâsına, çalışma azmine ve inancına hayran kalacaksınız. Tekrar tekrar izlense bile, aynı tadı verecektir. Ayakta kalmak adına, hayata atılmaya hazırlanan öğrencilere ders niteliğinde gösterilebilir. Tek kelimeyle mükemmel bir film…

Emre Türker

picture: impawards

15 Ocak 2009

The Basketball Diaries (1995)

Türkçe Adı: Günlük
Tür: Biyografi / Polisiye / Dram / Spor
Yönetmen: Scott Kalvert
Süre: 102 dakika
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Lorraine Bracco, Marilyn Sokol, James Madio, Patrick McGaw, Mark Wahlberg, Roy Cooper, Vincent Pastore, Bruno Kirby, Jimmy Papiris, Nick Gaetani, Alexander Chaplin, Ben Jorgensen, Josh Mostel, Juliette Lewis, Jim Carroll
Ergenlik çağlarında, her gencin başından farklı deneyimler geçer. Aşk için ölmek, farklı olmak, aynada baktığı kişiyi tanımak, birtakım gruplara takılmak, bir şeyler denemek vs. Birçok pişmanlık yaşanabilir. Bazen bunlar bir şekilde atlatılır, bazen de bir yara izi gibi kalıcı olur. Aslında o yıllar, insanın kişiliğini anlamaya başladığı dönemlerdir. Meslek hayatına adım atmadan önce, ne yapılacağına doğru karar verilirse, başarının yakalanması hiç de zor olmayacaktır. Tabi toplumun etkisi de, yön çizmeye yardımcı olan diğer önemli etken olduğunu unutmamak lazım.

Jim Carroll, bir günlük tutmaktadır. New York’taki yaşantısının çoğunu, arkadaşlarıyla dolaşarak ve elinden düşürmediği bu günlüğü yazarak geçirmektedir.

Jim Carroll (Leonardo DiCaprio), Pedro (James Madio), Neutron (Patrick McGaw) ve Mickey (Mark Wahlberg), çok iyi arkadaştır. Jim, Mickey ve Neutron, okulun basketbol takımında beraber oynamaktadır. Arada bir kullandıkları eroin, hayatlarına daha fazla girmeye başlayınca, asi tavırları gittikçe sertleşir. Fakat Neutron, onların bu kadar başıboş davranmalarından rahatsızlık olacak ve elinden geldiğince arkadaşlarını uyaracaktır.

Film boyunca günlükten yapılan alıntılara yer verilmesi, tam yerinde olmuş. The Basketball Diaries, gerçek yaşamdan yola çıkılarak çekilmiş bir biyografi yapımıdır. Basketbol Günlükleri, onun 17 yaşında tamamladığı kitabına verdiği isimdir.

Film, gençlere tam bir ders niteliğindedir. Seyirciyi sıkmayan, her karesinde farklı bir keyif veren The Basketball Diaries’i izleme fırsatı bulunursanız, kaçırmayın.

Emre Türker

picture: impawards

Gia (1998)

Tür: Biyografi / Dram / Romantik
Yönetmen: Michael Cristofer
Süre: 120 dakika (kesintisiz 126 dakika)
Oyuncular: Angelina Jolie, Elizabeth Mitchell, Eric Michael Cole, Kylie Travis, Louis Giambalvo, John Considine, Scott Cohen, Edmund Genest, Mercedes Ruehl, Faye Dunaway, Holly Baker, Joe Basile, Rick Batalla, Lombardo Boyar, Jullian Dulce Vida
Para, yalnızlık, terk edilmişlik, uyuşturucu batağı, cinsel tercihler ve popülerlik…

Gia Carangi (Angelina Jolie), çocukluk yıllarında aile içi tatsızlıkları yaşamış biridir. Annesi evi terk eder ama bu onunla bağlantılarını kestiği anlamına gelmemektedir. Gençlik yıllarında babasının işlettiği bir kafeteryada çalışırken, tanıştığı biriyle farklı bir yaşama doğru hareket edecektir.

Gia Carangi, kadınlara ilgi duymaktadır. Başına buyruk, bir çocuk kadar inatçı, olmasını istemediği şeyler karşısında agresif ve toplumsal değerlerden uzak bir kadının defalarca depresyonuna şahit oluyoruz. Lost dizisinin sarışın doktoru Elizabeth Mitchell, Gia’nın aşık olduğu Linda karakteriyle başrolü paylaşıyor. Angelina Jolie ve Elizabeth Mitchell, oyunculuk bakımından filmde oldukça cesur davranıyor.

