31 Mart 2009

Be with You (2004)

Orjinal Adı: Ima, ai ni yukimasu
Tür: Dram / Fantastik / Romantik
Yönetmen: Nobuhiro Doi
Süre: 119 dakika
Oyuncular: Yûko Takeuchi, Shido Nakamura, Akashi Takei, Karen Miyama, Yosuke Asari, Yûta Hiraoka, Chihiro Ôtsuka, Mikako Ichikawa, Katsuo Nakamura, You, Suzuki Matsuo, Fumiyo Kohinata
Romantizm dalında Japon filmlerinin en güzel örneklerinden biridir. Filmin esrarengiz havası büyülerken, küçük şeylerden alınan mutluluk dokunuşlarına izleyiciyi ortak ediyor.

Takumi (Shido Nakamura), eşi Mio’nun (Yuko Takeuchi) ölümü ardından oğlu Yuji’ye (Akashi Takei) tek başına bakmak zorunda kalır. Üstelik ev işlerinde başarılı değildir.

Ölmeden önce Mio, yağmur mevsiminde geri döneceğini söz vermiştir. Takumi ve Yuji, bundan emindir. Yağmur mevsimi geldiğinde, heyecanla beklenti içine girerler.

Evleri yakınındaki ormanda baba oğlu dolanırken, eski yıkık barınakta Mio’yu görürler. Esrarengiz bir şekilde geri dönen Mio, geçmişle ilgili hiçbir şey hatırlamamaktadır. Hatıralarını anımsaması için geçmişi konuşurlarken, ilk aşklarının ve mutlu aile hayatının tadına yeniden varacaklardır.

Bu masalsı romantik film, tabiat güzellikleriyle birlikte müthiş süslenmiştir. Öyle sıcak ki, aşk, bağlılık ve güven ilişkileri içinde gülümseyerek vakit geçiriyorsunuz. Kesinlikle tavsiyedir.

Emre Türker

picture: asiacue

30 Mart 2009

Paranoya

Sesler, sanki defalarca adını çağırıyordu.

Kalabalıkta tek el üzerinde tutunarak ve birbirine sürtmeden ayakta kalanların cambazlığı,
Sigara yasağına rağmen şoförün yaktığı tütünden gelen oksijeni tüketen duman,
Dışarıdaki soğukla içerideki sıcağın dengesizliğinden oluşan camdaki buğulara bir şeyler karalama tutarsızlığı,
Nereye gittiğini bilmeden ana kucağında sallanan çocuğun tiz sesi,
Elindeki adresi takip ederek tüm sesleri bastırırcasına konuşan yabancı turistlerin gürültüsü,
Rahatsız ediciydi.

Bilmem kaçıncı kez gidiyordu bindiği duraktan son durağa doğru. İkisi arasındaki zaman aralığının belirlenememesi, giderek artan trafik yoğunluğunun hayatı kitlemesinden kaynaklanıyordu. Kitleler artarken, şehir kendi nüfusunu kaldıramıyordu.

Bir kız baktı uzaktan. Önlerde bir yerlerde kıvrılmış, tanışmadıkları halde onu çağırıyordu. O kadar kalabalık arasından nasıl oluyor da suratını görebiliyordu. O tiz sesli bebeğin surat ifadesinde, yabancı gürültünün anlam karmaşasında, sulanan gözlerini kapatmamaya çalışırken buğulanan görüntüde, görünmez koltuğunda oturur gibi çömelmiş cambazlık yapar gibi ve sanki beyaz bulut üzerinde uçarcasına meydana gelmiş duman arasında, kendini belirliyordu. Ürperdiğinden, son durağa gelmeden inmek zorunda kaldı.

Kalabalık caddede öyle bir ayaz esiyordu ki, kokuşmuş paltosuyla suratını kapamaya çalıştı. Uğultunun arasında, otobüsteki kızın halen kendisini çağırdığını duyabiliyordu. Soğuktan mı, yoksa telaştan mı bilinmez, titriyordu.

Otobüse ne zaman binmişti?
Nerden geliyordu ve nereye gidiyordu?
İçerideki kalabalığın karmaşasıyla kızın arasındaki bağlantı neydi?
Neden sürekli onu çağırıyorlardı?
Birileri mi izliyordu?
Yoksa rüya mı görüyordu?

Kalabalık gürültüdeki sesleri bastırmak üzere girdiği köhne bir barda, bir içki söyledi kendine. Cebindeki parayı kontrol etti. Para yeterliydi. Sonuna kadar içecekti.

Emre Türker

picture: deviantart

An American Crime (2007)

Türkçe Adı: Bir Amerikan Suçu
Tür: Polisiye / Dram
Yönetmen: Tommy O'Haver
Süre: 97 dakika
Oyuncular: Ellen Page, Hayley McFarland, Nick Searcy, Romy Rosemont, Catherine Keener, Ari Graynor, Scout Taylor-Compton, Tristan Jarred, Hannah Leigh Dworkin, Bradley Whitford, Michael O'Keefe, Carlie Westerman, Michelle Benes, Patricia Place, Calvin Keet, James Franco
1966 yılı “Baniszewski Indiana Eyaletine Karşı” davası anlatan filmde, mahkemedeki tüm ifadeler tutanaklardan alınarak sinemaya uyarlanmıştır.

Panayırlarda pamuk helva satarak geçimini sağlayan Likens ailesi, iki kızına bakarak çalışmakta zorlanır. Bu nedenle Sylvia (Ellen Page) ve Jennie’ye (Hayley McFarland) kalabilecekleri yer ayarlamaya çalışırlar.

Eşi tarafından terk edilmiş Gertrude Baniszewski (Catherine Keener), altı çocuğuna bakmak için iş aramaktadır. Sylvia ve Jennie, çocuklarının misafiri olarak evine gelir. Bu sırada kızlarını arayan Lester Likens ve Gertrude, tanışırlar. Gertrude, kızlara para karşılığı bakmayı teklif edecektir.

Teklif ne kadar cazip görünse de, Gertrude’un psikolojik sorunları, henüz bilinmeyen bir gerçektir.

Yaşanmış bir olaydan esinlenerek hazırlanan filmdeki görüntüler, izleyiciyi rahatsız edebilir. Aile sorumsuzluğunu anlatan çarpıcı bir örnektir.

Emre Türker

picture: impawards

29 Mart 2009

Yes Man (2008)

Türkçe Adı: Bay Evet
Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Peyton Reed
Süre: 104 dakika
Oyuncular: Jim Carrey, Zooey Deschanel, Bradley Cooper, John Michael Higgins, Rhys Darby, Danny Masterson, Fionnula Flanagan, Terence Stamp, Sasha Alexander, Molly Sims, Brent Briscoe, Rocky Carroll, John Cothran Jr., Spencer Garrett, Sean O'Bryan
İçinde bulunduğu her olaya olumsuz yaklaşan birini kurtarmanın yolu nedir? Örneğin müşteri ilişkilerinde, temsilcinin en büyük yasağıdır hayır kelimesi. Öyleyse her şeyi kabullenip Evet mi demek gerekir?

Carl Allen (Jim Carrey), kendi iç dünyasında yaşayan, karısı tarafından terk edilmiş, çevresindeki arkadaşlarını görmezden gelen bir bankacıdır. Hiçbir sosyal aktiviteye katılmadığı gibi, evinde sürekli yalnız olarak film seyrederek vakit geçirir. Çevresindeki her olaya, olumsuz yanıtlarla karşılık vermektedir.

Uzun zamandır görüşmediği arkadaşı Nick’le karşılaşmalarından, Bay Evet seminerini öğrenir. Merak edip katıldığı seminerde, konuşmacı Terrence ile aralarında hoş geldin konuşması gerçekleşir. Konuşma sonunda, artık her şeye “evet” diyeceğine dair onunla anlaşma yapar. Aksi halde, başına kötü şeyler geleceğine inanacaktır.

Yes Man; karamsarlığa karşı mutluluk aşılayan, görsel bir kişisel gelişim gösterisine benziyor. Çok anlamlı bir komedi. İzleyiciyi güldürürken düşündürür cinsten. İşin içinde Jim Carrey olunca, komedinin dozu ona göre artıyor. Her tarz seyirciyi memnun bırakacak, verilmek istenen düşünceyi akıllara kazıyacaktır.

Emre Türker

picture: impawards

28 Mart 2009

The Oxford Murders (2008)

Türkçe Adı: Oxford Cinayetleri
Tür: Polisiye / Romantik / Gerilim
Yönetmen: Álex de la Iglesia
Süre: 108 dakika
Oyuncular: Elijah Wood, John Hurt, Leonor Watling, Julie Cox, Burn Gorman, Anna Massey, Jim Carter, Alan David, Dominique Pinon, Tim Wallers, James Weber-Brown, Ian East, Charlotte Asprey, Alex Cox, Tom Frederic, Doug Kirby, Martin Nigel Davey, Duane Henry, John Wark
Hayatın her evresinin mantıksal bir çözüm noktası olabilir mi? Olaylar yaşanırken, çözümü kişilerin yaşantısında mı aramak, yoksa buna uygun bir problem mi hazırlamak gerekir?

Martin (Elijah Wood), hazırladığı tezde kendisine danışman olarak yardımcı olması için, Profesör Arthur Seldom’la (John Hurt) görüşmeyi planlamaktadır. Bu nedenle ülkesinden Oxford’a talebini belirten bir yazı göndermiştir. Gelen faksa göre, kalacağı Bayan Eagleton’un evine gider. Hasta olmasından dolayı Eagleton’a, müzisyen kızı Beth (Julie Cox) bakmaktadır. Anne ve kız, pek anlaşamamaktadır.

Profesör Seldom’la görüşmek pek mümkün değildir. Martin, düzenlenen konferansı fırsat bilerek katılmış, fakat bu karşılaşma kötü geçmiştir. Eve dönüşünde, kapı önünde Profesör Seldom’la karşılaşır. Eagleton’u ziyarete gelen profesörle birlikte içeriye girdiklerinde, kadının cesediyle karşılaşırlar.

Cinayet, arkası gelecek seri bir olayın habercisi gibi görünmektedir. Bu nedenle Martin ve Seldom, matematiksel şifrelerle gizlenmiş olayların devamını engellemek için, birlikte polisiye yardımcı olmaya çalışırlar.

Klasik bir katil kim oyunu olarak görülen filmde, ipuçları bilimsel verilerle ağırlaştırılmıştır. Matematiksel işlem, bilimsel veri, teori ve hipotez gibi oluşumlardan hoşlananların ilgisini çekebileceği gibi, polisiye yapıda olmasına rağmen bu tarzı tercih edenleri bile konuşmalarla sıkabilir.

Emre Türker

picture: impawards

27 Mart 2009

Kalbinizi Çalan Eylemsel Hareketler

Herhangi bir ilişkisi olmayan kişi, nedensiz arayışların içinde bulur kendisini. Aşka doğru çıkış noktası aranan bu labirentte, süresi belli olmayan mutluluk dokunuşları, çıkmazlardaki duraklarda aranır. Bazen bulmacanın sonuna ulaşıp elmanın diğer yarısına sahip olurken, bazen de bütünü tamamlayamamış olmamın çözümsüzlüğüyle, rüzgârın uçuşturduğu yaprak gibi savruluruz.

