28 Şubat 2011

Evlilikte Zıtlık Olası Mıdır?

K— Hayatım, sabah kahvaltısını dışarıda yapalım mı?
E— Ne gerek var, evde yiyelim. Hem boşu boşuna dışarıda para harcamaya gerek yok.
K— Aman canım sende, ayda yılda bir kere istedik.
E— Dışarıda yersek, hayatımızda ne değişecek?
K— Offfff! Hayatımızda bir şeyin değişmesi için senin değişmen gerek.
E— Bence sen değişmelisin.
K— Belki de biz hiç evlenmemeliydik.
E— Zorla mı evlendin benimle?
K— Değişirsin zannediyordum.
E— Haah haaayt! Ben de senin için aynı şeyi düşünüyordum.

Zıt Kutuplar Birbirini Çeker Mi? yazısında bu konuyla ilgili bazı düşüncelere yer verilmişti. Orada daha çok ilişkiler üzerine durulmuştu. Aşk, karmaşık bir kavram. Artık bilimsel olarak araştırmalar içinde de yer alıyor. Fakat çoğu araştırma, olasılıktan çok belirsizlik içeriyor. Çünkü ihtimaller dahilindeki sonuçta, eşitlik yok. Aşk erkekte %60 bağlılıksa, kadında ihtimal ne olur? Böyle sorunun cevabı, matematiksel kavramlarla belirlenebilir mi? Belki, ama sonuç garanti vermez.

Zıtlık, dengeleri alt üst bile edebiliyor. Örneğin Aşk, sevdiği uğruna vejetaryen birine et yedirebiliyor. Karanlıktan korkan birini karanlıkta düşündürebiliyor. Uykusuz yapamam diyen birini günlerce uykusuz bırakabiliyor. Tembel bir öğrenciyi sınıf birincisi de yapabiliyor. Yani aşk, tek başına çok güçlü bir kavram.

Aşkta zıtlık, flört döneminde bağları muhtemelen güçlendirirken, evlilikte durum çok daha karmaşıktır. Çünkü evlilik kavramında ortaklık söz konusudur. Ortaklar arasında meydana gelebilecek zıtlık, şirketleri devirebildiği gibi, ilişkileri de devirecektir. Zıtlıklar, yukarıdaki diyalogda olduğu gibi, sürekli bir münakaşa, sürekli bir memnuniyetsizlik ifade eder. “Evlendikten sonra her şey yoluna girer” düşüncesi, çok da geçerli değildir. Çünkü problem baştan çözüme yatkın değilse, ileride çok daha içinden çıkılmaz bir hale dönüşebilir. İlişki ya biter, ya da huzursuz şekilde devam eder.

Aynı kutuplarda durum nasıl? Bu soru sorulduğunda, birçok kişi “biz aynı kutuptayız. O yüzden iyi anlaşıyoruz” gibi cevaplar verir. Aslında aynı kutup düşüncesi, mıknatıs kuramından farklıdır. Çünkü iki ters karakter, birbirine karşı savaş açacak ve sonuçta büyük gürültüler çıkacak. Böyle durumlarda kutupları, “pozitif kutuplar” ve “negatif kutuplar” olarak, ayrı ayrı ele almalıyız. Pozitif kutuplardaki benzerlik mutluluk getirirken, negatif kutuplar için aynı şeyi söylemek mümkün olmayacaktır.

Negatif veya zıt kutuplardaki birlikteliklerde, kişiler anlaşma yoluna gitmelidir. Burada kişinin özsaygısından bir şey alıp götürmediği takdirde, bazı fedakârlıklar, orta nokta bulma anlaşmaları ve paylaşımlar, dengeyi sağlayabilir.

İlişkilerde net kurallar belirlemek zordur. Her örnek birbiriyle örtüşmez. Bir ilişkinin diğerini model göstermesi, çözümlerde çok doğru sonuçlar da çıkarmaz. Çünkü kimi zaman pozitif kutuplar bile, evlilikte bir ömür mutluluk sürmeyecek, standart düzendeki rutinlikten sıkılacaktır. Böyle durumlarda küçük zıtlıklar da işe yarayabilir. Zaten tüm bu anlatımların genelinde, duruma göre davranma, tecrübe, sevgi ve incelik, kişiyi olumlu sonuçlara ulaştıran doğru sözlerden sadece bazıları...

K— Hayatım, ben seni yine de sevdim. Böyle olduğunu bile bile. Fakat biraz anlayış bekledim. Sen ne yaptın? Üç kuruşluk kahvaltıyı paha biçilmez sevgime değiştin.
E— ??? Şeeeey. Hayatım bak, ben böyle demek istememiştim!

Emre Türker

Picture: 1-deviantart, 2-deviantart, 3-deviantart

27 Şubat 2011

Av Mevsimi (2010)

Tür: Polisiye / Dram / Gerilim
Yönetmen: Yavuz Turgul
Süre: 140 dakika
Oyuncular: Şener Şen, Cem Yılmaz, Çetin Tekindor, Okan Yalabık, Melisa Sözen, Rıza Kocaoğlu, Nergis Çorakçı, Jeffi Medina
Emektar Ferman (Şener Şen), agresif İdris (Cem Yılmaz) ve çaylak Hasan (Okan Yalabık), cinayet masasında birlikte çalışan üç polistir. Nöbette olmadıkları halde iş yoğunluğu nedeniyle, ormanlık alanda bulunan ve genç bir kıza ait olduğu belirlenen bir el parçasına ait cinayet soruşturmasında, yerlerini alırlar. Bir yandan buldukları ipuçlarını takip edip işi sonuçlandırmaya çalışırken, bir yandan da özel hayatlarıyla ilgili farklı bir kategoride mücadelelerini vereceklerdir.