Gia, 1960 – 1986 yılları arasında yaşamış Gia Marie Carangi isimli bir top modelin çalkantılı hayat hikâyesini beyazperdeye taşıyor. Çıplaklık temasına fazlaca yer veren film, bu açıdan yetişkinlere hitap ediyor. Para, güzellik ve popülerliğin insana mutluluk getirmeye yetmeyeceği konusunda iyi bir örnek teşkil ediyor. Fakat seyir zevki açısından pek iç açıcı bir yapım olmamakla beraber, biyografik içerikli belgesel olarak izlenebilir.

Emre Türker

picture: moviegoods

Ghost Town (2008)

Tür: Komedi / Fantastik / Romantik
Yönetmen: David Koepp
Süre: 102 dakika
Oyuncular: Greg Kinnear, Jordan Carlos, Dequina Moore, Joseph Badalucco Jr., Brian Hutchison, Tyree Michael Simpson, Julia K. Murney, Ricky Gervais, Claire Lautier, Aasif Mandvi, Bridget Moloney, Raymond J. Lee, Joey Mazzarino, Brad Oscar, Kathleen Landis, Téa Leoni
Klasik romantik, fantastik hayalet hikâyelerinden biri ile karşı karşıyayız.

Frank Herlihy (Greg Kinnear) eşine sadık olmayan bir işadamıdır. Caddede yürürken ani bir kaza geçirir ve ruhu bedeninden ayrılır.

Bertram Pincus (Ricky Gervais), içine kapanık ve çevresindeki insanlarla diyaloglardan fazla hoşlanmayan kendini beğenmiş bir diş doktorudur. Basit bir hastalık için yattığı ameliyat masasında kısa süreliğine ölüm anı yaşar, fakat tekrar hayata döner. Yaşadığı bu olaydan sonra, hayatını kaybetmiş insanların ruhlarını görmeye başlar. Bu ruhani görüntüler, yaşayan insanlarla olan farkını anlayamayacak kadar gerçekçidir.

Frank, Bertram’dan bir iyilik ister. Bunun karşılığında, diğer ruhların onu rahatsız etmemesi konusunda yardım edecektir. İstediği şey, eşinin şu an birlikte olduğu adamdan ayrılmasıdır. Bertram, Frank’ın eşi Gwen’i (Téa Leoni) görünce, teklifi kabul eder. Çünkü kendisi de Gwen’den etkilenmiştir.

Filmin başlangıcındaki etkileyicilik, sonuna kadar devam etmiyor. Ghost Town tarzı yapımlar, daha önce de gösterime girmişti. Renkli bir yapım değil. Vakit geçirmek için seyredilebilecek televizyon filmi gibi görünüyor.

Emre Türker

picture: impawards

14 Ocak 2009

Hayattan Göç Ederken

Hayatın sonuna gelirken, el sallamak zordur. Geride kalan hatıralar, sevenlerin tesellisi, özlemin kokusu, akla kazınmış yazılar…

Sevenlerin çektiği bu açlık, doyumsuzdur. Ne kadar dolasan da kollarını bedenine, kokusunu çeksen de içine, dünyaları versen de önüne, hep bir kere daha istenecektir. Birebir kıyaslayabileceğin örnek de olmayacaktır.

Gidenin ardında el sallanırken, aslında bu vedalaşma töreninin hiç bitmeyeceği bilinir. Vedalaşmak… Hatırlanmak için en mükemmeli ortaya koyulacak ki, akıllarda pürüz kalmasın.

Gitmeden önce “şunu da mı yapsaydım acaba” diyemeyeceğimiz anlar vardır. Bu nedenledir ki, değer verilen kişiler bizlerden bir şeyler istediğinde, onu yerine getirmek için çaba harcamamışsak, hayat boyu çıkmaz leke gibi taşırız onu üstümüzde. Ama istekleri minimuma indirilebilmişsek, uğurlama töreninde buruk da olsa ılık bir tebessüm havası soluruz. Nefes aldıkça ciğerlerimiz açılır.

Yarın nerede olacağımızı bilemiyor, sadece tahmin ediyoruz. Şu üç kuruşluk dünyada, beş kuruş borcumuz kalmışsa, vay halimize…

Özlüyoruz. Özlem, asla bir heves değildir. Nefes aldığımız sürece, birileri unutulsa da, birileri özlenmeye devam edilecek.

Ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf’ın bir gazeteciyle yaptığı söyleşideki son kelimeler şöyle:

- Senin için gösterinin en iyi kısmı neydi?
- Perde açılırken.

- Kadınlara tavsiyen?
- Aşk

- Genç kızlara?
- Aşk

- Çocuklara?
- Aşk

Seviyoruz. Aşk adına feda edemeyeceğimiz şey yoktur. Sonrasında aptalca gelse bile, yine onun adına aynılarını yapmaya devam ederiz. Oysa aşkın belli bir kavramı bulunmaz. Sadece neye kapılarak sürüklendiğin önemlidir. Hayatın her bölümü oynanırken; perdenin açılışına dikkat edilmeli, kapanırken zaten iş işten geçmiştir.

Aslında hepsinden önemlisi, korkacağımız şey yalnızlık olmalıdır. Yoksa giderken bir kalabalığa el sallayabilmişsek, ne mutlu bize…

Emre Türker

picture: deviantart

Golden Globes 2009 (Altın Küre Ödülleri)

KAYNAK: www.sinemalar.com

Sinema Ödülleri

Drama

• En İyi Film: "Slumdog Millionaire"
• En İyi Kadın Oyuncu: Kate Winslet ("Revolutionary Road")
• En İyi Erkek Oyuncu: Mickey Rourke ("The Wrestler")

Müzikal ve Komedi

• En İyi Film: "Barselona, Barselona" ("Vicky Cristina Barcelona")
• En İyi Kadın Oyuncu: Sally Hawkins ("Happy-Go-Lucky")
• En İyi Erkek Oyuncu: Colin Farrell ("In Bruges")

• En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kate Winslet ("The Reader")
• En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Heath Ledger ("Kara Şövalye"/"The Dark Knight")
• En İyi Animasyon: "Vol.İ" ("Wall-E")
• Yabancı Dilde En İyi Film: "Beşir'le Vals" ("Waltz with Bashir", İsrail)
• En İyi Yönetmen: Danny Boyle ("Slumdog Millionaire")
• En İyi Senaryo: Simon Beaufoy ("Slumdog Millionaire")
• En İyi Film Müziği: A. R. Rahman ("Slumdog Millionaire")
• En İyi Şarkı: "The Wrestler" ("The Wrestler")
• Cecil B. Demille Ödülü: Steven Spielberg

Televizyon Ödülleri

Drama

• En İyi Dizi : "Mad Men" (AMC)
• En İyi Kadın Oyuncu: Anna Paquin ("True Blood", HBO)
• En İyi Erkek Oyuncu: Gabriel Byrne ("In Treatment", HBO)

Müzikal ve Komedi

• En İyi Dizi: "30 Rock" (NBC)
• En İyi Kadın Oyuncu: Tina Fey ("30 Rock", NBC)
• En İyi Erkek Oyuncu: Alec Baldwin ("30 Rock", NBC)

Vie en rose, La (2007)

Türkçe Adı: Kaldırım Serçesi
Orjinal Adı: La môme
Tür: Biyografi / Dram / Müzikal
Yönetmen: Olivier Dahan
Süre: 140 dakika
Oyuncular: Marion Cotillard, Sylvie Testud, Pascal Greggory, Emmanuelle Seigner, Jean-Paul Rouve, Gérard Depardieu, Clotilde Courau, Jean-Pierre Martins, Catherine Allégret, Marc Barbé, Caroline Sihol, Manon Chevallier, Pauline Burlet, Elisabeth Commelin, Marc Gannot, Caroline Raynaud, Marie-Armelle Deguy, Valérie Moreau, Jean-Paul Muel, André Penvern, Mario Hacquard, Aubert Fenoy, Félix Belleau, Ashley Wanninger, Nathalie Dorval, Chantal Bronner, Cylia Malki, Nathalie Dahan, Laurent Olmedo, Harry Hadden-Paton, Laurent Schilling, Dominique Bettenfeld, Édith Le Merdy, Josette Ménard, Dominique Paturel, Nicholas Pritchard, William Armstrong, Martin Sochor, Frederika Smetana, Lenka Kourilova, Pierre Derene, Mathias Honoré, Jean-Jacques Desplanque, Alban Casterman, Olivier Cruveiller, Agathe Bodin, Nicole Dubois, Martin Janis, Eric Franquelin, Marc Chapiteau, Maureen Demidof, Sophie Knittl, Hélène Genet, Farida Amrouche, Christophe Odent
Ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf’ın acı dolu hayat hikâyesini anlatan film, Türkiye’de Kaldırım Serçesi olarak 2007 yılında gösterime girmişti. Orijinal adı “Môme, La” olan film, Fransız şarkıcıyı canlandıran Marion Cotillard’a Oskar ödülü kazandırmıştır.

