09 Mart 2009

Kamp Ateşi

Üniversite yıllarından bağlantıda olduğum iki arkadaşla, uzun zamandır kamp yapma hayali kuruyorduk. Hayat mücadelesi içine balıklama atlamadan önce, düşünceleri uygulayalım istemiştik. Önce yeri belirlememiz, ardından plan yapmamız gerekiyordu. “Tamam” dedik birbirimize, “başlıyoruz”.

Şimdi dostlarımıza isim verme zamanı. Biri “kültür mantarı”, diğeri “konuşkan” olsun. Kültür Mantarı, Akçay’ın hızlı delikanlılarından biriydi. Konuşkan ise, yaşam mücadelesinde saygı duyduğum arkadaşlardandır.

Hepimizin az çok kamp tecrübesi vardı. Konuşkan çadırı ayarladıktan sonra çantalarımızı planladığımız gibi toparladık. Gideceğimiz yer, Yalova’daki Kurtköy’dü. Konuşkan’ın daha önce gördüğü bir mekân olduğundan, ona fazlasıyla güveniyorduk. Kültür Mantarı ve Konuşkan’ın az çok klasik gitar merakı vardı. Bu yüzden gece vakti eğlencemiz, şimdiden hazırdı.

Konuşkan ve ben, İstanbul’dan Yalova’ya deniz otobüsüyle gittik. Akçay’dan gelen Kültür Mantarıyla orada buluşacaktık. Merkeze geldiğimizde gecesefalarımız için, sigara, rakı ve birkaç şişe şarap aldık. Sonra marketin birinden konserve balık, sucuk, ekmek vb. gibi karnımızı doyuracağımız yiyecekler satın alarak Kurtköy minibüsüne binmek üzere durağa gittik.

Kurtköy’e geldiğimizde, daha çok yolumuz vardı. Amacımız, dağlardaki ücra köşelere ulaşmaktı. Minibüs şoförüne biraz daha para verip, aracın gidebileceği yere kadar bizi taşıması için ikna ettik. Tam olarak hatırlamıyorum ama araçtan ayrıldığımızda en az üç saat daha yürüyüşe devam etmişizdir. Akşam kararmadan önce, derenin kenarında bir düzlük bulduk. Derenin üstündeki taşlara basarak karşıya geçmeye çalışırken, dizlerime kadar suya gömülmüştüm. Yanıma yedek kıyafet almamanın cezasını çekiyordum.

Aceleyle çadırımızı kurmuş, içecekleri soğuması için dereye gömmüştük. Ama bir konuda hayatımızın hatasını yapmıştık. Yanımıza; içmek için bardak ve yaşananları hatıra olarak görüntülemek için kamera veya fotoğraf makinesi almamıştık.

Yanımızda yiyecek çok az şey vardı ve biz üç gün kalmayı planlıyorduk. Ateş yakmak için çalı çırpı toplamaya başlamıştık. Hava karardığında, kamp ateşimiz hazırdı. Rakı sefası, bardak yokluğundan zehir olmuştu. O gece, rakıyı şişeden içtiğimiz ilk ve son karanlığımızdır.

Gece vakti, ormanın ortasında odun toplamak, gerçekten insanın içini ürpertiyordu. Fakat ilerleyen zamanla birlikte kendini gösteren sarhoşluğumuz inanılmaz cesaret verdiğinden, yerde ne var ne yok demeden sürünerek odunları topluyorduk.

Sessiz orman, dostlarımın gitar tıngırtılarıyla bozuldu. Avazımız çıktığı kadar bağıra çağıra şarkılar söylüyorduk. Öyle çok eğleniyorduk ki, hiçbir şey umurumuzda değildi. İşte o an sesimizi bastıran başka sesler duyulmaya başladı. Öyle sarhoş olmuştuk ki, ayı gelse bile anlaşacağımızı düşünebilirdik.

Ellerindeki fenerlerle sürü halinde kalabalık bir grup yanımıza yaklaşmaya başladı. Kalın ekmek bıçaklarını her ihtimale karşı elimize aldığımızda, sarhoşluğumuzun yerini tedirginlik aldı. Karşıdan gelenlerin görüntüsü belirmeye başlayınca ellerindeki silahları fark etmiş, bıçakları atmıştık.

- Kimsiniz siz yahu! Gecenin bu vaktinde, ormanda ne işiniz var.
- İstanbul’dan geldik.
- Gelecek burayı mı buldunuz.
- Burası güzel dediler, o yüzden.
- Ormanı teröristlerin bastı dediler, baskına geldik.
- Biz terörist değiliz.
- Kimin nesisiniz nerden bilecez? Kimliklerinizi verin, biz orman görevlileriyiz.