Aşk, felsefesi içinde sonsuz uzantılara sahiptir. Karşılıklı ilişkide mutluluksa aranan; bir erkek ne ister, bir kadın ne ister. Örneğin, kaçan balık kovalanırmış diyerek bir balıkçı olabilirsiniz. Ya da karmaşanın içinde karanlıkları benimseyip, aşk-ı manya fanatikliğinde sloganlar yazarsınız. Sesler yükseldiğinde, Aşk-ı Figan uğultusunda sağır kalıp başka titreşimleri algılayamazsınız. Havanın dokunuşlarına kendinizi bırakır, her mevsim bir başkadır aşk dersiniz. Aşk problemlerinde çözüm arayışları hiç bitmez. Bazen de aşk bahçesine fantezi eker, ürünlerini toplarken hafiflersiniz.

Bana göre aşk, platoniktir. Karşıdan gelen tepkiye göre etki göstermez. İlgi gösteriyorsam, bu hiç görmediğim bir hayal ürününe de olabilir, bir kez gördüğüm unutulmaz şipşaklara da, sözlerin dokunuşlarıyla desteklenen karşılıklı oluşumlara da… Her birinin acısı ve tatlısı vardır. Aralarındaki renklilik, her biri içindeki tadın şiddetine göre çeşitlenir.

Hiç kıskanılmayan bir birliktelik olamaz. Hiç kıskanmadığınız kişiye aşık değilsinizdir. Kıskançlıkta belirlenmesi gereken şey var ki, o da dozunun ayarıdır.

Peki sizler ne arıyorsunuz? Aklınızdan çeşitli tilkiler geçiyordur. Bazen tavuklar aklınıza gelir, bazen domuzlar. Bazen benzettiğiniz kişi küfürdür, bazen de eşya.

Bu yazının bir sonu yok. Ama benim beklentilerim olacak.

Konu: Kalbinizi Çalan Eylemsel Hareketler Mimi

Mutlu bir beraberlik için, karşı cinsten beklentileriniz nelerdir?
Sevdiğiniz kişide aradığınız özellikleri yazarak, kalbinizdeki güzeli tanımlayınız.
“Kısaca, birlikte olduğum kişi böyle olmalı” gibi ifadelerle,
kalbinizi çalacak kişiyi hayalinizde canlandırın ki, okuyan karşı cinsiyet
-hııım, demek şöyle yapsam daha etkili olacakmış, burada yanlış yapmışız" diyerek ayağını denk alabilsin.


Sorular sizlere…
Böcek Kimi zaman arsız, kimi zaman sevimli, kimi zaman farklıdır sevgisi. Tufanından korkun, sıcaklığından faydalanın. Kimi zaman şairidir beyaz sayfanın, kimi zaman saklanan balığı. Var bu işte yayılan bir sevimlilik ama ne siz sorun ne o söylesin.

Kelebeğin Ömrü Yardım için uzandığı elleri kesmişler. Sevgi dolu yaklaşmış, yanlış anlamışlar. Şiddetini göstermiş, kızmışlar. İnatçı ve gizemli olduğu kadar, kendine güvenir de. Ah bir de yarı yolda bırakanlar olmasa.

Pino Çocuksu yolların hayal kahramanı. Sulu boya defterinin renkli dünyası. Büyümek, çocukça gülümsemekten kaçmak değildir.

Sel Şöyle bir sahne kurulsa da, perdenin ardından o çıksa. Ona buna saydırırken, kıvılcımlarından şimşekler çaktırsa. Makineli tüfeğin kurşunları değil karşıdan gelen, durmak bilmez kelimelerinin bedensel ayak izleri.

yesari Hayat eğlenceli değilse, solumanın ne anlamı var. Çakırkeyifli, blog sirkinde laf cambazı, Mart ayının mim güzeli.

EVA Edebi yanardağın çatlak krateri. Kelimeleri patladığında, sözlerini yakalayanları ateşiyle kavuran. Vahşi gezgin, kitapsal oluşum.

nєнιяѕєℓ Bizlere şiirsel dokunuşlarla hayat veren, şairane kelimelerin blog güzeli. Anlamak için noktalarına takılmayın. Anlamak istiyorsanız, zihninizi temizleyin ve şarkısını dinleyin.

beyaz mendil Sahnelerin ören bayanı. Örneklerinden parça parça alın, hepsi ağır gelir. Paylaşımcıdır, şiddetle okur ama şiddetten uzaktır.

BodrumSibel Hayat kısa, olduğu gibi yaşa. Üstüne gelenler olsa da, neden saldırsın ki sevmek varken bu dünyada. Politik sesler dalgaları uyandırmak adına değil, bir nefes özgürlük için.

KaRaMeL Oldukça uysal yaklaşır, kırmamak için de kendi parçalanır. Bir hareketinizden alınsa belli etmez, ayrıca sevgisinden de ödün vermez.

...RiGoR MoRtiS... Sevdiklerinin taraftarı, sevmediklerinin savaşçısı, bir de yaşamasa aşk acısı

Siminya Ankara’nın yolları taştan, alır sizi küresel kardan. Karamasal yaralara merhem olmuş, doktorluğundan randevu alanların biraz beklemesi gerekiyormuş. Aman efendim, kelime hataları mı dediniz? O sizin hatanız.

DEMET İyi çalışırım, iyi çizerim, kelimelerde bağlantı mı dediniz? O da var bende. Ne de olsa deliyim ama güven uyandırırım sizde.

Öykü Şöminenin karşısına kedisiyle geçmiş ısınırken, sevimli gülümsemelerinden kendince pay vermekte. Yarın fırtına çıkmış, kasırgalar damları uçurmuş, moral sıfır olmuş. Gelmiş biraz konuşmuş da moral olmuş.

Üfürükten Prenses Eleştirel yaklaşırken alarm ziline basmamaya özen gösterir. Bir eliyle tokatı basarken, bir eliyle okşar ki, ne olduğunuzu anlayamazsınız. Sempatik, girişken, biraz da cesur mu ne?

Franche Bakma sen edebi dokunuşların birinci sayfasında olduğuna, fikirleri ansiklopediktir gelir sırasında. Kimi zaman lirik dokunurken, kimi zaman tablosudur renkli kalemleri dünyanın.

Pia Dünyada çok şey istiyor görünse de aslında mutluluktan başka bir şey istemiyor. Kendi evi olsa, saçmalıkları okuyacağına işine baksa fena mı olurdu? Bu nedenledir gülümsemek isterken agresifleşmesi.

Blogdaşlarım, daha listeme o kadar çok kişiyi yazmak istiyorum ki, ama enerji pilimin şarj uyarısıyla karşı karşıya kalmış durumdayım. Bu gecelik kapalı odamın sanal penceresinden aşkın kuşlarını serbest bıraktım. Penceresinde görenler soğukta bırakmasın. Aşklar ne kadar platonik olsa da, hep iki kişilik yaşanır.

Emre Türker
picture: deviantart

Etkilendiğin Kitabı Paylaş Mimlemesi

Kişisel anlatımlarımızın hemen ardından, şapkasından kuş çıkaran yesari, akşam eve gitmeden önce ödevimizi vermişti. Etkilendiğiniz kitabı anlatın derken mimlemesinde, aslında okumayanları da sıra dayağına çekiyordu. Son zamanlarda yazmaktan okumaya fırsat pek bulamazken, “elektrikler kesildi, mum almaya param kalmadığı için ışıksızlıktan yazamadım öğretmenim” sözlerimi mazeret olarak kabul etmedi. Olmaz hayalbemol dedi, ödevini bitirmeden gelme. Etkilendiğin kitap nedir söyle.

Çok satanlar listesindeki kitaplara, reklamın büyük payı olduğu düşüncesiyle sıcak bakmayan biriyimdir. Fakat belli dönemlerde, boşuna okunmuyormuş bu adamlar demeden de duramıyorum.
1-Bunlardan biri de Adam Fawer’in Olasılıksız kitabıdır. Aslında kitapla ilgili düşüncelerimi
Olasılıksız Üzerine yazımda tanıtmıştım. Bu adama İstatistiksel olayları merak uyandıran fantastik polisiyelere uyarlamayı başarmış biri. Kitabı çok kısa süre içinde bitirirken, şiddetle etrafıma tavsiyelerde bulundum. Birçok kitabın filmi yapıldı ama bu romanın beyazperdeye dönüşmesi zor gibi görünüyor. En azından benzer tadın yarısını bile vermek, büyük çaba gerektirir. Çünkü asıl yazıdaki anlatım çekiciydi.
2-1900’lü yıllarda yaşamış barışçıl yazar Saint-Exupery, Küçük Prens diye bir masal anlatmış ki, tüm dünyayı yerinden oynatmış. Belli dönemler, mutluluk perisinin benden uzaklaştığını anladığım an, hemen Küçük Prens’imi elime alıp tekrar okumaya başlarım. Zaten bir çırpıda okuyabileceğiniz hikâyedir. Hatta bir dönem öyle tutuklusu olmuşum ki, çeşitli yayınevlerinin çıkardığı ilk baskılarını almak için sahaflarla çetin pazarlıklara girişmiştim. Bir keresinde sayfaları parça parça olmuş ama önemli iki kişinin birlikte çevirdiği baskıyı görmüştüm. Bunlar, Cemal Süreya ve Tomris Uyar’ın çevirisiyle Cem yayınevinden çıkmış bir kitap. Kitapçıya gitseniz çok ucuza sahip olacağınız bu değerli hazineye, o baskısı için iyi para vermiştim. Böyle koleksiyon tutkularım vardır. Hastalık işte.
3-Filmi yapıldı ve çok beğenildi. Yaşlı bir adamın büyük balık efsanesini anlatan dev eser. Hemingway’dan Yaşlı Adam ve Deniz. Şiirsel, tutkulu, umut dolu bir dramatik hikâye.
4-W.Shakespeare’nin tüm kitaplarına sahibim. Edebiyata saygı gösteren her bünyenin en az bir tanesini okuyarak sindirmesi gerekir diye düşünüyorum.
5-Goethe’nin Werther’i. Bu kitabın, bendeki ciltli eski baskısını birine vermiştim. Ama geri gelmedi. En önemlisi kime verdiğimi unutacak kadar güvendiğim birisiymiş. Bu da bir ders oldu. Kitaplar hazinenizse, okuması için verdiğiniz kişileri iyi belirleyin. Hatta geri almak için süreniz olsun. Bir zaman sonra, sahaflarda ciltlisini bulmuş, bir tane almış, yine bulup yine almış biriyim :) Bu kitabın çeşitli baskılarından en az 10 kişiye hediye etmişimdir. Werther, romantizmin başlangıç dönemidir. Hatta o zamanlar, Almanya’da intihara sürüklüyor diye toplatıldığı bile olmuş. O derece aşkın pençesinde savrulmuş bir adamın çırpınış mektuplarını içeriyor. Aşk acısı çekenler için doktor kontrolünde okunması tavsiyedir.

Kitap kokusunu solumadan kelimelerden tat alamayan biri olarak, e-book’lardan hiçbir şey anlamıyorum. Bir keresinde bunlardan birini okumak istemiş, ama birkaç sayfadan sonra hazımsızlık çekmiştim. Bu konunun da üzerinden geçelim ki ayak izimiz kalsın.