Film, Edith Piaf’ın şarkı söylerken sahnede düşmesiyle başlıyor. Çocukluk yıllarında annesi tarafından ilgisiz bırakılan Edith’e, babası Louis Gassion (Jean-Paul Rouve) sahip çıkar. Fakat o da askere gitmek üzere olduğundan, Edith’i genelev işletmecisi büyükannesi Louise’e emanet eder. Oradaki hayat kadınları tarafından çok sevilse de, babası geri döner dönmez onu tekrar geri alır. Çile dolu hayatı bundan sonra da son bulmayacak, ama o neşesini bozmamak adına elinden geleni yapacak, her fırsatta şarkı söylemeyi yaşamının bir parçası haline getirecektir.

Oyunculuk anlamında tek kelime ile mükemmel bir film. Geçmiş ile güncel yaşam arasında gidip gelen sahneler, 140 dakika gibi uzun süren yapımda izleyiciyi yorabiliyor. Ağır dram içerikli film, her kesimin hoşlanabileceği bir tür değildir.

Edith Piaf’ın yaşam öyküsü, onun azminden çok yeteneği ile ön plana çıkmaktadır. Çileli bir kaderi olsa da, hayat ona her anında fırsatlar sunarak ayakta kalabilmesini sağlamış. Özellikle Louis Armstrong’dan dinlemeye alıştığımız “La vie en rose” şarkısı, günümüzde bile dünyanın birçok ülkesinde geçerliliğini korumaktadır.

Emre Türker

picture: impawards

13 Ocak 2009

Yoğurtlu Karnabahar

Çocukluğumdan beri pek sevmediğim karnabaharı, tarifteki gibi yapınca hem hafif oluyor hem de lezzetli. Tavsiye ederim. Özellikle diyet yapanlara…


Malzemeler;

Yarım kilo ayıklanmış karnabahar
Yoğurt
1-2 diş sarımsak

Sosu için;

Sıvı yağ
Domates , biber salçası
Pul Biber


Yapılışı;

Ben genelde karnabaharları buharda pişiriyorum. Düdüklü tencerede 5-6 dakika yeterli oluyor. Ama isterseniz suda da haşlayabilirsiniz. Karnabaharlar piştikten sonra soğutup parçalara bölün.
Ayrı bir tavaya sos için biraz sıvı yağ koyup, bir kaşık biber ve bir kaşık domates salçasını biraz kavurun. En son isteğe göre biraz pul biber katın. Parçalara ayırmış olduğunuz karnabaharların üstüne, önce sarımsaklı yoğurdu, daha sonra da sosunu dökerek servis yapın.

Figen Türker

Dreamer: Inspired by a True Story (2005)

Türkçe Adı: Hayalperest
Tür: Dram / Aile / Spor
Yönetmen: John Gatins
Süre: 106 dakika
Oyuncular: Kurt Russell, Dakota Fanning, Kris Kristofferson, Elisabeth Shue, David Morse, Freddy Rodríguez, Luis Guzmán, Oded Fehr, Ken Howard, Holmes Osborne, Antonio Albadran, John Moyer, Kayren Butler, Tommy Barnes, Frank Hoyt Taylor
Yönetmenliğini John Gatins’in yaptığı ve Türkiye’de Hayalperest olarak gösterime girmiş olan film, gerçek hikâyeden alıntıdır.

Ben Crane (Kurt Russell), at terbiyecisi olarak çalıştığı yere kızını götürmeye söz vermiş, ama bunu defalarca ertelemiştir. Nihayet bir gün kızı Cale Crane’i (Dakota Fanning) yanına alır. O gün yarışacak olan Sonador isimli at huysuz hareketler gösterince, Ben Crane patronuna durumu açıklamaya çalışır. Patronu Palmer (David Morse) mazeret kabul etmeden Sonador’un yarışa hazırlanmasını ister.

Yarış başladıktan sonra Sonador, parkur sonuna doğru düşerek ayağını kıracak, bu da sebep olmadığı halde Ben Crane’i işinden edecektir. Ben Crane, çalışarak hak ettiği paranın bir kısmıyla birlikte ayağı kırık olan atı ve Meksikalı yardımcılarını da alarak evinin yolunu tutar.