Karşımızdaki adamların görevli olduklarına emindik ama...

- Biz sizin görevli olduğunuzu nerden bilelim?

Adamlar kendi aralarında “çocuklar doğru söylüyor” diye konuştular. Önce onlar bize kimliklerini gösterdiler. Hatta biraz ileri gidip, ellerinden kimlikleri alıp incelemeye başlamıştık. Sonra bize silahlarındaki devlet mühürlerini gösterdiler. O zaman biz de kimliklerimizi onlara verdik. Adamlardan biri yetkiliydi.

- Tamamdır. Şimdi ateşi söndürün ve buradan bir an önce gidin.
- Abicim yapma etme, aracımız yok. Şimdi yürümeye başlasak, sekiz dokuz saatten aşağı merkeze varamayız.

Oldukça çetin bir pazarlığa tutuşmuştuk. Bizi misafir ederek vakit kaybetmek istemiyorlardı. Sonunda tek bir konuda anlaşmıştık. Sabah güneş doğar doğmaz, çoktan yola çıkmış olacaktık.

Görevliler uzaklaştıktan sonra, idareli yemeye çalıştığımız tüm besinleri ortaya çıkardık. Ne var ne yok mideye indirdik. Yemek faslı bitince de ateşi söndürüp, tek kişilik çadırın içine sığmaya çalıştık. Başımızı sokacağımız tek çadır oydu.

Tuvalet ihtiyacı, en büyük sorundu. Çünkü gecenin karanlığında dışarıda kurt ulumalarını dinlerken, tek başına ormanın içine girmek, pek akıllıca görünmüyordu. Bu nedenle birlikte çıkıp, birlikte içeriye giriyorduk. Sızmamak adına ne kadar mücadele etsek de, kafamızın giderek ağırlaşması bizi yatmak için zorluyordu.

İşte o sırada, dışarıdaki ulumalar gittikçe yaklaştı. Öyle ki, farklı nefes seslerini duyar gibiydik. Yatağımızın altındaki bıçaklara sarılmış, tedirgin şekilde beklemeye başlamıştık. Bağıra çağıra yaptığımız sohbetler, önce fısıltıya, sonra sessizliğe dönüştü. Dışarıda ya kurt vardı, ya domuz, ya da ayı. Ama kesinlikle hayvanların yakınlarda dolaştığı belliydi. İçki bizi öyle ağırlaştırmıştı ki, sarhoşluğun verdiği yorgunluk tedirginliğimizi bastırınca, gecenin içinde kayboluverdik.

Sabah erkenden doğanın müthiş enerjisiyle gözlerimizi açtık. Bize bir şey olmamıştı. Acaba hayal mi gördük diye düşünerek, çadırdan dışarıya çıktık. Hiçbir şey hayal değildi. Çünkü dışarıda bıraktığımız tüm yiyecek artıkları, etrafa dağılmıştı. Ateşin sönmesiyle kampımıza gece gelen hayvanlar, büyük ihtimalle kurtlardı. Karınlarını doyurmuş, sonra sessizce uzaklaşmışlardı. Şanslıydık.

Alelacele toparlanmıştık. Geldiğimiz gibi geriye doğru yola çıktığımızda, orman görevlileri yanımızdan geçti. Bizi kontrol ediyorlardı. Karşılıklı selamlaşıp gülümsemiştik.

Köye geldiğimizde, soluklanmak için kahvede birer çay içmeye karar verdik. Çünkü minibüsün kalkması için en az 2 saat vardı. Çayımızı yudumlarken, başka bir masada oturan adamlardan biri elimizdeki gitarları görünce, “o sazı tıngırdatabiliyor musunuz?” diyerek bizi güldürdü. Saz değil gitar, çalarsın çalmazsın, türküdür yok şarkıdır derken, arkadaşlar gitarlarıyla sabaha renk vermeye başladı. Müzik sonunda içtiklerimizin parasını ödemek istediğimizde “bizden olsun” dediler. Köyün ileri gelenleriyle sohbet edip şarkı söylemek, güzeldi.

Ayrılık vakti geldiğinde, biraz hüzünlüydük ama eğer orman görevlileri yanımıza gelmeseydi bile, hayvan korkusundan bir gece daha kalabileceğimizi sanmıyordum. İşi tadında bırakarak oradan ayrılıyorduk.