Usta isimlerin bir araya geldiği film, iyi bir polisiye, iyi bir dram ve güzel sözlerle süslenmiş iyi bir kurguyu birleştiriyor. Özel hayatların işe, işin özel hayatlara olan etkisini yer yer mizahi biçimde aktarırken, gücün kimde olduğunu ve toplumun duyarlılıklarını sorguluyor. Uzun süresine rağmen, sonuna kadar izleyiciyi karşısında tutmayı başaran bir yapım.

Emre Türker

25 Şubat 2011

Erkek Yardıma Koşarsa!

Kadın – Erkek Dengesinde, Kim Kime Göre Daha Yardımsever?
Hava sıcak. Ahmet, arabasına binerek klimayı çalıştırıyor. Camları kapatıyor ki, kuru sıcaktan dolayı uçuşan toz, arabadan içeriye girmesin. Rahatlamak için hareketli bir müzik açıyor. Bir yandan kafasıyla tempo tutuyor, bir yandan ıslık çalarak müzik ritmine eşlik ediyor. Tam o sırada yol kenarında…

1- Mini etekli, saçları ahenkle dans eden, alımlı ve hoş bir bayan, arızalı spor arabasının yanında yardım bekliyor.
2- Bir minibüs şoförü, üstü başı yağ içinde kalmış, iki eli belinde, şaşkın şakın dolanıyor. Kısaca arabası bozulmuş, yardım bekliyor.
3- 68 kuşağı hippi özentisi, ellerinde sigaralarını keyifle tüttüren iki genç, hayatı umursamaz bir hava içinde otostop çekiyor.
4- Sıradan bir adam. Arabası bozulmuş. Suratında çeşitli jilet yaraları var. Sinirli bir tipe benziyor.

Sizce Ahmet, hangisine yardım etmeye daha çok eğilim gösterecek?

Samimi olmak gerekirse, istisnalar olayını bir kenara bırakıp toplum genellemesi yaparsak, 1 numaralı şıkka yönelim daha fazla olacaktır.

Kadın ve erkekler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalara göre,
1- Genel şartlarda erkeklerin kadınlara oranla yardımı,
2- Bir erkeğin çekici bir kadına, bir kadının çekici bir erkeğe yardımı,
3- Mutlu olanların mutsuz olanlara oranla yardımı,
4- Duygusal ve sosyal bir durumda, kadınların erkeklere oranla yardımı,
5- Kız çocuklarının erkek çocuklara oranla yardımı,
Olasılık bakımından yüksektir.

Yardımseverlikte, üç toplumsal normdan söz edilir. Adalet, sorumluluk bilinci ve karşılıklı durum. Bu üç durumdan toplum içinde en çok “karşılıklı durum” söz konusu olduğunda, yardıma meyilli oluyoruz. Çünkü insan yapı olarak, yaptıklarının karşılığını bekler. Özellikle toplumumuzda; gülümseme, teşekkür etme, yüceltme ve el sıkışma gibi manevi değerlerin, yardımseverlik kavramını desteklediğini söyleyebiliriz.

Tüm bu araştırma ve düşünce yapısını ele alırsak, örneğimizdeki Ahmet’in, alımlı ve hoş bir bayana yardım etme olasılığını daha iyi çözebiliriz. Ne de olsa, insanız.

Emre Türker


Not: Bilimsel araştırmaların ayrıntıları, “sosyal psikoloji” başlıklı çeşitli kaynak kitaplardan bulunabilir.
Picture: flickr1, flickr2

23 Şubat 2011

Hayatınızdan Memnun Musunuz?

Bir şeyleri hep daha fazla isteme eğiliminde canlılarız. Mesela hayal edilen bir üniversiteyi kazanma, düşsel bir iş, iyi bir eş vb. isteklere ulaşmadan önce, “bu bir olsun, başka şey istemem” denir. Fakat ardı arkası kesilmez. Örneğin; “İyi de, bir de evim olsa”, “şöyle güzel bir araba”, “şu piyango bir bana vursa”…

Arzulanan hayale kavuşmanın ardından, kimileri hayalleri üzerinde eleştirel yaşamaya başlar. Mesela gazeteci olmak isteyen bir yeni mezunun muhabir olarak işe başlaması ardından, “üzerime çok geliyorlar, bir de doğru dürüst para vermiyorlar” gibi şikâyetleri, hayallerin gerçekleşmesi ardından gelen olumsuz çelişkili düşüncelere örnektir. Oysa duruma bakış açınız, psikolojik durumunuzu bir hayli etkilemektedir. Araştırmalara göre; eşit şartlar altında, sağlıklı olduğuna inanan bir kişi, durumunun daima kötüye gittiğine inanan bir kişiden çok daha kuvvetli bir bünyeye sahip olduğu görülmüştür.

Hayatını şanslı görmekle, şans beklemek arasında fark vardır. Örneğin yaşantınızdaki tüm ayrıntıları doğru biçimde yorumlar ve memnuniyetinizi şikâyete tercih ederseniz, şans yanınızda demektir. Oysa memnuniyetsiz kişiler, her olayın ardında bir şans arar. Kendi elindekilerin değerinden çok, başkalarının elindekilerle ilgilenirler. Bu yüzden beklentileri uzar gider.

Eğer yaşama olumlu taraftan bakıyorsanız başarılı olduğunuza,
Yaşamı olumsuz yönden irdeliyorsanız başarısız olduğunuza
İnancınız yükselir.
Olumsuz düşünce yapısıyla bu tarz düşünceleri/tavsiyeleri okuyanlar veya dinleyenler
“bunlar hikâye, gerçekle alakası yok”
gibi cümlelerle, olumsuzluklarını destekleyeceklerdir.