Emre Türker

picture: deviantart

26 Mart 2009

The Wrestler (2008)

Türkçe Adı: Şampiyon
Tür: Dram / Spor
Yönetmen: Darren Aronofsky
Süre: 109 dakika
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood, Mark Margolis, Todd Barry, Wass Stevens, Judah Friedlander, Ernest Miller, Dylan Keith Summers, Tommy Fara, Mike Miller, Marcia Jean Kurtz, John D'Leo, Ajay Naidu, Gregg Bello, Ron Killings, Giovanni Roselli
Çevresi tarafından popüler olmuş ünlü bir kişinin yaşam tarzını inceleyen The Wrestler, hayal dünyasında unutulan gerçekleri hatırlatan güzel bir filmdir.

1989 yılında, koç lakaplı Amerikan güreşçisi Randy Robinson (Mickey Rourke), bu sporla uğraşanların gözdesi haline gelmiştir. Fakat popüler yaşamında; alkol, uyuşturucu ve doping gibi maddeler kullanarak vücudunu riske atmaktadır. Ayrıca her ringe çıkışında, hayranlarını coşturmak adına bedenine zarar vermekten çekinmez.

Aradan 20 yıl geçmesine rağmen, hafta sonu güreşlerinde görev almaya devam eder. Fakat bedeni eskisi kadar dayanaklı değildir. Para sorunu çektiği için, hafta içi çeşitli işlerde çalışarak ek kazanç elde eder.

Gece kulübünde çalışan Cassidy (Marisa Tomei) adlı kadın, Randy gibi yıllanmış biridir. Cassidy’nin yanına hemen her gece giden Randy, aslında bu görüşmeyi müşteri ilişkisinden çıkarıp gerçek hayatta devam ettirme düşüncesindedir.

Para ve şöhret, insanı çok çabuk etkisi altına alır. Fakat şöhretin cazibesi tehlikelidir. Yarınlar hiç olmayacak derken, bir anda dünde kalmış güzelliklerin hayalini kurmaya başlarız. Zirve güzeldir ama aşağıya düştüğünde, yapayalnız kalır insan. The Wrestler, bu tarz bir konuyu anlatıyor. Film gerçekten etkileyici. İzleyiciye tam bir insanlık dramı yaşatıyor. Şiddet ve cinsellik barındıran sahneler de içerdiğini belirtmeden geçmeyelim.

Emre Türker

picture: impawards

Bize Kendini Anlat Havasındaki Mim

Ahkamın kralını kesen, defterini doldurup kitabına geçen yesari, Mart ayını, kendi mimlere ayıra dursun, görmezden geldiğimi söylediği mimlerine karşılık vereyim.

Konu: Maddeler halinde kendinizi kendi cümlelerinizle tanımlayacaksınız. (madde 1. yaz kızım)

Sorular karşısında boynum kıldan ince, kelimelerimiz kılıçtan keskindir. Şimdi sorudaki cümleye de takıldım. “Kendini kendi cümlelerinle” anlat. Şimdi ben, kişiliğimi anlatması için adam çağırmayacağıma göre, nedir bu kendi kendine girişkenlikler? Çok felsefeye takılmadan sonuca gelelim, edebiyat yapmayalım. Soruları cevaplarken, biraz politik davranıp genel tavsiyeler şeklinde maddeleyeceğim.

-Yıllardır eve girmemek için çırpınırken, şimdi evden çıkmaz biri haline gelmişim. Sanal gücün etkisi bu olsa gerek. Ekran başına çekiyor adamı bu ortamlar.

-Felsefe okuma hevesiyle yanıp tutuşurken, çevremin “başımıza filozof mu kesileceksin” sözlerine kulak vermiş, yoldan geri dönmüşümdür. Geçmişle günümüz arasındaki kişisel en büyük farkım, artık dışarıdan gelenleri ikinci plana atarak kendi özgür irademi uyguluyor olmamdır.

-Kendimi bildim bileli, beyaz sayfalara kelimeler karalarım. İlkokulda hikâye kitabı yazma girişimim olmuştur. Bir adet kitap bastırmayı başarmış, bu bana diğerleri için cesaret verici olmuştur.

-Kalabalık ortamlardan ve yapmacık ilişkilerden nefret ederim. Sırf sohbet olsun diye laf atmam. Toplu buluşmalarda muhabbet açmazsa beni, bir anda susarım. Sessizliğimi fark eden dostlarım, konuşturmak için çaba göstermez. Çünkü fayda etmez. Ama eğer sohbet tam kafama göreyse, isteseniz de susturamazsınız beni.

-Kişilere zarar vermeyi sevmesem de, yapılan yanlışları kolayca unutmam. Hata yeniden tekrarlanmıyorsa, unutmuş gibi davranırım. Özellikle ilişkilerde yinelenen hatalarda, üçüncü şansı tanıdığım zor görülür.

-Satış için yönlendirmelerden hoşlanmam. Dükkânlarda kafama göre dolaşmaktan hoşlanır, birinin gelip de “ne aramıştınız” gibi sözlerinden hoşlanmam. Sürekli peşimde dolanan bir eleman varsa, mağazayı terk ederim.

-Akıl hocalarında hoşlanmam. Fikir sunanlar daha cazip gelir. Tavsiye güzeldir. Yani; teoriler kolay yazılmaz, hipotez ortamında yaşıyoruz.

-Edebiyatı sevmeme rağmen, lisede tökezlediğim tek ders edebiyattır. Sebep? Basit. Dar kalıplara sığmayı sevmiyorum. Kompozisyon diye bir sınava karşıyım. Düşünceleri değerlendirmek bir öğretmene kalıyorsa, eyvahlar olsun. Madem değerlendireceksiniz, öğretmenler odasında toplu okuyup not verin. Ama dersen ki konu anlatımı, imla kuralları gibi kesinlik içeren şeylerden sınav olacaksınız, tamam. Öyle değil ki, bir de güzel yazma ve konuşma diye bir şey vardı. Kardeşim, yazım kötüyse, bu saatten sonra nasıl düzelteceksin? Cevap uzadı :)

-Çalıştığım hiçbir işyerinde yalakalık yapmadım. Bu nedenle de yükselişlerim hızlı olmamıştır. Çünkü emeğimi görmesi için yalanlar arası tost yapıp tabaklara koymam.

-Hayaller ve umutlara sonsuz inancım vardır. Eğer bir şeyi aklıma koymuşsam, mutlaka yapmaya çalışırım. Bazı hayallerimi belki mezara götüreceğim ama yine de benimle olacaklar.

-Her dönem bir tutkum vardır. Bu tutkuyla gelen hobiler, yaşama bağlar beni.

-Aşk birlikteliğine inanan biriyim. Mantıksal birleşmeler duygulardan ağır basıyorsa, o kişilere hüzünle bakarım.

-Politikayı sevmem ama politik cevapları severim. Her sözde, bir kaçış payı bırakacaksın.

Daha bu uzayıp gider. Zaten kimsenin de beni bu kadar merak ettiğini sanmam.
Bu yeterlidir, fazla bile…

Şimdi bu mim sağa sola herkese gitmiştir. Tekrarlar yaşamamak için; bir sonraki yazım, ilişkileri araştırma niteliğinde bir mim olacak.
Sanki beraber içmişliğimiz, aynı ortamlara gitmişliğimiz var dediğim BodrumSibel
Kelimelerinde sıcaklık gördüğüm, blog dünyasında yeni tanımaya başladığım Franche
Yazılarını yeni tanımaya başladığım fulya'nın duyurduğu
Hayallerimizin başlangıç noktası ayrı, sonu bemol ile meyalle ayrılan HaYaL MeYaL
Aşkın acısını çekmeyi seven, aşk için yaşayan ama yeri geldiğinde haykıran ...RiGoR MoRtiS...
dobra dobra konuşan, harbi delikanlı kızımız, sesini kelimelerdeki haykırışlarda anlatan, sokak şarkıcımız Sel
Sevgi dolu, duygu yüklü, sevimli, yürek ısıtan Öykü

Emre Türker

picture: deviantart

Penelope (2006)

Tür: Komedi / Fantastik / Romantik
Yönetmen: Mark Palansky
Süre: 104 dakika
Oyuncular: Christina Ricci, James McAvoy, Reese Witherspoon, Richard E. Grant, Catherine O'Hara, Nick Prideaux , Michael Feast, Ronni Ancona, Simon Woods, Paul Herbert, Simon Chandler, Peter Dinklage, Andi-Marie Townsend, John Voce, Burn Gorman, Andrew Bailey, Nick FrostMutlu beraberlikler; ilk görüşte aşka mı, yoksa karakterlerin anlaşmasına mı dayanır? Penelope, dış ve iç güzelliği irdeler niteliktedir.

Asırlar önce Wilhern’lerden genç Ralph, hizmetçisi Clara ile evlenmek ister. Aile bu beraberliğe onaylamayınca, hamile olan Clara intihar eder. Hizmetçi Clara’nın annesi, kasabanın cadısıdır. Bu olayın ardından küplere binen cadı, doğan ilk kızın domuza benzemesi konusunda Wilhern’leri lanetler. Bu büyü ancak kendileri gibi soylu birinin, kızı olduğu gibi kabul ederek evlenmesi sonucu bozulacaktır.

Birkaç kuşak sonunda, Franklin ve Jessica Wilhern çiftinin bir kızı olur. Penelope (Christina Ricci) adındaki bu kız, tıpkı domuza benzemektedir. Evlilik çağına kadar toplumdan saklanan Penelope, çöpçatanlık hizmeti veren biri aracılığıyla soylu ailelerin erkek çocuklarıyla görüştürülmeye başlar. Fakat Penelope’yi gören her erkek, korkup kaçmaktadır.

Acaba Wilhern ailesi, kızları Penelope için uygun damat adayını bulabilecek midir?

Masalsı şekilde izleyiciye aktarılan film, oldukça eğlencelidir. Ayrıca bu hikâyede, kişinin kendine bakış açısı üzerine eleştirel bir yaklaşım görüyoruz. Romantik komedi severlerin beğeneceği tarzda bir yapımdır.

Emre Türker

picture: impawards

25 Mart 2009

Biraz Zamanını Alabilir Miyim?

Yaklaşık 10 yıldır görüşemediğim bir dostum, hayatın vazgeçilmezi haline gelmiş internetin arkadaşlık siteleri aracılığıyla beni bulmuş. Uzun süredir bu tip sitelere kayıt olmamak için direnmiş, bir şekilde içeriğine dahil olmuştum. Ne kadar istemediğiniz kişiler sizi bulsa da, görmek istediklerinizle sanal anlamda karşılaşınca, mutlu oluyorsunuz.

Yurtdışında yaşayan bu arkadaşım, kısa süre içinde Türkiye’ye geleceğinden bahsetmişti. Yaklaşık 1 – 2 ay içinde sözünde durmuş ve bir gece ansızın beni aramıştı.

- Taksim’deyim, acele oldu ama vaktin varsa görüşelim mi?