Crane ailesi çaresizidir. Fakat eşi Lily (Elisabeth Shue), kızı Cale Crane ve babası Pop Crane (Kris Kristofferson) onu desteklemeye çalışır. En büyük mutluluğu, dedesi Pop’un at hikâyeleri olan Cale’in tüm ilgisi Sonador’a yoğunlaşacak, gece gündüz her fırsatta atın yanına gitmek için çare arayacaktır.

Herkesin kurduğu birtakım hayaller vardır. Ama zaman içinde bunların ya çoğundan vazgeçeriz, ya da karşımıza çıkan ilk fırsatı, ilerlediğimiz yolun sonuna tercih ederiz.

Hayalperest, tam bir aile filmi denebilir. Azim öykülerinden biri ile karşı karşıyayız. İzleyiciyi sonuna kadar karşısında huzurla tutan film, hayaller ile gerçekler arasındaki ince çizgiyi gösteriyor. Oyuncu kadrosu da mükemmel olunca, fazla söze gerek kalmıyor.

Emre Türker

picture: impawards

12 Ocak 2009

The Diving Bell and the Butterfly (2007)

Türkçe Adı: Kelebek ve Dalgıç
Orjinal Adı: Le scaphandre et le papillon
Tür: Biyografi / Dram
Yönetmen: Julian Schnabel
Süre: 112 dakika
Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josée Croze, Anne Consigny, Patrick Chesnais, Niels Arestrup, Olatz López Garmendia, Jean-Pierre Cassel, Marina Hands, Max von Sydow, Gérard Watkins, Théo Sampaio, Fiorella Campanella, Talina Boyaci, Isaach De Bankolé, Michael Wincott
Scaphandre et le papillon, Le orijinal adıyla Fransız yapımı film, Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby’nin hastalandıktan sonraki yaşamını konu alıyor.

Arkadaşları tarafından Jean-Do diye anılan Jean-Dominique Bauby (Mathieu Amalric), gözünü açtığında karşısında doktor ve hemşireleri görür. Olanlara pek anlam veremez. Kendisiyle konuşan etrafındaki bu beyaz gömleklilere cevap vermeye çalışır, fakat daha sonradan dudaklarını oynatamadığını anlayacaktır.

Jean-Do, sadece sol gözünü hareket ettirebilmektedir. Diğer bütün organları felç olmuş durumdadır. Kendisine yardım etmesi için Henriette (Marie-Josée Croze) ve Marie Lopez (Olatz López Garmendia) adında iki kadın görevlendirilir. Henriette, konuşması için ona, çok kullanılandan az kullanılana doğru sıralanan bir alfabeyle çözüm arayacaktır. Marie ise, dil ve dudaklarının hareketi için çabalayacaktır. Jean-Do’nun çevresindekiler ile tek bağlantısı, sol gözünü kırparak vereceği cevaplardan öteye gidememektedir. Umutsuzluğa kapılan Jean-Do, hayaller kurmakta ve kendini sorgulamakta, bizler de onun sol gözünden ve düşüncelerinin sesinden olanları izlemekteyiz.

Jean-Dominique Bauby, 1952 – 1997 yılları arasında yaşamış Elle dergisinin editörüdür. 43 yaşına geldiğinde, tıpta çok ender rastlanan locked-in syndrome olarak bilinen bir hastalığa yakalanarak felç olmuştur. Jean-Do, sol gözünden verdiği müthiş çabayla kitap yayınlama hayalleri kurmuş ve bu çabasıyla Kelebek ve Dalgıç adlı romanını da hazırlamayı başarmıştır.

Editörün yaşamsal çabası oldukça etkileyiciydi. Doktorların Jean-Do için gösterdiği özveri ve görsel öğelerle desteklenen anlatmak istedikleri, filmi başarılı kılan en önemli etkenlerden biriydi. Fakat sol gözüyle harfleri okuma çabası ne kadar takdire layık olsa da, bunu izleyiciye her an yaşatmanın doğru olmadığı görebiliyoruz. Bu kadar fazla harflerin özüne inmek, bir yerde sıkıntı vermeye başlıyor.

Bir roman yazmak, herhalde hiç bu kadar zor olmamıştır. Jean-Dominique Bauby’i, bu konuda ayakta alkışlıyoruz. Her şeyden önemlisi, sağlığında başka bir kadınla beraber olmak için terk ettiği eski eşi Céline’in (Emmanuelle Seigner) sadakati ve sevgisi, Jean-Do’nun bir şeyler başarma çabasından bile daha öne çıkıyor.

Emre Türker

picture: impawards