Hayatta “her şey elimiz” değildir. Fakat isteğe karşı yönelim, “her şeyi elde etmeye” en yakın ataktır. Çünkü olumlu düşünce bizi hedefe bağlayarak, varış noktasına kadar tüm yolları denememize yardımcı olacaktır.

Hayattan memnun olmak istiyorsanız, huzursuz edici takıntılardan kurtulun. Hayatından memnun olanlar; aile hayatı, kişisel yaşam düzeni, işi, sağlığı ve maddi durumundan hoşnut kişilerdir. Üstelik bu kişiler; doğuştan gelen zenginlik, sağlıklı, çekici veya dört dörtlük bir aileye de sahip olduklarından değil, hayata bakış açılarından bu duruma gelmişlerdir.

“Üzülme” der Mevlana.
İstediğin bir şey olmuyorsa,
Ya daha iyisi olacağı için,
Ya da gerçekten de olmaması gerektiği için olmuyordur.

Hayatınızdan Memnun Musunuz?
Düşünce yapınızı tekrar gözden geçirin.
Hayat bir oyunsa, oyuncularda biri sizsiniz.
Öyleyse bu oyunda size
BOL ŞANS…

Emre Türker

Picture: flickr, deviantart

20 Şubat 2011

Ne Zaman Yardım Ediyoruz?


Yardım Eli Uzatmanın Sosyal Psikolojisi
Olay 1: Yaklaşık 10 yıl kadar önceydi. Gecenin bir vakti, yanında iki kızla yürüyen genç, cadde ortasında birkaç kişi tarafından saldırıya uğruyor. Etraftan geçenler, sadece uzaktan seyirci. Koşarak olay yerine gidiyorum. Araya girdiğimde, onları ayırmak hayli vaktimi alıyor. Birkaç yumruktan nasibimi alsam da, olayı yatıştırmayı başarıyorum. Çevredekiler sessizce oradan uzaklaşırken, çocuk bana teşekkür ediyor.

Olay 2: Taksim meydanındaki dolaşırken, uyuşmuş beyinleriyle, fast-food’ların birinde yemek yiyen Japon turistleri rahatsız eden bir grup tinerci görüyorum. Yine kimse müdahale etmiyor. Onları engellemeye çalışırken, çocuklar bana musallat oluyor. 2-3 derken, bir ordu gibi çoğalıyorlar. Biri elindeki şişeyi kırıp üzerime saldırmaya yeltenince, işin renginin değiştiğini anlayarak, oradan uzaklaşıyorum. Yine kalabalık için bir eğlence, arkadaşlarına anlatacak bir hikâye çıkıyor. Fakat kimse karışmıyor. Hatta yardımcı olduğum Japon turistler bile.

Bunun gibi olayların çoğunu yaşıyor veya duyuyorsunuz. Peki bunun sebebi nedir? Neden kimse yardım etmiyor? Cevap için, yine bir olayla anlatıma devam edelim.
Yıl 1964. New York’un Kew Gardens semtinde bir gece vakti, 29 yaşındaki Kitty Genovese (Catherine Susan Genovese), bir adam tarafından saldırıya uğruyor. Bıçak darbeleriyle birlikte canı yanan kadının imdat çığlıkları üzerine, komşu evlerdekiler ışıklarını açarak camdan bakıyor. Bir an panik yaşayan adam korkarak kaçmaya başlıyor. Kadın yaralı olarak kurtulmaya çalışıp ilerlemeye çalışıyor. Fakat kimse kadına yardım etmiyor. Durumun farkına varan saldırgan, geri dönerek Kitty’ye tekrar saldırıyor. Bıçak darbelerine devam ettikten sonra tecavüzle sonuçlanan olayın ardından saldırgan kaçıyor. Kitty Genovese, toplumun kayıtsızlığı yüzünden feci şekilde can vererek hayatını kaybediyor. Üstelik tüm bu yaşananlar, yarım saatten fazla sürüyor. Olay bittikten ve iş işten geçtikten sonra, polis olay yerine geliyor. Saldırgan yakalanıyor ama yaşanalar, kara bir leke olarak tarihe kazınıyor.

Yukarıdaki içler acısı yaşananlar, sosyal psikolojide, örnek amaçlı ders programlarına alınmış bir olaydır. Kitty Genovese vakasını en az 38 kişi görmüş, ancak herkes “biri mutlaka polisi aramıştır” diyerek olaydan uzak durmayı tercih etmiş.

Yakın çevremizde gördüğümüz, duyduğumuz ya da karşılaştığımız bu olaylar, kırsal bölgelere oranla büyük şehirlerde daha fazla yaşanıyor. Kasabadan kente göç etmişseniz, bu kayıtsızlığı mutlaka fark etmişsinizdir. Çünkü büyükşehirlerde yaşayan insanlar; “bulaşma, sana da zarar gelebilir”, “şahit yazarlar” ya da “biri mutlaka yardım eder” gibi düşüncelerle, ortamdaki kötü olaylardan mümkün olduğunca uzak kalmaktadır. Oysa sorunu biz yaşıyorsak, “neden kimse bana yardım etmiyor?” cümlelerini dile getirirken, izleyici rolünü hiç aklımıza getirmeyiz.

Olay 3: Babam caddede yürürken kavga eden iki genç, bir şekilde babamı ortaya alıyorlar. Bir yandan babamın üzerini yoklayarak, para bulmaya çalışıyorlar. Babam durumu anlayarak hemen iki çocuğu kendisinden uzaklaştırıyor. Zaten olayı organize eden en az 4-5 kişi. Diğerleri güya çevrede olayı ayırmaya gelen, fakat özünde karmaşaya neden olup soyguna ortak olanlar.