Koşar adımlarla evden ayrılmış, kendisiyle karşılaşınca mutlu olmuştum. Birlikte yaşamışlıklarımız, sanki dün gibiydi. Yıllar kişiliklerimizden hiçbir şey almamış, sadece şekilsel anlamda değişikliklere uğramıştık. Neler yapmıştık görüşmeyeli? Birkaç saatlik buluşma planımız, başka arkadaşların da yanımıza gelmesiyle, sabaha kadar sürmüştü.

10 sene öncesine dönmüştük. Sanki aynı heyecanı yaşıyor, aynı karelerde yaptıklarımızdan dolayı gülümsüyorduk. Bu zamana kadar, hiçbirimiz tam anlamıyla bir araya gelmemiştik. Neden şimdiye kadar buluşmamıştık? Bize bunu soruyordu. Sebeplerimiz hazırdı: İş, güç, yaşam mücadelesi, şehir değiştirme, telefonlarını kaybetme vs.

- Onca yıl ve uzak araya rağmen, nasıl sizi bulup bir araya getirebildim?

Haklıydı. Aynı şehirde yaşayan çocukluk arkadaşımla bile aramızda çok kısa mesafeye rağmen, çeşitli nedenler göstererek görüşmelerimizi erteliyorduk. Ya yorgunuzdur, ya keyfimiz yoktur, ya da müsait değilizdir.

Sebeplere karar veren biz değil miyiz?

Aslında fırsatları planlayan, psikolojimizi dengeleyen ve yaşam standartlarımızı belirleyen, bizden başkası değildir. Sanal ortamlarda haberleşme sağlayarak, hareketsel eylemlerden kendimizi soyutluyoruz. İstesek çok şey başarabiliriz ama sebep sonuç ilişkisini düşünsel anlamda kısıtlayarak sınırlar çiziyoruz.

Zamanı bilinçsizce tüketirken, bir ömrün son kullanma tarihini yeniden gözden geçirmek lazım. Uyanmak için çalar saatinizi ertelemeyin.

Emre Türker

picture: deviantart

Nobody Knows (2004)

Orjinal Adı: Dare mo shiranai
Tür: Dram
Yönetmen: Hirokazu Koreeda
Süre: 141 dakika
Oyuncular: Yûya Yagira, Ayu Kitaura, Hiei Kimura, Momoko Shimizu, Hanae Kan, You, Kazuyoshi Kushida, Yukiko Okamoto, Kenichi Endo
Aile sorumsuzluğunu anlatırken, açlıkla mücadele, elindekilerle yetinme, kardeş sevgisi ve başıboş bırakılmış çocuklar gibi konularda insanlara ders verir nitelikteki film, Japon sinemasının önemli yapımlarından biridir.

Kocasıyla ayrılmış Keiko, 4 çocuğuyla ev tutmakta zorlandığı için, ev sahiplerine büyük oğlu Akira’yı tek çocuğu olarak tanıtır. Bu şekilde yeni evlerine taşınırlar.

Keiko, çocuklarına para vermekten başka evin hiçbir işiyle uğraşmaz. Annesinin sorumsuzluğundan dolayı, alışverişten yemeğe kadar tüm yük Akira’ya kalmıştır.

Akira’nın annesi, kısa süre geri dönemeyeceğini yazan bir notla beraber biraz para bırakarak evden ayrılır. Bu ayrılık, çocukların kendi başlarına verecekleri yaşam mücadelesinin başlangıcıdır.

Tokyo’da yaşanmış bir olaydan esinlenerek sinemaya aktarılmış film, ebeveyn sorumsuzluğu ve kimsesiz bırakılmış çocukların dramını anlatmaktadır. Yalnız çocukların ayakta kalma mücadelesi sahnelenirken, gösterilen performans göz dolduruyor.

Emre Türker

picture: moviegoods

Vantage Point (2008)

Türkçe Adı: Bakış Açısı
Tür: Aksiyon / Polisiye / Dram / Gerilim
Yönetmen: Pete Travis
Süre: 90 dakika
Oyuncular: Dennis Quaid, Matthew Fox, Forest Whitaker, Bruce McGill, Édgar Ramírez, Saïd Taghmaoui, Ayelet Zurer, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, William Hurt, James LeGros, Eduardo Noriega, Richard T. Jones, Holt McCallany, Leonardo Nam
11 Eylül olaylarının ardından, Bati ile Doğu arasındaki gerginliği konu alan film, yüksek tempoda ve merak uyandırır niteliktedir.

İspanya’nın Salamanca kentinde bulunan Plaza Mayor’da, teröre karşı birçok ülkenin lideri konuşma yapacaktır. Bu konuşmacılardan biri de Amerikan başkanıdır.

Thomas Barnes (Dennis Quaid), daha önce Amerikan başkanına düzenlenen suikastta, kendini siper olarak kullandığı için vurulmuştur. Göreve tekrar getirilmesi konusunda endişeler olmasına rağmen, çalışma arkadaşı Kent Taylor’ın (Matthew Fox) ona tam güveni, bu önemli görevde rol almasını sağlar.

Güvenlik önlemleri yetersiz kalmış ve başkan vurulmuştur. Bu olayın hemen ardından, arka arkaya iki bomba patlar. Ajanların bir an önce şüphelileri bulması gerekir.

Farklı bakış açılarından yinelenen sahnelerle suikastın ortaya çıkışı, büyük bir tempo içinde beyaz perdeye aktarılmaktadır. Her tekrarda farklı bir olaya şahit olacak, filmin sonuna kadar aynı heyecanı yaşayacaksınız.

Emre Türker

Picture: impawards

24 Mart 2009

Karakter (1997)

Tür: Polisiye / Dram / Gizem
Yönetmen: Mike van Diem
Süre: 122 dakika
Oyuncular: Jan Decleir, Fedja van Huêt, Betty Schuurman, Tamar van den Dop, Victor Löw, Hans Kesting, Lou Landré, Bernard Drog, Frans Vorstman, Fred Goessens
Genel anlamda azmin çeşitli kollardan ilerleyişini konu alan bir filmdir. İlişkilerde gurur ön plana çıkarak, romantizm, kariyer ve statü gibi konumları zorlamaktadır.

Avukat olmak için henüz yemin etmiş Jacob Wilhem Katadreuffe (Fedja van Huet), mübaşir Arend Barend Dreverhaven’ı öldürmek suçundan gözaltına alınır.

Joba (Betty Schuurman), Dreverhaven’ın yanında hizmetçi olarak çalışmaktadır. Bir gün Dreverhaven ondan etkilenerek kendisiyle cinsel ilişkiye girer. Bu tek günlük beraberlik sonucu Joba hamile kalır. Bu olayın ardından genç hizmetçi, evi terk eder.

Dreverhaven’ın defalarca gönderdiği evlilik teklifini reddeden Joba, oğlu Jacob’un babasız büyümesine neden olur. Zor şartlar altında yetişen Jacob, üstün zekâsı ve azmiyle hayatta başarılı olmak için tüm çabasını ortaya koyar. Fakat Dreverhaven, onların peşini bırakmayacaktır.

Sefaletin kol gezdiği bir dönemlerde, aşk, gurur ve cesaretin etkileri izlenirken, oyuncuların gerçekçi tavırları hayranlık uyandırmaktadır. Psikolojik ve siyasi oluşumları da içine alan yapım, ağır bir dram içermektedir.

Emre Türker

picture: moviegoods

Sabahı Hissetmek

Bir arabanın ani fren sesi duyuldu.
Sonra bir kız düştü yere, biri elinden tutup kaldırdı.
Kenardaki kadın, alışkanlığından dileniyordu
Simitçi her zamanki yerinde, sabah üşengeçlerini bekliyordu.
Ayaklarıyla kaldırımı hissetmek istedi.
Kaç kez geçmişti bu sokaklardan,
Artık adımlarının sayısını bile ezbere biliyordu.

Bulutlar, sakladıkları güneşi serbest bıraktılar.
Sıcaklığı algılarken yüzünde, gülümsüyordu.
Çimlerin arasındaki çiçeklerin kokusunu içine çekerken
Arabaların gereksiz kornalarıyla kirlenmiş düşüncelerini
Toparlamaya çalıştı.

Karşıdan, nazik bir adam yaklaştı yanına
Yardım etmek istedi karşıya geçmesi için
Teşekkür etti elini tutarken.
Aşık olduğu adamı canlandırdı hayalinde
Doğuştan göremeyen biri
Ne derece çiziyorsa şeklini

Göremediklerine yakınan değil, gördükleri için mutlu olmasını bilen herkese…

Emre Türker

picture: deviantart

Don Juan DeMarco (1994)

Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Jeremy Leven
Süre: 97 dakika
Oyuncular: Marlon Brando, Johnny Depp, Faye Dunaway, Géraldine Pailhas, Bob Dishy, Rachel Ticotin, Talisa Soto, Marita Geraghty, Richard C. Sarafian, Tresa Hughes, Stephen Singer, Franc Luz, Carmen Argenziano, Jo Champa, Esther Scott
Dünyanın gelmiş geçmiş en romantik, en çekici ve reddedilemez erkeği, bir kadın için hayatını hiçe sayıyor. Çünkü o kadın, kalbinin anahtarına sahip tek kişidir.

Fiziği ve sözleriyle büyüleyen maskeli Don Juan (Johnny Depp), sayısız kadınla birlikte olmuştur. Onun kalbinde yalnız bir kişi vardır ki, o da Don Juan’ı reddetmiştir. Bu nedenle, henüz 21 yaşında olmasına rağmen yaşamına son vermek isteyecektir.

Gizemli adam Don Juan DeMarco’yu ikna eden kişi, kendini Don Octavio del Flores olarak tanıtan Dr. Jack Mickler (Marlon Brando) olacaktır.

İntihar girişimi nedeniyle Don Juan’ı Woodhaven Devlet Hastanesi’ne yatırırlar. Kendisine rehberlik etmek isteyen Dr. Jack Mickler, 10 gün sonra emekli olacaktır.

Don Juan’ın romantik hikâyelerinden çok etkilenen Jack, bu heyecanını karısı Marilyn’e (Faye Dunaway) yansıtacak, böylece evlilik yaşantısı yeniden renklenecektir.

İzleyiciye hoş vakit geçirten, kadına bakışı romantik yönden ele alan güzel bir filmdir.

Emre Türker

picture: impawards

23 Mart 2009

Son Çırpınış

Yüreğim yerine sığmayan bir volkan.
Her görüşümde eteklerinden akan,
Her dokunuşumda yeri göğü inleten,
Her soluyuşumda fırtınalar estiren.

Ne kadar yakınsan bana,
Bir o kadar uzaktın aslında…

Hiçbir zaman bana ait olmayan,
Ama bir şekilde beni tamamlayan,
Olmazsa olmazıydın yapbozumun.

Gidişlerin sözü edilmezken,
Kavuşmanın yeminleriydi haykırışımız.
Madem vazgeçilmezin anıtıydı sevdamız,
Öyleyse neyin sessizliğidir bu bekleyiş?

Ne zaman ayak bastığın yerlerden geçsem,
Kokun karışır simasız anımsamalarıma.

Sesini duyurmamak için aldığın karara
Sonuna kadar saygılıyım
Saygısız bu hayatta.

