28 Ocak 2009

Geçmişten Kareler

Dedemin kaybettiğimde, henüz 12 yaşındaydım. O koca adam, Niğde’deki en iyi saat tamircilerinden biriymiş. Saat vermeleri için çaba falan da harcamazmış. Hatta çoğu zaman işine geldiği gibi hareket edermiş. Benim görmediğim bir dönem. Ben onu İzmir Şirinyer’deki müstakil küçük evlerinden tanırdım.

Yaz tatillerini heyecanla beklerdim. Benim için en anlamlı tatil; denizin kokusu, parklar-bahçeler değil, o küçük ev olmuştur. Eski naylon leğenlerin içine su doldurup oturmayı, denize girmeye tercih etmişimdir. Her hafta sabah erkenden kalkıp, tren istasyonunun hemen ilerisindeki garın gazetecisinden (şimdi oraya metro yapıldı) Temel Reis’imi almaya giderdim. En büyük zevklerimden biriydi. Akşam vakitlerine doğru ablamla dondurmacıya, oradan da parka giderdik. İçinde tavşanların, ördeklerin olduğu bir parktı. Şimdilerde mekân bozulmuş, o ayrı konu. Bir de geri dönerken, her akşam acıyıp da tartıldığımız, yaşlı tartıcı amca vardı. Bir gün onu hiç göremez olmuştuk.

İzmir’de küçük bir seyyar tezgâhı vardı dedemin. Rahmetli anneannem, onun seyyar arabasını gara kadar götürürdü. Sonra dedem tezgâhın başına geçer, arada bir nargilecilerle birlikte takılır, caddeyi seyrederken höpürdeterek kahvesini yudumlardı. Seyyar arabada en çok sevdiğim şey, arkasında eski Türk sinema artistlerinin resimleri olan küçük aynalardı. Dedemden istemeye çekinirdik de, anneanneme söylerdik. O da bize verirdi tabi.

Bir gün, satmak için dedemden bir kutu bulaşık teli istemiştim. “Olmaz yapma etme” derken alıverdim hepsini, geriye döndüğümde kutu boştu. Dedem şaşırmıştı. “Hey evlat, nasıl sattın onları?” Aslında ben satmamıştım, yani öyle sayılır. Elimdeki kutuyla sessizce dolaşırken, bir dükkân sahibi beni çağırmıştı.
“Ne yapıyorsun” dedi bana.
“Bulaşık teli satıyorum amca.”
“Böyle satılır mı çocuk, bak nasıl satılır, sana göstereyim” dedi ve etraftaki tüm komşu dükkânları yanına çağırdı. Hepsi de birer tane aldı ve bitti koca kutu. Ama adım büyük adama çıkmıştı, o da gurur verirciydi benim için. Hatta öyle çok inanmışım ki, evin yakınlarında kurulan panayırda, su satmak için anneanneme yalvarmıştım. Bana verdikleri buz gibi şişeden elim donmuş bir şekilde etrafta aval aval dolaşırken, yine birileri gelip içti suyumu. Acaba ben miydim satan, yoksa masumluğum mu, bilmiyorum. Şimdilerde bu tip masumlukları dilenme aracı olarak kullanıyorlar. Aradaki masumlar ise, artık barındırılmıyor.

Fuar, başka bir alemdi. Lunapark ve hayvanat bahçesi, benim gitmek istediğim yerlerin en başında gelirdi. Şimdi hayvanlar biraz hüzünlü, lunapark da neşesiz…

Anneannem, erkeğe hizmet etmeyi kendine amaç edinmiş bir kadındı. Ömrünün sonuna kadar, bana hizmet etmeye çalışmıştır. Benden önce dedeme, dayıma ve sonra bana. Hayatta ne borçluysam, en çok ona olacaktır. Rahmetle…

Annemin verdiği değil de anneannemin verdiği para, bana daha tatlı gelirdi. Çünkü usulca verirdi bana o paraları. Sanki aramızda gizli bir anlaşma varmış gibi…

Ev telefonları, eskilerde pek yoktu. Komşularda vardı. Bir gün bizi aradıklarında, pırlanta kalpli ev sahibimiz Asiye teyzem gelip kapımızı çalmıştı. O gün, annemin çığlıklarıyla çınladı merdiven boşluğumuz. Dedem Mustafa’nın hayata gözlerini yumduğu haber veriliyordu. Bir sabah yine kahvesini istemiş, ama içmeye fırsat bulamadan sessizce ruhunu teslim etmişti.

Öncesinde bir gün, İzmir’deydik. Dedem yine sigarasını kahvesiyle tüttürüyordu. Kül aniden yere düşmüş ve halıda ufak bir yanık izi kalmıştı. Usulca seslenmişti bana dedem. “Oğlum, o külü dışarıya atıver.” Neden bilmiyorum ama anneanneme söyleme isteği duymuştum. Sonra kısa bir tartışma olmuştu. Neden anneannem Şükriye hanımı çağırmıştım ki? Belki daha sonra o yanık için biraz didişeceklerdi fakat konu bu kadar uzamayacaktı. Çocuktum, ama hala unutamadım o külü. Ateşin düştüğü yer, kalbimin tam ortası olmuştu.

Aslında hatıralar ve içinde yer alan çocukluk yılları, çok güzel şeyler. Tabi bunu gerçekten değerlendirme fırsatımız elimize verilmişse… Ömür geçip gidiyor ve bizler, gereksiz nedenlerle yakınlarımızı kırıyoruz. İsra suresinin 23. ve 24. ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Senin Rabbin, O’ndan (Allah’tan) başkasına kulluk etmenizi ve anne-babaya iyilik etmeği emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhametle alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: “Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onlara öylece merhamet et.” Bu derece kesin bir yargıdır aslında anne ve babaya hürmet. Sevgimiz annemizeymiş, anneannemizeymiş, dedeye veya babaya uzanmış, fark etmez.

Hadi ben çocuktum, bilmiyordum. Peki, aklımız başımızdayken neden istemeden de olsa onları üzebiliyoruz? Sonradan pişman olacağımız şeyleri neden yapıyoruz?

Ne kadar anlam veremesek de, yine de kırıcı olabiliyoruz. Ben her zaman, dedemin örneğiyle hareket etmişimdir. Ne zaman aileden birisini kırsam, o olay aklıma gelir, yumuşarım. Kalp, temizse güzeldir. Saygı ve sevginin, gönüllerden kopmaması dileğiyle…

Emre Türker

2 yorum:

  1. Kalbinizin tam ortasında ki acıyı benden daha iyi anlayan olamaz her halde.Benim de içimde o kadar büyük acı var ki sanki küllenmek yerine daha da çok alevleniyor.
    Başkalarını kırmamaya çalışıyorum zira o kişiden çok ben üzülüyorum neden böyle oldu diye.Ama yaşadığımız sürece de bu tür kırgınlıklar olacaktır...

    YanıtlaSil
  2. Alara... Birilerini kırdıktan sonra sendeki etki, tepkiden fazlaysa, bu senin kalbinin sıcaklığınan gelir. Çizgini kaybetme...

    YanıtlaSil