Son anlattığım olay, yaşananların ciddiyetini sorgulama durumunu dile getiriyor. Yani “bulaşma, sana da zarar gelebilir.” cümlesinin destekleyicisi.

Büyükşehirde nüfus çoğaldıkça, bağlar zayıflıyor. Toplumdaki bağlar zayıfladıkça, suç oranı artıyor. Üstelik kayıtsız kalma oranı, inanılmaz derecelere ulaşıyor. Hatta bazı vakalarda suçlular, kanunların zayıf veya açık yönünü kullanarak, durumu lehine bile çevirmeyi başarabiliyor.

Yardımseverliğin birçok etkeni var. Bunlar, iyi-kötü ruh hali gibi kişisel psikolojik sebeplerden, sosyal ortamdaki etkenlere kadar birçok ayrıntıyı içermektedir. Merhamet duygusunun bilimsel araştırmalar sonucunda, ilkokul çağlarında ortaya çıktığı belirtilmiştir. Ne yazık ki bu duygu, toplum içinde zamanla değişime uğrar ve ortamın değer yargısına göre şekillenir.

Emre Türker

Vahşet Tanrısı

Orijinal Adı: Le Dieu du Carnage
Yazan: Yasmina Reza
Çeviren: Zeynep Avcı
Yöneten: Celal Kadri Kınoğlu
Dekor Tasarım: Serpil Tezcan
Giysi Tasarım: Serpil Tezcan
Işık Tasarım: Ayhan Güldağları
Rol Dağılımı (Oyuncular): Ülkü Duru, Zafer Algöz, Zerrin Tekindor, İşdar Gökseven
Çocukları kavga eden iki aile, orta noktada buluşarak anlaşmak üzere bir araya gelir. Başlangıç konuşması ardından, çocukların sorunları, yetiştirilme tarzları ve sosyal ortamları hakkında tartışma başlar. Tartışmanın boyutu, giderek ailelerin kişisel problemleri üzerine yoğunlaşacak ve beklentiler yön değiştirecektir. Çünkü her iki aile de, ilk başlarda göründüklerinden çok farklı olarak, dış görüntülerinin ardında saklanan iç duygularını ortaya çıkarmaya başlayacaktır.

Zerrin Tekindor adına parantez açarsak, kendisi Aşk-ı Memnu dizisindeki matmazel rolüyle Türkiye’de popülerleşmiştir. Fakat 1985 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nden mezun Zerrin Tekindor, özünde profesyonel bir sanatçıdır. Aynı zamanda resme yeteneğini üniversite eğitimiyle pekiştirmiş sanatçının Vahşet Tanrısı’ndaki Annette rolünü izleyenler, onun performansından memnun kalacaktır.

Yaklaşık 90 dakika süren ve başlangıçta sıkıcı gibi görünen oyunda, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız.

Emre Türker




Eyvah Eyvah 2 (2011)

Tür: Komedi / Dram
Yönetmen: Hakan Algül
Süre: 100 dakika
Oyuncular: Ata Demirer, Demet Akbağ, Özge Borak Şakrak, Salih Kalyon, Tanju Tuncel, Meray Ülgen, Bican Günalan
Babası Ali Rıza Şeker’i bulduktan sonra Geyikli’ye dönen Hüseyin (Ata Demirer), hemşire Müjgan’a (Özge Borak Şakrak) aşkını ilan etmeye ve sonrasında yapacağı evlilik teklifine hazırdır. Fakat oraya yeni atanan doktorla aralarında bir şey olduğunu düşünecek, bu da onun cesaretini kıracaktır. Fakat Müjgan da, Hüseyin’le birlikte gelen Firuzan’ı (Demet Akbağ) kıskanmaktadır. Müjgan’ın anne ve babasının Geyikli’ye kızlarını ziyarete gelişiyle birlikte, ortalık iyice şenlenmeye başlayacaktır.

İlk film Eyvah Eyvah’ı aratmayan bir komedi.

Emre Türker

17 Şubat 2011

Korku

Nerden geldiği belli olmayan buz gibi bir tokat, ardından gelen şok.
Kimi zaman karıncalı, kimi zaman bulanık, kimi zaman belirsiz, kimi zaman sessiz.
Işıklar, tek tek sönüyor kâbusları gösteren gece kuşağı yapımları gibi.
Sessizlik içinde bir vızıltı, giderek artan bir uğultu ve dönüşüm yaşayan kulak çınlaması.
Dilin damağa yapıştığı an.
Ter bezleri çalışırken derecesini şaşırmış, soğuk terler atmakta.

Yalnızlık…
Toplum arasında yalnızlık.
Kimi zaman aşkın, kimi zaman dostun, kimi zaman beklentilerin pençesini yemiş bir yalnız.
Karanlık ne zaman aydınlanır,
Meçhul.

Emre Türker

Picture: deviantart

16 Şubat 2011

Duyarlı ve Heyecanlı

Bir Arsızın Pençesindeyken Öz’e Dönüş Karmaşası
Duyarlı, bir gün “arsız” hastalığına yakalanmış.

“Arsız” hastalığına karşı bağışıklık kazanmamış bir genç olan heyecanlı, aynı hastalığı taşıyan duyarlı ile bir bağ kurmuş. Düşüncelerle, gözlerle ve hislerle aynı değeri paylaştıkları bu hastalık, henüz tepkisel anlamda büyümemiş. Yani zararsızmış.