Emre Türker

picture: deviantart

22 Mart 2009

Modern Hippiler

Uzun saç modasının zirveye oynadığı yıllarda, dünyadan kaçmaya çalışan hippisel bir grubumuz vardı. Özellikle hafta sonları bir araya gelir, buluşmak için açtığımız kafede saatler geçirirdik.

Belli dönemlerde, sırasıyla arkadaş evlerinde toplanırken, sabaha kadar eğlenmenin türlü yollarına başvurmuşuzdur. Kimi pikabın iğnesinde gezinen cızırtılı müziği dinler, kimi vhs kasetlerden geçmiş yılların unutulmaz konserleri izler, kimi de kendi halinde sohbetler ederdi. Hatta o gece, kısa film çekmeyi bile başarmış, çekimleri izlerken büyük keyif almıştık. Aramızda her türlü şekil vardı. Sanki dönemin Woodstock konserine hazırlık yapıyorduk.

Bir ara hava almak için dışarıya çıkmıştım. Eminönü’nden Beşiktaş’a doğru otobüsle giderken, birkaç durak öteden diğer çocuklarla buluşup boğazda turlayacaktık. En arka demirlere tutunmuş dışarıyı gözlerken, içerden delikanlı geçinen bir grubun klasik sözlü tacizlerine uğramaya başladım. “saça başa bakacağına adam ol, kime özeniyorsun, neye benzediğini biliyor musun, otobüsten inince sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterelim” gibi sözler. Aslında şu an benim için geyik sayılabilecek birçok kelimeyi gereksizlik nedeniyle kullanmadım. Erkekteki uzun saçlara yapılan klasik hakaretleri hepimiz biliriz.

İlerdeki durakta bekleyen 30 kişilik grubumuzu görüp binmeleri için işaret ediyorum. Önce ilk binenlerle de dalga geçen grup, 30 kişinin içeriye girdiğini görünce dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Arkadaş soruyor;

- Bunlar ne ayaktır abi?
- Bilmem, klasik düz tipler. Şekilsiz olunca dikkat çekmeye çalışıyorlar sanırım. Ha! Bir de otobüsten indiğimizde, bu dünyanın bucakları hakkında bilgi vereceklermiş.
- Delikanlının yandan yemişi gibi, baksana ses de çıkmıyor.

Arkadaş çocukların yanına giderek “Görmediğiniz yerler hakkında kılavuzluk yapmayın, kuyuya düşer çıkamazsınız. Dilinizi yutmuşken bir daha konuşmayın.” demişti.

İçimizden her biri, ayrı bir tipti. Yani o kadar farklı adamı bir arada görseniz, eminim siz de şaşırırdınız.

Şekil kavramına kendimi bildim bileli karşıyımdır. Yani kimin ne şekle girdiği değil, kimin ne olduğu önemlidir. Zaten şekilcilik nedeniyle, göremediğimiz zekanın altında eziliyoruz. Kişilik, beyin ile kalp arasında gezinir, dışarıdaki makyaj yanıltır insanı. Hani derler ya, din iman para kimdedir, kim akıllı kim deli, bilemezsin.

Emre Türker

picture: deviantart

50 First Dates (2004)

Türkçe Adı: 50 İlk Öpücük
Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Peter Segal
Süre: 99 dakika
Oyuncular: Adam Sandler, Drew Barrymore, Rob Schneider, Sean Astin, Lusia Strus, Dan Aykroyd, Amy Hill, Allen Covert, Blake Clark, Maya Rudolph, Pomaika'i Brown, Joe Nakashima, Peter Dante, Dom Magwili, Jonathan Loughran
Her gün farklı kadını etkilemek mi, yoksa aynı kadını her gün farklı yollarla yeniden etkilemek mi tatmin edicidir?

Hawaii’de veteriner olarak çalışan Henry Roth (Adam Sandler), tek gecelik ilişkileri kalıcı beraberliğe tercih ettiği için, gelen turist kadınlarla konuşarak vakit geçirmektedir. Hayallerini bir yere takılarak köreltmek istememektedir.

Bir gün kafeteryada, Hawaii’de yaşayan Lucy Whitmore (Drew Barrymore) ile tanışır. Ondan fazlasıyla etkilendiğinden, tek günlük kuralından sapmıştır. Sonraki gün aynı yerde birbirlerine kahvaltı sözü verirler.

Sabah vakti Lucy kafeteryaya geldiğinde, Henry’i tanımaz. Çünkü Lucy, babasıyla geçirdiği kaza sonucu kafasına aldığı darbeyle, günlük hafıza kaybı yaşarak hep aynı günde uyanmaya başlamıştır.

Henry, ya ona olan hayranlığından vazgeçecek, ya da beraber olmak istiyorsa her gün yeniden kendisine aşık etmenin bir yolunu bulacaktır. İnsanı tebessüm ettiren ve güzel vakit geçirmeyi garanti eden bir filmdir.

Emre Türker
picture: impawards

The Wedding Singer (1998)

Türkçe Adı: Evlilik Öpücüğü
Tür: Komedi / Romantik / Müzikal
Yönetmen: Frank Coraci
Süre: 95 dakika
Oyuncular: Adam Sandler, Drew Barrymore, Christine Taylor, Allen Covert, Matthew Glave, Ellen Albertini Dow, Angela Featherstone, Alexis Arquette, Christina Pickles, Jodi Thelen, Frank Sivero, Patrick McTavish, Gemini Barnett, Teddy Castellucci, Randy Razz, Kevin Nealon, Peter Dante, Earl Carroll, Steven Brill
Para ve şöhret, mutluluğun olmazsa olmazı mıdır? Doğru ile yanlış arasındaki çizgi, evlilik hazırlıkları yapan aşıklarda sorgulanıyor.

Geçmiş senelerde bir grubun vokalistliğini yapan Robbie (Adam Sandler), para kazanmak için düğün şarkıcısı olarak çalışmaya başlar. Julia (Drew Barrymore), bu düğünlerdeki yeni işe başlamış garson kızdır. Her ikisinin de evliliğine sayılı günler kalmıştır.

Linda, evlilik törenine gelmeyerek Robbie’yi kötü bir şekilde terk eder. Bu olayın ardından bunalıma giren Robbie’yi kendine getiren tek şey, Julia ile arkadaşlıkları olacaktır.

Adam Sandler ve Drew Barrymore’un birlikte oynadıkları 50 First Dates filmine hazırlık niteliğini havasındaki The Wedding Singer, izlerken eğlendirmeyi başarıyor.

Emre Türker

picture: impawards

21 Mart 2009

Alaturkalardan Alafrangalara Geçiş

Alaturkalardan alafrangalara geçiş aşamasını alışamadık.

Çocukluğumuzda modern tuvaletler lüks sayılırken şimdi gereklilik haline geldiğini ve sağlık açısından önemli olduğunu anlayabiliyoruz.

Zamanında iki odacıklı öğrenci evimde, mutfağa ayak pedallı çöp kovası almıştım.

Fazla sıvı tükettiğim bir gece tuvalet için ayağa kalktığımda, uyku sersemliğiyle mutfağa gitmişim. Alafranga tuvaletin kapağını kaldırır gibi çöp kovasının pedalına basıp, aynen boşaltıma geçiyorum. İşin ortasında ayılıyorum ama çok geç.

O gün bu gündür, neyin kapağını kaldırıp nereye oturacağıma iyi dikkat ederim.

Emre Türker

picture: deviantart

Rocket Science (2007)

Tür: Komedi / Dram
Yönetmen: Jeffrey Blitz
Süre: 101 dakika
Oyuncular: Nicholas D'Agosto, Anna Kendrick, Utkarsh Ambudkar, Candace Scholz, Margo Martindale, Reece Thompson, Vincent Piazza, Denis O'Hare, Lisbeth Bartlett, Aaron Yoo, Virginia Frank, Marilyn Yoblick, Maury Ginsberg, Emily Ginnona, Dan DeLuca, Michael Kusnir, John Patrick Barry, Josh Kay, Jane Beard, Jonah Hill, Betsy Hogg, Brandon Thane Wilson, Natasha Sattler, Elisabeth Noone Okuldaki silik bir öğrencinin aktif faaliyetlerde bulunmak üzere yaptığı girişimleri, ince esprilerle süsleyen eğlenceli bir filmdir.

New Jersey’de, münazara yarışmasına ev sahipliği yapan Plainsboro Lisesi takımından Ben Wekselbaum (Nicholas D'Agosto), kendisine ayrılan vakit dolmadan konuşmasını yarım bırakır. Bu onların yarışmayı kaybetmelerine neden olur. Ödülü almaya çok istekli takıma arkadaşı Ginny Ryerson (Anna Kendrick), ikinci olmaları nedeniyle yıkılacaktır.

Hal Hefner (Reece Thompson), sorunlu bir ailenin konuşma bozukluğu yaşayan küçük oğludur. Abisi Earl (Vincent Piazza), hırsızlık yapan ve garip davranışlar sergileyen biridir. Yaşanan son tartışmanın ardından, babaları evden ayrılır.

Hızlı ve aktif konuşmayı gerektiren münazaranın yeni yarışma konusu, okullardaki cinsellikle ilgilidir. Ginny, okul servisinde Hal’a yarışmada yer alması konusunda teklifte bulunur. Böylece Hal’ın konuşma engelini yeneceğini düşünmektedir. Hal için ne kadar garip de olsa, Ginny’e duyduğu hayranlık nedeniyle teklifi kabul ederek tüm gücünü bu yarışmaya adayacaktır.

Rocket Science; aile yaşantıları, okul diyalogları ve kişilik sorunlarıyla ilgili, psikolojik bir komedidir.

Emre Türker

picture: impawards

Yazlıkta Mangal Partisi

Çekirge’nin yazlığında iki haftalığına vakit geçirmek üzere Sarımsaklı’ya gitmiştik. Birlikte vakit geçirdiğimiz her an, tehlikeye davetiye çıkarabilirdi.

Balkonda bulunan şöminede düzenlediğimiz ızgara partilerimiz, yemede yanında yat cinsindendi. Gündüz sahil, gece havuz başı ve çardak muhabbetleri, yazlıkçı gençlerin vazgeçilmezleriydi.

Izgara sönmemesi için elde bir gazete parçası, sırayla ateşi yelleme çabasına giriyorduk. Ateş ne kadar körüklenirse, yiyecekler o kadar çabuk pişiyordu. Elimdeki gazeteyi var gücümle sallamaya devam ediyordum. Yan siteden komşunun biri koşarak yanıma geldi.

- Bacadan duman çıkıyor.
- Normaldir ablacım, ateşi yelliyoruz burada.
- Çok duman var çok!
- Merak edecek bir şey yok ya, birazdan söndürürüz. Duman mı rahatsız etti?
- Çatınıza baksanıza!

Çekirge ve ben, çatıya bakmak üzere balkondan fırlayıp geriye doğru açılmıştık. Aman Allah’ım, çatı tutuşmuş yanıyordu. Arkadaşın annesi ve kardeşine haber verdik. Dışarı çıkıp bağırmaya başladılar.

- Yetişiiiin, evimiz yanıyor!