Yalova’ya döndüğümüzde, İstanbul’a giden şehir hatları vapuruna binip sallana sallana evlerimize dönecektik. Bu emektar vapur öyle yavaş gidiyordu ki, yol bitmek bilmemişti. Vapurun terasında, hayatımızın en uzun sohbetlerinden birini gerçekleştiriyorduk.

İçtiğimiz kolaların şişelerini kenara bırakmıştık. Birkaç çocuk şişeleri alıp kapaklarına baktı. “Abi burada beleş yazıyor” diyordu. Kolaların kapaklarından bedava yazısı çıkan zamanlardaymışız. Çocukların eğlencesi, bizi de keyiflendirmişti. O günden sonra ne zaman bedava yazısı görsek, “aha burada beleş yazıyor” esprisiyle şenleniriz.

Bundan sonra her sene düzenlemeye karar verdiğimiz kampların hiçbirini gerçekleştiremedik. O bizim ilk, belki de son kampımız olmuştu. Arkadaşlığımız tüm samimiyetiyle devam ettiği gibi, halen sıcaklığından pek bir şey kaybetmemiştir.

Kim bilir, belki bir gün yine çılgınlık eder, kedimizi dağlara ovalara bırakıveririz. Ama ülke bu kadar karışmaya başlamışken, izinsiz orman gezileri hiç de mantıklı olmayacaktır. Ne olursa olsun olağandışı maceralar, tüm tedirginliğine rağmen her bünyede benzersiz izler bırakmaktadır.

Emre Türker

picture: deviantart

10 yorum:

  1. ya kurtlar kapsaydı sizi:))

    çok güzel bi anı ayrıca cesaret ister.
    bizimde buna benzer bi anımız olmuştu.yağmur yağmıştı hatta.Bide dönerken dolmuş yoktu traktörün arkasına atlayıp öyle dönmüştük:D

    YanıtlaSil
  2. ziyaretinize geldim blog komşum :))öleee kamplara falan gitmeyin kurda kuşa yem olursunuz maazallahh:))çılgınlık falan yapmayın büyük şehirde yaşamk zaten başlı başına çılgınlık dimi ama byy

    YanıtlaSil
  3. KaRaMeL… Seninki de iyi cesaretmiş. Traktör maceraları, ayrı bir zevktir. Bizi kurtlar kapsaydı, şimdi bunları anlatıyor olamazdım tabi :)

    havvanur... Hoş geldin. Hayatı ve doğayı inceleyen bir sürü bilim adamı, hayalleri uğruna hayatını kaybediyor ama kimse vazgeçmiyor di mi ama! Şehirde gürültüden başka bir çılgınlık yok ki? Bunaldım kuzum ben şehir hayatından, vallahi özlüyorum maceraları. Bir dene bak, süper bir olay. Kısa doğa turlarına katıl, stres falan kalmayacak, hepsini atacaksın. Haaa, bu arada kurtlar kuşlar ısırırsa, ben karışmam :)

    YanıtlaSil
  4. Bizimde bir kamp maceramızda kurtvari yaratıklar gelmişti, ilk ve son olmuştu zaten o kamp : )

    YanıtlaSil
  5. noranıngemisi… O nasıl bir yaratıktı öyle :) Benim diğer kamp maceram da deniz kıyısındaydı. Sudan kaptığım mikroptan bütün vücudum alerjik olarak şişmişti. Kaşıntıdan çıldırma noktasına geldiğim ve tüm bedenimi yolmak istediğim bir andı.

    YanıtlaSil
  6. anaaaa resmen yanıbaşınıza kurtlar geldi ha :)) iyi ki uyumuşsunuz yahu yoksa dayanılmazdı o korkuya:) çok güzel bi macera olmuş, ne güzel ya:)

    YanıtlaSil
  7. bi dost... Şimdi gülüyoruz ama o zaman altımıza ediyorduk :)

    YanıtlaSil
  8. puhahaha etmediysen garip zaten :D yedek kıyafet de yokmuş :D :D

    YanıtlaSil
  9. Her şeye rağmen sonu iyi biten bir macera.Sevgiler

    YanıtlaSil
  10. bi dost… Bak ben o yönünü hiç düşünmemiştim :)

    beyaz mendil… Aslında bir bakıma, olayları tatlıya bağlayan bizler oluyoruz. Oradan ayrılırken, “nerden geldik bu saçma sapan yere, rezil olduk, 3 günlük tatilimiz zehir oldu” diye yakınsaydık, gülümsemeyi öğrenemez, anılarımız kâbuslarımız olurdu. Her sonun mutlulukla bağlanması dileğiyle…

    YanıtlaSil