Duyarlı ve heyecanlı, ani ateş ve uykusuzluk problemleriyle, sıkıntı çekmeye başlamışlar. Duyarlının bu ağır travmalar sonrası kendine gelme çabasına “heyecanlı” tepki göstermiş. Önce bu hastalığı bir başkasına bulaştırarak kaderine ortak bulmuş, sonra da duyarlıyı kendi özelinden uzaklaştırmış.

Duyarlı, temastan doğan bedensel titreşimlerle yükselen ateşinden dolayı yatağa düşmüş. Heyecanlıyı beklemiş ziyaretine gelsin diye ama onu bir daha yakınında bulamamış. Bir şekilde kendi kendine ayağa kalkmaya çalışmış. “Arlı” adında bir antibiyotikle, kendini daha iyi hissetmeye ve gün geçtikçe hastalığını dizginlemeye başlamış.

Duyarlı, tekrar özüne dönmüş. Heyecanlı için ise henüz vakit erken…

Emre Türker
Picture: deviantart

Not: Yazı, kişiye özel yoruma açık bir duygusal karmaşadır. Bu nedenle “yazarın anlatmak istediği” felsefesiyle değil, “ruhun anlamak istediği”yle kelimeleri ilişkilendirin.

13 Şubat 2011

Kadın Fark Edilmek İster

Sevgi Ortaya Çıktığı Anda; Bir Gün Değil, Her Gün Özeldir.
A— Ne bu surat?
B— Yok bir şey
A— Bir kusur mu işledim?
B— Yooo
A— Eeee!!!

Yukarıdaki diyalogda, bir kadın ve bir erkek arasında, gizli bir kırılma hissine dayalı tartışma yaşanıyor. Kadınlar, erkeklere oranla kelimelere değil, duygulara daha fazla anlam yükler. İstediği şeyi direk söyleyerek ifade etmez ama erkek tarafından düşüncesinin anlaşılmasını ister. Beklentisine cevap alamazsa, yani düşündükleri erkek tarafından çözümlenemezse, yukarıda örnek cümleler yaşanır ve o anlar uzar gider. Bu düşünce analizine göre; A kişisi erkeği, B ise kadını temsil etmektedir.

Özel günler, kadınlar tarafından daha fazla benimsenir. Özel günlerde özel anlar yaşanmak istenir. Kişiye özel olması önemli değildir. Yeri geldiğinde, kendisiyle bir şekilde ilgiliyse eğer, topluma özel günleri de hayatında değerli kılar. 14 Şubat, işte böyle bir gündür.

Roma Katolik Kilisesi’nde Valentine ismindeki bir din adamına atfen düzenlenmeye başlanmış bu gün, ticari alım-satım sirkülâsyonunu arttırma amacı da güderek, dünya çapında genele yayılmıştır. Ticari amacın başlangıç aşaması ise, 1800’lü yıllarda Amerika'lı Esther Howland'ın 14 Şubat’ta gönderdiği ilk kutlama kartıyla ortaya çıkıyor. Geçek anlamda Sevgililer günü, aslen ticaretle uğraşanların bayramıdır. Bu düşünceyle hareket edersek, alış-veriş içinde yer alıp para akışına yardım edenler, yani güne özel ticarete hizmet edenler, onların sevincine ortak oluyor.

Erkekler dikkat! Özel günleri unutmak çok tehlikelidir. Kadınlar, özeli unutulmuş bir günü asla unutmaz. Çiçeklerle kutlanması şart değil. Hatırladığınıza dair birkaç kelime, sıcak bir öpücük, adına düzenlediğiniz herhangi bir sempatik an (e-mail ile şiir, balonlarla süslenen oda vs.), gerçekten seven bir kadına yetecektir.

Aşkın, tutkunun ve ardından otaya çıkan sevginin günü, tek bir gün değil, her gün özeldir. Hediye alıp vermek, hayatın her anında güzel ve özeldir. Fakat onu belli günlere sıkıştırarak monotonlaştırmayın. Gerekirse kendi özelinizi kendiniz belirleyin.

Her şeyden önemlisi, kadının yüz ifadesinden, gözlerinden ya da kelimelerinden, ne hissettiğini anlamaya çalışın. Anlayamadıysanız, sorularla kadından çeşitli ipuçları yakalamaya çalışın. Yoksa dünyayı da satın alsanız, önünde paspas da olsanız, büyük ihtimalle kırık bir kalbin karşısında fayda etmeyecektir.

Emre Türker

Picture: deviantart

12 Şubat 2011

Kalabalık Ortasında Çakırkeyif Bir Yalnızlık

Gecenin bir vakti, alkolün verdiği çakırkeyif haliyle, barlar sokağına yol alıyorsunuz. Karanlık bir koridorun ardında hafif müzik sesleri, giriş kapısına doğru yaklaştıkça inanılmaz seviyelere yükseliyor. Kapıda “gürültü sizi yoldan çıkarabilir” yazıyor. Görünüşünüzdeki rahat duruş ve tarzınız, buralara daima geldiğinizin sinyallerini gönderiyor ve kapıdaki görevlilere takılmadan rahatça içeri süzülüyorsunuz.

Sahnedeki canlı performansla birlikte, rengârenk ışıklar arasında kendinizden geçiyorsunuz. Yanınızda, kimseyi umursamadan sevişen bir çift, karşınızda striptiz havasında şov yapan iki kız. Saatler ilerledikçe, kalabalık artıyor. Herkes kendi havasında. Siz ortalıkta salına salına dolaşırken, uçarı bir genç kızın eline çarpıp, birasının düşmesine neden oluyorsunuz. Kız gerginleşirken, kolundan tutup özür diliyor ve telafi için bir içki ısmarlıyorsunuz. Kız gülümsüyor. Kalabalıkta bir yalnızken, yakın duruşta aranızda geçen tek tük kelimeler sayesinde, birbirinizde yapısal benzerlikler yakalıyor ve sıcaklığın teninize etki ettiğini hissediyorsunuz.