Hem Ayvalık, hem de İzmir itfaiyesine haber verilmişti. Villanın bekçisi ve temizlik görevlileri koşarak geldiler. Merdiveni kaptığımız gibi Çekirgeyle üst kata çıktık. Çatıya çıkan deliğe dayayıp yukarıya bahçe hortumunu dayadık. Öyle bir duman çıkmaya başladı ki, nefes almakta ve görmekte zorlanıyorduk. O küçücük merdiven otoban gibi olmuş, inen çıkanın haddi hesabı yoktu. Bekçi bana seslendi. “İn aşağıya, biraz da ben durayım.” Hortumu ona teslim edip merdivenin başında beklerken, Çekirge aşağıdan çağırdı beni.

- Merdiveni getir.

Bir adama baktım, bir merdivene. Sonra onu kaptığım gibi aşağıya koşmaya başladım. Zavallı adam bağırıyordu.

- Boğuluyom lan nereye gidiyon.
- Az sabret, aşağıda merdiven lazımmış.

Aşağıya indiğimde bana bekçiyi sordular. Sonra birbirimize bakıp merdivenle yukarıya koştuk. Adam resmen can çekişiyordu. Hemen merdiveni dayayıp yukarı çıktık ve görevi bekçiden devraldık. Bekçi bir yandan saydırıyor, bir yandan dışarıya öksürerek kaçıyordu. İntikam zamanı, merdiven gitti ve bu sefer yukarıda biz kaldık. Hayatımda öyle bir duman içinde kaldığımı hatırlamıyorum. Ciğerlerimiz bitme noktasına gelmişti.

Ateşi söndürmemiz yaklaşık bir saati bulmuş, çatı tamamen yanmıştı. Gelen itfaiye iyice inceleme yapıp, “hortum tutmamız doğru olmaz, ateş sönmüş. Biz müdahalede bulunursak, evde eşya kalmaz” dediler. Fakat annesini ikna etmeleri yarım saatlerini almıştı.

Arkadaşın babası gece yazlığa geldiğinde, iyi bir fırça yemiştik. “Başlarım sizin mangal partinize.” Aslında suç bizde değildi, bacanın çıkış yerine çatının odunlarını dayamışlar. Tam bir mühendislik ayıbı, yangın sonrası tüm villa evlerinin yeniden gözden geçirilmesine neden oldu.

Burada tam bir can pazarı görünüyor. Ama o merdiven muhabbeti, bekçinin can çekişmesi ve sonraki intikamı, komşunun koşarak gelmesi ve benim onu sakinleştirme çabalarım, mangaldakileri yiyememenin can sıkıntısı, halen eğlencemizdir. Mangal adına evi yakanlar olarak sitenin tarihine geçmiştik.

Emre Türker


picture: deviantart

20 Mart 2009

Vatkalı Kazak

Düğünler, uzak memleketlerden yola çıkıp tek noktada birleşmeyi sağlayan mutlu beraberliklerdir. Tatlı telaşlar içinde, iki gülen yüzün tek kolda birleşmesine dair atılan imza, merakla izlenir.

Eğlence sonunda, farklı şehirlerden gelen yakınlarımıza kalacak yer ayarlamak için, ailemin tüm arkadaşları seferber olmuş, kasabamızın nüfusunu iki günlüğüne arttırmıştık. Yakın arkadaşım Alfa’yı dostum Çekirge ağırlayacağından, gece vakti onun evinin yolunu tuttuk.

Eve giderken, soğuk havada içimizi ısıtmak adına şarap ve konyak almıştık. Şarap, eve girmeden önce elimden kayarak merdivenlerde düşüp kırılmıştı. Yaklaşık 1 saat kadar sonra kirlenen yeri temizlemek için kapının önüne çıktığımızda, komşunun dezenfekte çalışmasını gördük.

- Hayırdır amca
- Kim yaptı bu terbiyesizliği?

Çekirge her türlü durumda bana laf atmaya bayılırdı.

- Böyle şerefsizleri adamakıllı döveceksin amca. İçerken iyi, pisliklerini temizlemeye gelince kaçıyorlar. Bunları meydanda yakacaksın, bak bir daha yapıyorlar mı? Top bunlar, dingil gibi yuvarlak. (Gülmemek için kendimi zor tutuyordum.)

Kış ayına beş kala, denizin esintisinden gelen soğuktan titriyorduk. Sobalı evde odun hazırlığı yapmadığımızdan, donma noktasına gelmiştik. İçimiz ısınsın diye yudumladığımız konyağın etkisi geçince, Çekirge içeriden giyecek bir şeyler aramaya gitmişti. Bulabildiği tek şey, annesinin vatkalı kazaklarıydı.

Çok fazla düşünecek zaman bırakmadan kazakları üzerimize geçirdik. Hayatımızda şekil olduğumuz ender anlardan biriydi. Fotoğraf makinesiyle olayı ölümsüzleştirme düşüncesine yasak koymuştuk. Öyle durumlarda, yumuşama taklitlerine ister istemez geçiş yapıyorsunuz. Bir yandan omuz kıvırıyor, bir yandan “ay şekerim” diyerek sohbet ederken, gülmekten olgun karpuz gibi yarılıyorduk. Aklınıza, eskilerin modası vatkalı kazakları giymiş üç erkek getirin. Nasıl?

Kasetlerin içinde oryantal bir hava bulunca, hemen teybin içine yerleştirip oynat tuşuna dokunuverdik. “vilvili hed, yaaa hed, ya vili vili, ya vili vili”

Bir yandan kıvırıp, bir yandan vatkalı kazakların altında kalan omzumuzu kıvırırken, altımıza işememek için kendimizi zor tutuyorduk. Kahkahalar içimizi ısıtmıştı.

Ebeveyn yatağında üçümüz kıvrılırken, birbirimize baktıkça kopuyorduk.

Bu ara belirtmeden geçmeyeyim, kazağın vatkalısı pek ısıtmıyor. Geniş omuzlu görüneceğim diye kasılmayın. Bu moda, tekrar geri gelmesin diye duacıyız.

Emre Türker
picture: deviantart

Işıksız Odaların Ekşimtırak Tadı

Genç yaşında evlendirilmesi, koca dayağı yanında yokluk içinde kuru ekmeğe talim ederek çocuklarını yetiştirme çabası, defalarca karanlık sokaklarda yalnız bırakılıp sessiz kalması, yüzündeki gülümseyişlerine engel olamamıştı.

Söylediklerinin gerçek olup olmadığına kimse karar veremezdi. Çünkü onun küçük mutlu hayal dünyası, acı dolu soluyuşlarıyla birlikte yaşardı. Ne zaman misafir gelse, olmayan paraya rağmen mutfağına bereket yağar, sihirli değneğiyle sofrasına mucizeler saçardı.

Koca sevgisi görmediği için tüm güzelliklerini çocuklarına yansıtır, aşkları eski Türk filmlerinde arardı. Acı dolu hatıralarının içinden mutlu parçaları ayıklar, anılarına bal katıp sohbetlere sos yapardı.

“Bir gün olsun, kolunun altında rakı şişesi yerine ekmek olsun” diye kocasını beklerken dualar eder, fakat sabahları kâbuslar içinde uyanırdı.

Bir gün evde yaşayan canavar, mekânı terk etmek istedi. Kocası kalp krizi geçirmiş, ameliyattan sonra dünyanın kaç bucak olduğunu hesaplamayı başarmıştı.

Alkolün evden kaçmasıyla birlikte tanrı misafiri sevgi, kapıyı çaldı. Kiracı konumundan onları kurtarıp, yeni evlerinde balkon sefası yapma fırsatı sundu. Mutluluk cerrahın usta elleri sayesinde, kederin genetik yansıması çocuklarının üzerinden alınarak, belediyenin artık merkezinde toprağa verildi.

“Rahata erdik” diyordu. Acaba erken mi konuşmuştu?

Ağrıları nedeniyle doktora gitmenin gereğini hissederken, hastanenin lüks olduğu tezi ilk defa o zaman çürütülmüştü. Görüşme uzun sürmüş, toplantıdan kriz kararı çıkmıştı.

Doktor olasılıklarında 3 ay biçilmiş yaşamsal değer, mutlu çırpınışlar içinde 3 yıla yayılmıştı.

Koltuğunda erirken, sadece “çekecek cezam kaldı mı?” diye soruyordu.

Acı dolu dakikalar, her geçen gün etrafında fark edilmemiş sevgi selinin çağlamasına dönüştü.

Günlerce bilinçsiz konuşmaların ardından, dakikalarını sessizliğe bıraktı. Gözleri kapalıyken, kutsal isimlerin adını saymaya başladı. “Beni bekliyorlar, çocuklarla beraber.”

Mutluluğa kavuştu. Çünkü sevgi dolu ruhu, acı dolu bedenini terk etti. Geride gülümser bir ifadeyle izin istemişti yaşamdan...

Emre Türker


picture: deviantart

The Kite Runner (2007)

Türkçe Adı: Uçurtma Avcısı
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Marc Forster
Süre: 128 dakika
Oyuncular: Khalid Abdalla, Atossa Leoni, Shaun Toub, Sayed Jafar Masihullah Gharibzada, Zekeria Ebrahimi, Ahmad Khan Mahmoodzada, Mir Mahmood Shah Hashimi, Homayoun Ershadi, Nabi Tanha, Elham Ehsas, Bahram Ehsas, Tamim Nawabi, Mohamad Nabi Attai, Mohamad Nadir Sarwari, Mustafa Haidari, Ali Danish Bakhtyari, Hameeda HamrazAfganistan’da, Taliban yönetimi öncesi ve sonrasındaki halkın durumunu dramatize olarak beyazperdeye yansıtan bir filmdir.

Yıl 2000. San Fransisko, Kaliforniya’da kitabının yayınlanmasını eşi Soraya (Atossa Leoni) ile kutlamaya hazırlanan Amir’i (Khalid Abdalla), Rahim Khan adında biri telefonla arar. Amir’e ısrarla eve dönmesi gerektiğini söyler.

Yıl 1978. Kabil Afganistan’da, zengin babanın (Homayoun Ershadi) oğlu Amir ve yanında dürüstçe görev yapan hizmetlinin oğlu Hassan, çok iyi arkadaşlardır. Hassan, Afganistan’da azınlık olarak yaşayan ve Afganlar tarafından dışlanan Hazara halkındandır. Ne kadar zulüm görse de, arkadaşı Amir için göze alamayacağı tehlike yoktur. Fakat Amir, babasının kendisini korkak olarak görüp Hassan’ın cesaretine ve aklına hayranlık duymasından rahatsızdır.

Hassan, bir gün Afgan çocuklarının zalimliğine alet olacak, bunu gören Amir olaya sessiz kalacaktır.

Uçurtma Avcısı; Khaled Hosseini’nin romanını sinemaya taşıyan, gurur, zulüm, sevgi ve yaşam mücadelesi gibi konuları bünyesinde barındıran etkileyici bir hikâyedir. Afganistan’da yaşanan olaylar, huzursuz edici fakat gerçeğe yakındır.

Emre Türker

picture: impawards

19 Mart 2009

Eskici

Hayatında yeni açmış bir taze çiçek görmemiş, milletin artıklarıyla beslenmiş, az kullanılmışların atıldığı zamanlarda, ömründeki en yenilerle karşılaşmış biriydi eskici.