Kız size yorgun olduğunu söylüyor. O arada müzik bitmek üzere…

Emre Türker

Picture: deviantart

Love and Other Drugs (2010)

Türkçe: Aşk Sarhoşu
Tür: Komedi / Romantik / Dram
Yönetmen: Edward Zwick
Süre: 112 dakika
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Anne Hathaway, Oliver Platt, Hank Azaria, Josh Gad, Gabriel Macht, Judy Greer, George Segal, Jill Clayburgh, Kate Jennings Grant, Katheryn Winnick, Kimberly Scott, Peter Friedman, Nikki Deloach, Natalie Gold
Sosyal yaşamda başarılı olmasına karşın, kişisel kariyeri ve kazanç bakımından önemli bir başarı elde edemeyen Jamie Randall (Jake Gyllenhaal), ailesine kendini ispat etmek üzere tıbbi mümessillik işi için kollarını sıvar. Başarı elde edebilmek üzere, önce uzman olduğu kadınları bağlantılarında kullanır. Aynı zamanda tıp fakültesinden terk olan Jamie, ilaç bilgisi sayesinde rakiplerinin önüne geçmeye başlar. O sıralarda, bir doktorun yanında girdiği muayene sırasında, sıra dışı bir hasta olan Maggie Murdock (Anne Hathaway) ile tanışır. İlişkileri başta cinsellik üzerinde yoğunlaşsa da, giderek aşk çekiliği gösterecek ve yaşamlarını etkisi altına alacaktır.

Anne Hathaway’in cesurca vücudunu sergilediği bir yapım. Argo ve cinselliğin fazlaca yer alması, yaş sınırı bakımından uyarılması gereken bir durum. Başlarda cinsellik üzerine yoğunlaşan ve klasik Amerikan gençlik komedi görüntüsü veren film, sonlara doğru anlam kazanmaya başlıyor.

Emre Türker

11 Şubat 2011

Şöhretin Orijinal Versiyonları

Toplumda popüler kişilere hayranlık duyarız. Onlar gibi olmak için uğraşır, olamadığımız durumlarda onlara benzemeye çalışırız. Eğer o popülerliği yakalamayı başarmışsak, dengenin diğer tarafına geçeriz. Durum o andan sonra rahatsızlık verebilir. Rahatça oturup kalkamaz, rahatça dans edemez, rahatça dağıtamaz, hatta rahatça kaçamaklar yapamayız. Fakat biraz olsun popülerlik azaldığında, yeniden ortaya çıkmak için tüm sahip olduklarımızı harcamaya başlarız.

Şöhret güzeldir. Bunu reddetmek mümkün değil. Dikkatimizi çeken değerler, şöhrete yakındır. Fakat anlık şöhret, deli eder adamı. Bu durum, çelimsiz bir adamın, ağır bir halterin başına geçerek, onu kaldırıp dünya rekorunu kıracağını iddia etmesine benzer. Çeşitli görsel ve ruhsal oyunlarla o ağırlığı bir şekilde kaldırır ve gücünü ispatlar da. Fakat gün olur, ağırlığın altında ezilmeye başlar.

Eğer bir noktaya gelmek istiyorsanız, hakkını vererek bunu başarın. Flaş gibi patlayan şöhretleri değil, tarihe adını altın harflerle kazımış kişileri izleyin. Eğer kısa süreli ün peşinde istediğinizi elde etmişseniz, muhtemelen, zirveden kayıp düştüğünüzde, yerden kalkmakta zorlanırsınız. Fakat yerinin hakkını vermişlerin takipçisiyseniz, sizi yıkmak da, yıkıldığınızda yerde tutmak da çok zor olur.

Mevlana’nın şu sözlerini unutmayın: “Şöhret âfettir; şöhret peşinde koşmak, iyi tanınmak için uğraşmak, insanlığa yakışmaz. Eğer sen hakikati, aşk incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, denize dalman, derinliklere inmen gerek! Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.”

Emre Türker

Picture: deviantart

09 Şubat 2011

Karşılıksız Sev, Karşılıklı hisset!

Hayata sunduğumuz çoğu sevgi, karşılıklıdır. Anneye, arkadaşlara, öğretene, öğrenene, siyasi bir partiye, takıma vs.

Kimi zaman maddidir bunun karşılığı, kimi zaman manevi. Manevi karşılıklar, maddi karşılıklardan daha doyurucudur. Maddi nitelikler ise çabuk tükenir. Oysa manevi sevgiler, sunuldukça çoğalır. Dağıtılan sevgi, içten içe büyür.

Sevgimizi sunduğumuzda, karşılık göremediğimiz an, tebessümlerimiz söner. Yeniden alevlenen duygular, eskisi kadar canlı değildir. Sevgi bu nedenle karşılık bekler, karşılık bulana kadar…
Sevmek, yapısı itibariyle platoniktir. Fakat uygulamada yatırımcı oluverir. Yani verdiklerini kat kat geri ister. Eğer sevgi kazandırmıyorsa, başka yatırımlara yönlenir.

“İyilik yap, denize at” demişler. Anlayacağın; birileri bir şekilde seni bilecektir. Beklediğin karşılık, manevi yönden doyurmalı. Kalbiniz halen yumuşaksa ve sevgiyi doyasıya hissetmek istiyorsanız, birilerine, bir şeylere veya bir yerlere sürekli yardımınız dokunsun. Bu yerler, toplumda düşenlerin elini tutanlar olsun. Eğer uzatabiliyorsanız elinizi, onlara direk sevginizi teslim edin. Eğer uzanamıyorsanız, maddiyatınızı uzatarak onu büyüyen maneviyatlara dönüştürün. Sevgiler, lafta cambaz olmasın, uygulamada usta olsun.