Cinsel korunmanın sapıklardan kaçmak olduğu öğretildiğinden, cahillikten yaptığı üç çocuğa Allah vergisi demişti. Havasız bodrum katındaki evinde rutubet kokusuyla yaşasa da, gerçek anlamda hiç şikâyet ettiği görülmemişti.

“Eskici!” diyerek sokak aralarında gezerken çocukların eğlencesi haline gelmiş, fakat sırf çocukları sevdiği ve onları eğlendirebildiği için gülümseyebiliyordu. Sokağa atılacak malzemelerden kâr etmeye yeltenen sinsi kadınlarla pazarlığa oturuyor, işini hakkıyla yapmaya çalışıyordu. El arabası, ne doğayı kirletiyor, ne de insanı rahatsız ediyordu. Yine de“Vergi ödemiyorsun, haksız kazanç elde ediyorsun” diyerek defalarca elinden aldılar arabasını. Oysa o sadece atılacak çöpleri değerlendirmeye çalışıyor, eve yiyecek götürdüğü her gece için şükrediyordu.

Bazen ona acırlardı. Önüne para atmaya kalksalar, “ben dilenci değilim” diyerek karşı çıkardı. Eskiciye para vermenin tek yolu, malın zekâtı için yardım elini uzatmaktı.

İlk defa çocukluğumda görmüştüm o dimdik duran eskiciyi. Yıllar geçtiğinde, yaşının getirdiği boynu büküklükten şikâyet etmeden, kısık sesiyle bağırarak arabasını sürmeye devam ediyordu. “Benim için çocuklarına çikolata alır mısın?” sözleriyle para uzattığımda, “benim veletler büyüdü ama komşunun çocuklarına alabilirim, sorun olur mu?” diye çekinerek cevap vermişti. Gülümseyerek “sorun olmaz” demiştim. “Ne çabuk büyüdüler öyle değil mi?”

Öldüğünde, eşi kefen parası bile istememişti. Hem okuyup hem tamircinin çırağı olarak çalışan çocukları, yemeklerinden eksiltip tamamladıkları mezar parasıyla, ona teşekkür etmek istiyorlardı. Cenazesi, kendi gibi sessizce kalktı.

Çocukları hiçbir zaman şikâyet etmediler. Babalarının sokaktan topladığı kitapları okuyarak kendilerini geliştirdiler. En büyük terbiyeyi, eskiciden almışlardı.

En küçük oğluna sordular, “baban nasıl biriydi” diye. Gözü yaşlıydı ama gururluydu.

- Dünyanın en büyük zenginliğini miras bıraktı bize, yani her şeye rağmen sevebilmeyi.

Emre Türker

picture: deviantart

Vitrin Önünde Park Yapılmaz

Alışveriş merkezlerinin kapıları her tür insana açıktır. Bazıları sadece zaman öldürmenin yolunu ararken, bazıları alışveriş çantalarını doldurmanın hesabı içindedir.

Elit bölgede süslü kokonaların takıldığı bir alışveriş merkezinde, camekânların önünde durmuş, vitrindeki mankenlerin kıyafetlerini inceliyordum. O sırada, ayakta zor durduğu halde içeride tur atmaya çalışan iki teyze, karşı istikametten geliyordu. Vitrinin önündeki yol boşluğu, tahmini olarak en az 6 insanın yan yana gezmesine olanak tanıyacak şekilde hesaplanmıştır. Ama teyzeler nedense vitrin camlarına sıfır yakınlıkta ilerliyorlardı. Tam önüme kadar geldikten sonra;

- Ya evladım, ne biçim insansın. Koskoca yolda benim geçeceğim yerde mi bekliyorsun? Hiç burada beklenir mi?

Şaşkına dönmüş ama çabuk toparlanmıştım.

- Teyzecim, senin geldiğini bilseydim, alışveriş merkezinden çıkar sokakta beklerdim.

Teyze hiç bir şey olmamış gibi “bir daha olmasın” dedi ve çekildiğim vitrin önünden geçip yoluna devam etti.

O teyzenin kafasının içinde ne var diye merak ediyorum. Belki de kendini dev olarak ya da otobüs olarak görüyordur. Acaba kalabalık caddelerde yürürken kime çatıyor. Erken bunamanın ilerlemiş hali bu olsa gerek. Belki de teyzenin kafası iyiydi, bu da bir ihtimaldir tabi.

Emre Türker

picture: deviantart

18 Mart 2009

Gel Koçum Sokak Köpeği

Çok sevgili dostum Boksör, çocukluk arkadaşımdır. Uzun süreli kopukluklar yaşamış, her seferinde tekrar bir araya gelmeyi başarmışızdır.

Farklı şehirlerde farklı yaşamlar sürerken izimi bulan Boksör, kaldığı şehirden yanıma ziyarete gelmişti. Hayatımızın her dönemi, aynı düşünceleri ve benzer eğlenceleri sevmişizdir. O dönem, çocukluktan kurtulup birlikte içtiğimiz ilk akşamdı.

Gece yarısına doğru sarhoş olmuş, kendimize gelmek için Taksim’in yolunu tutmuştuk. Yolda şarkılar söylüyor, köşe başlarını tutmuş travestilerin laf atmalarına gülüp geçiyorduk.

Meydana geldiğimizde, kaldırım taşının üstüne oturup geyik çevirmeye başlamıştık. Bir grup sokak köpeği yanımıza yaklaştı. O kafayla, köpekler bize çok şirin gelmişti.

- Besleyelim mi kardeş bunları?
- Süper köpekler, neden olmasın dostum!

Kim kime böyle fikri vermişti bilmiyorum ama çöp kokan sevimsiz koca köpeği, “gel koçum” diye farklı isimlerle çağırarak, evin yolunu yarılamıştık. Hatta bazen köpek gelmiyor diye, sırayla kucağımıza alıp taşıyorduk. At gibi olduğundan, yorulup uyuz köpeği tekrar bırakıyorduk.

Artık sonlara yaklaştığımız anda, köpek bir şekilde kaçıp gitti.

- Ne biçim köpeksin, sokakta bizden iyi mi yaşayacaksın.

Köpek ne anlar, basıp gitmişti işte. Sokağıma geldiğimde, sürekli nara atan sarhoşları düşünüp, “sıra bende” demiştim.

- Hep siz mi bağıracaksın ulan, heeeeyt, var mı bana yan bakan!”

Eve geldiğimizde, birer Türk kahvesiyle açılmaya çalışmış, fakat sızıp kalmıştık.

Ayıldığımızda aklımız başımıza gelmişti. Ya o uyuz köpeği eve getirmeye başarsaydık ne olacaktı? Ne de çirkin bir köpekti. Ayrıca ortamı leş gibi kokutur, her yeri pislerdi. Evim o kadar küçüktü ki, nereye sığdıracaktım at gibi hayvanı. Her şeyden önemlisi, sokak köpeğini dışarıya çıkarıp serbest bıraktığımda, dedikodu için olay arayan komşulara ne gibi koz verecektim, düşünmek bile istemiyordum.

Kafalar biraz sulanınca, akıl garip oyunlarına başlıyor. Mantık devreden çıkınca, şenlik ateşi bir garip yanıyor. Söndürsen dert, söndürmesen dert. Kastıkça paranoyaklaşıyor insan…

Emre Türker
picture: deviantart

He Was a Quiet Man (2007)

Türkçe Adı: Sıradan Bir Gündü
Tür: Dram / Romantik / Gerilim
Yönetmen: Frank A. Cappello
Süre: 95 dakika
Oyuncular: Michael DeLuise, Christian Slater, Jamison Jones, Cristina Lawson, John Gulager, Elisha Cuthbert, K.C. Ramsey, Sascha Knopf, David Wells, Frankie Thorn, Randolph Mantooth, Sewell Whitney, Lisa Arianna, Livia Treviño, William H. Macy, Tina D'Marco, Greg Baker, Maggie Wagner, Brian Lohmann, Paul D. Roberts, Bobby Hardy
Çalışma hayatında sürekli baskıya maruz kalan biri, katliama davet çıkarabilir mi? İşyeri ortamındaki insanlar, birbirine kişiliğe göre mi davranıyor, yoksa statüye göre mi?

Bob Maconel (Christian Slater), kafasında kurduğu hayallerle yaşayan, içine kapanık ve sıkıntılı biridir. Çalıştığı şirkette, kendisini ezik görenlerden nefret etmektedir. Ofiste onu tek mutlu eden, Vanessa Parks (Elisha Cuthbert) adındaki kadının varlığıdır.

Çalışma arkadaşlarını vurmak için silahına mermilerini dizerken, 6. kurşun yere düşer. Sonrasında yaşayan katliam, olayın bakış açısını değiştirecektir.

Tamamen kişilik çatışması üzerine hazırlanmış, psikolojik içerikli bir yapımdır. Çok fazla beklenti içinde olmadan izlenebilir.

Emre Türker

picture: impawards

17 Mart 2009

Gece Kulübü

Üniversite yıllarında, barmen olarak sağda solda çok mekân tutmuşumdur. Otel çalışanları için değil de, bar çalışanları için sabit adres pek bulunmaz. Kuşların daldan dala konması gibidir barmenin bar arkası hayatı.

Bir gün gazete ilanından yola çıkarak, kovboyların Wanted afişlerindeki esrarengiz havayla, arandığımı hissetmiştim. Barmen arayan yer, bir gece kulübüydü. Tanınmış Night Clup’lardan biri olan bu adrese gittiğimde, görüşmek üzere odada beklemeye başladım.

Karanlık camekân odadan çağrıldığımda, kendimi Tarantino’nun esrarengiz dünyasında bulmuştum. Masanın ardında oturan ve elindeki uzun ağızlıklı ince sigarasını kararlılıkla tüttüren patroniçe, kesik gözlerle beni süzüyordu. Rusya’dan transfer iki bebek, sağlı sollu iki yanında vitrin mankeni gibi duruyorlardı.

- Bu gece hemen başla, dedi patroniçe.

Gece yarısı, direk olarak kulübe geldim. Patroniçe, önce arka fonda görev almamı istemişti. Arka fon, kadınların striptiz gösterilerini sergilediği sahneydi. Soyunmalarına, şovlarına, birtakım araç gereçlerine yardımcı oluyordum.

Sahneden, direk olarak konsomatrislerin içki satışlarına katkılarını görebiliyordum. Arka fon, belki de birçok erkeğin düşü olabilirdi. Orası, gece şovlarını yakında gördüğüm ilk yerdir.

Bir süre çalışmanın ardından, loş ışıklar beni ürkütmeye başlamıştı.

Ortama çok ısınmadan, son gecemi yaşayıp sessizce oradan ayrılmıştım.

Bar hayatı bile yeterince hızlıyken, buranın tansiyonu yüksek gelmişti bana. İçimdeki sese kulak vermiş ve çekilmiştim.

Hayatın pokerinde, yerine göre rest çekmeyi bileceksin.

Emre Türker
picture: deviantart

Se7en (1995)

Türkçe Adı: Yedi
Tür: Polisiye / Gizem / Gerilim
Yönetmen: David Fincher
Süre: 127 dakika
Oyuncular: Brad Pitt, Morgan Freeman, Gwyneth Paltrow, R. Lee Ermey, Andrew Kevin Walker, Daniel Zacapa, John Cassini, Bob Mack, Peter Crombie, Reg E. Cathey, George Christy, Endre Hules, Hawthorne James, William Davidson, Bob Collins, Richard Roundtree, Allan Kolman, Alfonso Freeman, John C. McGinley, Kevin Spacey, Richard Portnow, Emily Wagner
Kurbanlarını acımasızca öldüren bir seri katil, amacına ulaşmadan önce yakalanmalıdır. Bunu yapmak için, onun düşüncelerini çözümlemek gerekir.

Cinayet masasındaki görevine yeni atanan dedektif David Mills (Brad Pitt), emekliliğe hazırlanan Yüzbaşı William Somerset’ın (Morgan Freeman) yardımcısı olur. Cinayet ihbarı üzerine gittikleri evde, aşırı kilolu bir adamın cesediyle karşılaşırlar.

Dedektif Somerset, şişman adamın evinde oburlukla ilgili ipucu bulur. Milton'un "Kayıp Cennet" kitabından yola çıkarak, katilin 7 ana günah üzerinden ders vermeye çalıştığını fark eder.

1. Oburluk 2. Açgözlülük 3. Tembellik 4. Öfke 5. Kibir 6. Şehvet 7.Kıskançlık

İki dedektif arasındaki buzlar, Mills’ın eşi Tracy’nin (Gwyneth Paltrow) Somerset’i evlerine davet etmesiyle eriyecektir. Bundan sonra yapılması gereken, cinayet serisine bir an önce son vermektir.

Yedi Ölümcül Günah, Hıristiyanlık inancına göre sakınılması gereken önemli günahlardır. Dante’nin İlahi Komedya’sındaki Cehennem, Araf ve Cennet üzerine seyahati, Se7en filmine ışık tutmaktadır.

Polisiye filmler arasında önemli bir sıraya sahip olan film, zekice kurgusuyla izleyiciyi sürüklemektedir.

Emre Türker

picture: impawards

Crying Out Love, in the Center of the World (2004)

Türkçe Adı: Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum
Orjinal Adı: Sekai no chûshin de, ai o sakebu
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Kyouichi Katayama, Yuji Sakamoto
Süre: 138 dakika
Oyuncular: Takao Osawa, Kou Shibasaki, Masami Nagasawa, Mirai Moriyama, Tsutomu Yamazaki, Kankurô Kudô, Kanji Tsuda, Issei Takahashi, Rio Kano, Tetta Sugimoto, Katsutaka Furuhata
Bir yaşamın sona ermesi, paylaşılmış aşkların unutulması anlamına gelmez. Fakat hayat, kaldığı yerden tüm hızıyla devam etmektedir.

Havanın bozulmasıyla beraber tayfun oluşmaya başlayınca, işyerinden Saku’ya (Takao Osawa) izin verirler. Eve geldiğinde, kız arkadaşı Ritsuko’nun (Kou Shibasaki) veda notuyla karşılaşır. Ritsuko’nun peşinden giden Saku, gençlik yıllarını yaşadığı kasabaya döner.

Okullarında popüler biri olan Aki (Masami Nagasawa), Saku’ya ilgi göstermektedir. Kısa zamanda bu yakınlıkları, aşka dönüşür. Fakat Aki, lösemidir. Bu iki genç sevgili, duygularını birbirlerine gönderdikleri ses kayıtlarıyla ölümsüzleştirirler.

Bu kasetleri dinlemeye başlayan Saku, anılarda yolculuğa çıkar.

Standart tempoda geçen film, dramatik bir aşk öyküsünü anlatıyor. Romantizme ilgi duyanların ilgisini çekebilir.

Emre Türker

Picture: movieposterdb

16 Mart 2009

Soyut Hayranlık

Soyut hayranlık, kimi zaman somut birlikteliklerin önüne geçer. Kelimeler öyle arka arkaya gelir ki, olmayan görüntülerin sıcaklığından yanmaya başlarsınız.

Yıllar önce, kelimelerimdeki anlama takılmış bir sanatçı ruhu vardı. Sanal ortamın gizli kapılarının ardında beni bulmuş, çiçekler getirmişti. Önce hal hatır ilişkisi vardı, sonra kelimelerle renklendi dünyamız. Arada öyle zaman farkı vardı ki, geçmişle geleceğin büyüsüyle yoğrulmuştuk.

Olağandışı soyut doygunluğumuz, kesinlikle aşk değildi. Birlikte kadeh kaldırır, birlikte sarhoş olur, birlikte güler ve birlikte ağlardık.

Soyut ile somut bir gün karşılaşmak istedi. Yollara çıktık. Gözlerimiz, uzaklardaki bir sanat galerisinin tablolarında kesişti. Soyut, somutu kabul edemedi.

El ele tutuşma anı, merhabayla başlayıp vedalaşmayla sonlanan anlaşma gibiydi.

Somutlaşan duygular, soyut güzelliğe geri dönemedi.

Oysaki bazı güzellikler görünmezdir. Görüntü, kirletir tüm hayalleri.

Emre Türker
picture: deviantart

Memento (2000)

Türkçe Adı: Akıl Defteri
Tür: Gizem / Gerilim
Yönetmen: Christopher Nolan
Süre: 113 dakika
Oyuncular: Guy Pearce, Carrie-Anne Moss, Joe Pantoliano, Mark Boone Junior, Russ Fega, Jorja Fox, Stephen Tobolowsky, Harriet Sansom Haris, Thomas Lennon, Callum Keith Rennie, Kimberly Campbell, Marianne Muellerleile, Larry Holden
Bir sonraki adımında ne yapacağını planlarken anlık hafıza kayıpları yaşayan biri, sorunların çözümü için ne gibi yol izleyebilir? Farklı tarza, ilginç bir film.

Otel odasında esrarengiz telefon görüşmeleri yapan Leonard (Guy Pearce), anlık hafıza kayıpları yaşamaktadır. Son olarak hatırladığı tek şey, karısının cinayetidir.

Unutulmuş anılarla dolu hayatının belli bölümlerini polaroid fotoğraf makinesiyle kareleyen Leonard, resimlerin altına ve arkasına notlar yazarak kendisine yön vermeye çalışırken, aynı zamanda önemli yapılacaklar listesini de uygulamak üzere vücuduna dövme olarak işlemektedir.

Bu karmaşa sırasında Natalie (Carrie-Anne Moss) isimli bir kadınla görüşmelerinden yardım almaya çalışacak, sürekli karşısına çıkan Teddy’le (Joe Pantoliano) bağlantıda kalacaktır.

Memento; Leonard’ın gizemli yaşamı üzerine sondan başa doğru kesitlerle yola çıkarak, olayların kaynağına doğru izleyiciyi sürüklemektedir. Film, flashbackler şeklinde geçiyor. Türünde en iyilerden biri olarak gösterilen Memento, modern yapımlardan hoşlananlar için mükemmel seçimdir.

Emre Türker

picture: impawards

Let the Right One In (2008)

Türkçe Adı: Gir Kanıma
Orjinal Adı: Låt den rätte komma in
Tür: Dram / Fantastik / Korku / Romantik / Gerilim
Yönetmen: Tomas Alfredson
Süre: 115 dakika
Oyuncular: Kare Hedebrant, Lina Leandersson, Per Ragnar, Henrik Dahl, Karin Bergquist, Peter Carlberg, Ika Nord, Mikael Rahm, Karl-Robert Lindgren, Anders T. Peedu, Pale Olofsson, Cayetano Ruiz, Patrik Rydmark, Johan Sömnes, Mikael Erhardsson, Susanne Ruben, Rasmus Luthander, Sören Källstigen, Malin Cederblad, Lena Nilsson, Berndt Östman, Kajsa Linderholm, Adam Stone, Jonas Kruse, Ingemar Raukola, Kent Rishaug, Linus Hannu
Sürekli baskı gören her kişi, özünde olmasa bile akıl almaz vahşi düşüncelerle hayal kurabilir.

Oskar (Kare Hedebrant), cinayet haberleri biriktiren ve hayalinde sürekli birilerine zarar verdiğini düşleyen, fakat okulda korkak tavırlar sergileyen bir çocuktur. Gece evlerinin bahçesinde oynarken, garip çocuk Eli’yle (Lina Leandersson) tanışır.

Bölgede kurbanların kanını süzerek öldüren bir katil vardır. Bu katil, evindeki kana susamış çocuğa hizmet etmeye çalışmaktadır.

Oskar, karda çıplak ayak gezen, üşümek nedir bilmeyen soğuk tenli Eli’ye ilgi duymaya başlar. Eli ile olan birlikteliği, aynı zamanda Oskar’a cesaret aşılamaktadır.

İsveç yapımı film, sırdaşı bir hikâyeyi anlatıyor. Gerilimle dram arasında geçen yapımda farklı bir romantizm konusu işlenmiş.

Emre Türker

picture: impawards

15 Mart 2009

Yağmur Altında Dans

Esen rüzgârın etkisiyle dağılan saçların, kumanda panelindeki tuşlarımla yavaşlıyor. Ağır çekimde bana doğru dönüyorsun. Bakışların kalbimi delip geçerken, “seni seviyorum” kelimeleri dökülüyor dudaklarından.

Bakışların öyle güzel ki, gecenin karanlığında zamanın oynat tuşuna basmak istemiyorum.

Ya devamı hüzünle biterse bu hikâyenin,
Ya saçlarından gelen kokunun etkisi geçerse
Ya dudaklarındaki tadı bir daha alamazsam…

Karanlıkta delinen gökyüzünden düşen damlalarla sırılsıklam olmuş bedenlerimiz birbirine yapışırken, heyecanlanıyorum. Köşe başı ver kaç paslarıyla taktik değiştirirken sevdamız, ellerim ürkek, yüreğim çarpıntılı, görüntü buğulu…

Ahlaksızca bakıyorsun bana. Saçlarını geriye doğru atarken, gözlerimde flaşlar patlıyor.

Mutluluk oyunu oynamıyoruz biz, mutluluk yapbozunun parçalarını tekrar bozmak üzere tamamlar gibi yapıyoruz. Aşk, bizim için öyle monoton olmayacak. Tekrar başlayıp tekrar bitecek. Sonra tekrar aşık olacağım sana, sonra yeniden bitecek. Bir sen terk edeceksin beni, bir de ben. İkili oyun değil bu. Kuklacının kuklalarıyla oynadığı gibi; hislerimiz yüreğimizi yakarken, bedenlerimiz farklı yönlerde istemsiz hareket edecek.

Suların biriktiği yerlere atlıyorsun. Düştüğün noktadan sıçrayan sular ateş gibi yanan bedenimi ıslatırken, gözlerimi kapamak zorunda kalıyorum. “Gözlerini açma” diyorsun. “Şimdi saklambaç oynayacağız seninle.”

Geriye doğru sayarken çocuk gibi sabırsızlanıyorum. Yağmur damlalarıyla birlikte sayılar da tükeniyor. 3… 2… 1…

Gözlerimi açtığım yerde, seninle ilgili hiçbir şey yok. Caddenin ilerisinde yanan sokak lambasının ışığına doğru ilerlerken, yol üstünde süslü kutularla bıraktığın hatıraları topluyorum. Öyle iyi saklanıyorsun ki seni bir türlü bulamıyorum.

Söylesene bana, nerdesin?

Emre Türker

picture: deviantart