Unutmayın, çevrenizde ne kadar seven insan görürseniz, o kadar mutlu, o kadar sevgi dolu ve o kadar huzurlu olursunuz. Karşılıksız sevmeyi öğrenin, özelikle de çocuklardan…

Emre Türker

07 Şubat 2011

Hırstan Gelen Geçici Körlükler, Aman Kalıcı Olmasın!

Çocukluğuma dair ilginç bir anım vardır. 9-10 yaşlarındaydım. Şimdiki şehrin kuru kalabalığı ve rahatsız edici gürültüsünden uzaktım. Rahatça gezebilir ve arkadaşlarımla dilediğim gibi oynayabilirdim. Neyse… Çok sevdiğim bir arkadaşımla, deniz kıyısına doğru yol almıştık. Fındık ocağından kırma bir sopayı toprak zeminde sürterek, arabacılık oynuyorduk. (Ucunda uzaktan kumandalı veya başka bir araç yok, sadece arabanın hayali var) Birden önüme kâğıt para çıktı. Paradan 6 sıfırın atılmasına gerek duyulmadığı, 10, 20, 50, 100 liraların değerli olduğu yıllarda, yerde duran para 50 lira. “aha, para buldum” der demez arkadaşım “demeeee, iyi lan ne şanslısın” dedi. Derken yolda bir tane daha. “lan olum 100 lira var burada” “heeeey”… Biraz daha ilerlerken o da ne. Bir tane daha 100 lira. “çok para oldu bu olum.”

Kâğıt paralar elimizdeydi ama biz onun ne kadar ettiğiyle değil, yolda daha ne kadar bulacağımızla ilgileniyorduk. En az 2 km daha yürümüşüzdür. Hatta yoldaki tozlu ve dikenli böğürtlen sarmaşıklarının arasını bile, “daha var mıdır acaba?” diye incelemiştik.

O parayı harcamadık. Korkmuştuk. Nedeni belirsiz bir para korkusu. Eve götürdük. Babam parayı alıp belediyeye teslim etmişti. O dönemler belediyeden bu tarz şeyler anons edilirdi. Ne de olsa, internet diye bir şey yok. Di-li-lum gibisinden bir uyarı sesi ardından “bir miktar para bulunmuştur, kaybedenin belediyemize başvurması rica olunur” sesi ve tekrar di-li-lum sesiyle biten uyarı… Paranın kaç lira olduğu, gerçek sahibinin ortaya çıkması adına söylenmez. Gelen kişi kaybettiği paranın miktarını belirtir, doğruysa alır gider.

O olayı hiç unutamam. Düşünsenize. Parayla neler yapabileceğimizi değil, içgüdüsel olarak daha fazlasını nasıl elde edeceğimizle ilgilenmişiz. Hatta sonunda onu teslim etmeye karar vererek, harcamayı akıldan bile geçirmediğimiz halde…

Birilerine bir şekilde bir yerlerden para gelir. Paranın geliş ihtimali arttıkça, heyecan artar. Daha fazlasını almak için risk hesaplanır. Yeniden, yeniden ve yeniden denemeler yapılır. Aslında birçoğunda sınır yoktur. O günün sınırı, muhtemelen diğer güne sarkar ve yeniden üst sınır belirlenir. Bu durumun akıbeti giderek belirsiz bir hal almaya başlar. Kimi gidenlerin peşinden koşar, kimi kalanların hayaliyle coşar… Ucundaki kıvılcımla beraber, hırstan bir körlük başlar.

Kendimden örnekle; çoğu zaman, elimdekinin kıymetini bilmek adına, var olanı da olmayanı da paylaşmaya çalışırım. Miktarın önemi yoktur. Bazen kullanılmış ama gerekli görmediğim kullanılabilir eşyalarımı, bazen çalışarak elde ettiklerimi veya limitsiz olarak sevgimi… Eğer doğru yere ulaşıyorsa, gidenler üzerinde pek durmam. Onlar gitmemiştir aslında, bir şekilde bizlere kazandırmıştır. Paylaşma hissimin köreldiğini/körleştiğini hissettiğim anlarda ise, hemen çocukluğum gelir aklıma. Tekrar tebessüm ederek, yoluma devam ederim. Hayat böyle daha güzel…

Emre Türker

Picture: deviantart

06 Şubat 2011

Secretariat (2010)

Türkçe Adı: Şampiyon
Tür: Dram / Aile / Tarih
Yönetmen: Randall Wallace
Süre: 123 dakika
Oyuncular: Diane Lane, John Malkovich, Dylan Walsh, Margo Martindale, Nelsan Ellis, Otto Thorwarth, Fred Dalton Thompson, James Cromwell, Scott Glenn, Michael Harding, Richard Fullerton, Roger D. Smith, Tim Ware, Nestor Serrano, Keith Austin
Annesinin ölüm haberi üzerine 4 çocuklu Penny Chenery (Diane Lane), babasının çiftliğine ziyarete gider. Babasının akıl sağlığı iyi durumda değildir. Bu nedenle çiftlikte işlerin yürütülmesi, gittikçe çıkmaza dönüşmüştür. Cenaze işlemleri ardından Penny, babasının yıllardır peşinde koştuğu bu çiftliğin elden çıkmasına razı olmayacak ve tüm kontrolü eline alarak, at yetiştirmeye ve atları tekrar yarışa sokmaya hazırlanacaktır. Üstelik profesör kardeşi ve avukat eşinin tüm karşı çıkmalarına rağmen…

Secretariat, tarihe adını kazımış bir atın öyküsü. Bu nedenle Türkiye’de “şampiyon” adıyla gösterime girmesi, pek uygun olmamış. Walt Disney’in yapımlarından bu film, at yarışlarıyla ilgilenmeyenlerin de beğenisini kazanacaktır. Çünkü öykü, çok daha içerikli, gerçek ve duygusal. İzlediğinize değecektir.

Emre Türker

02 Şubat 2011

Mutluluk Terazisinde Denge Kimin Elinde?

Mutluluk; hayat boyu aranan, idealler içinde beklentileri oluşturan, arayışlarda en çok tatmin edilmek istenen duygu. Hem maddiyat, hem de maneviyat içinde şüphesiz taçsız soyut kral.

Mutluluk arayışlarıyla ilgili birçok öykü vardır. Özellikle ibret verici yaşanmış öykülerden alınan dersler, bize mutluluğu hatırlatan önemli etkenlerdir. Mutluluk beklentileriyle yaşamasına rağmen insan, nedense hep mutsuzluğa doğru yönelir. “Neden mutsuz düşünceler taşıyorsun?” sorusuna verilen cevap, hep dışsal etkenler örnek gösterilerek geçiştirilir. Aslında insanın içinde biten ve hedeflendirilen bir duygudur mutluluk.

Birçok soruna rağmen gülümseyen insanlara, “ne kadar ruhsuz adamsın” veya “senin kadar vurdumduymaz görmedim” gibi eleştirel cümlelerin yönlendirildiği sık görülür. Oysa sorun ve sıkıntı içinde mutluluk arayışı, sıkışma hissini hafifleterek kişiyi güçlendirmektedir. Mutluluk duygusunu barındıran kişi, “neden mutsuzum” sorusunu kendine sormalı, hatta bunları maddeleyerek not almalıdır. Böylece yazıya dökülmüş huzursuzluklar daha kolay tespit edilebilecektir.

Nefes almak, bedensel anlamda hayatta olduğumuzun bir göstergesidir. Fakat ruhen canlılığın tespiti o kadar kolay değildir. Nefesin kesilmesi-bedensel, duygusal çöküş ise ruhsal tükenişi ifade eder. Örneğin çalışan bir insanın; pazartesi sendromu, hafta sonu veya hafta arası tatilini iple çekmesi, daha fazla maaş beklentileri, statüsel çekememezlik, ezme ve ezilme kavramları, telaş ve geleceğe karşı karanlık bakış açıları, duygusal çöküşe davetiye çıkaran durumlardır. Bu duygusal çöküşlerin birçoğu, toplumsal tetiklemelerle ve psikolojik açıdan dengesizliklerle insanın kendisi tarafından kurgulanmaktadır.

Toplumsal bakımdan, insanın en büyük meşguliyetlerinden birini oluşturan TV, özellikle toplumumuzun izlenimlerini daha iyi yansıtıyor. En çok izlenen programlar arasında; duygusal travmalar, huzursuz edici görüntüleri tekrar tekrar gösteren haberler ve çoğunluğunda gözyaşının eksik olmadığı yerli diziler yer alıyor. Daha eğlenceli, geliştirici veya eğitici programlar yerine, acılı, sancılı ve umutsuz yaşamları izlemek, bizi daha çok heyecanlandırıyor. Tarihimizi anlatan dizilerin içine entrikalar yerleştirildiğinde, onları daha unutulmaz kılıyoruz. Mutluluk dolu anlarımızı, bizi yakından ilgilendirmeyen safsata dolu tartışmalar, huzursuz edici anlar, acılar ve kinle bastırıyoruz. Böylece mutsuzluk kavramı, baskın olarak etkisini hissettiriyor.

Mutluluk bir maddeye bağlandığında, maddedeki artış dengeyi bozar. Mutluluğun devamı, ruhen tatminde gizlidir. Mutsuzluk ortaya çıktığında, sebebi önce tanımlamak, sonra anlamak ve denge açısından analizler yaparak, en iyi mücadeleyi ortaya koymak gerekir. Arayış bu yönde olursa, mutluluk her zaman avantajlı duruma geçecektir.

Emre Türker

Picture: flickr

01 Şubat 2011

Life as We Know It (2010)

Türkçe Adı: Başımıza Gelenler
Tür: Dram / Komedi / Romantik
Yönetmen: Greg Berlanti
Süre: 114 dakika
Oyuncular: Katherine Heigl, Josh Duhamel, Josh Lucas, Alexis Clagett, Brynn Clagett, Brooke Clagett, Hayes MacArthur, Christina Hendricks, Sarah Burns, Jessica St. Clair, Brooke Liddell, Kiley Liddell, Britt Flatmo, Rob Huebel, Melissa McCarthy
En iyi arkadaşlarını bir trafik kazası sonrası kaybeden Holly Berenson (Katherine Heigl) ve Eric Messer (Josh Duhamel), onlardan yetim kalan bebekleri Sophie’yi evlat edinmek durumunda kalırlar. Çünkü vasiyette istenen budur. Fakat Holly ve Eric’in arasında bir ilişki olmaması ve çocuk yetiştirme konusundaki tecrübesizlikleri, başlarına iş açacaktır. Çünkü çocuk bakmak, tahminlerinden de zor çıkacaktır.

Çocuk bakmanın zorluklarını mizahi bir açından anlatan film, kimi zaman dramatik, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman romantik. Hoş vakit geçirmenizi sağlayacaktır.

Emre Türker