28 Şubat 2009

Slumdog Millionaire (2008)

Türkçe Adı: Milyoner
Tür: Polisiye / Dram / Romantik
Yönetmen: Danny Boyle, Loveleen Tandan
Süre: 120 dakika
Oyuncular: Dev Patel, Saurabh Shukla, Anil Kapoor, Rajendranath Zutshi, Jeneva Talwar, Freida Pinto, Irrfan Khan, Azharuddin Mohammed Ismail, Ayush Mahesh Khedekar, Jira Banjara, Sheikh Wali, Mahesh Manjrekar, Sanchita Choudhary, Himanshu Tyagi, Sharib Hashmi, Feroze Khan, Sunil Kumar Agrawal, Virender Kumar, Devesh Rawal, Rubina Ali, Ankur Vikal, Tiger, Tanay Chheda, Ashutosh Lobo Gajiwala, Tanvi Ganesh Lonkar, Madhur Mittal, Sidney Cole, Katy Monique Cuom
Hindistan’ın kenar mahallelerinde yaşayan insanların ve onların çocuklarının içinde bulunduğu durum gözler önüne seriliyor. Aşk, talih, inanç ve azim gibi konuların hayattaki yeri tasvir ediliyor.

Jamal Malik’in (Dev Patel) Bombay’da yapılan “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasında, 20 milyon rupilik ödülü kazanması için sadece bir soru kalmıştır. Profesörler bile bu dereceye ulaşamamışken, bu kadar bilgiye Jamal nasıl sahip olmuştu?
A- Hile yaptı
B- Şanslıydı
C- Dahiydi
D- Alın yazısıydı

İşte bu sorunun cevabı, kenar mahalle çocuklarının dram dolu yaşantılarında aranacak. Sokak çocuklarının kimlere alet olduğu, yaşadıkları acıları, açlıkları ve mutlulukları sergilenecek. Jamal ve abisi Salim’im hayat mücadelesi, sorunların her birine ışık tutuyor.

Filmde, küçük çocukların kamera karşısındaki performansları gerçekten inanılmaz. Sanki rol yapmıyor, her karesini birebir yaşıyorlar.

Ayrıca Hindistan’daki iç karışıklık, dini çatışmalar, örgütler ve saldırılara dikkat çekilirken, fakir ülkelerin unutulmuş yüzleri tekrar hatırlatılıyor. Birçok ödüle aday gösterilmiş film, son yıllarda yapılan en iyi dramlardan biridir.

Emre Türker

picture: impawards

The Legend of 1900 (1998)

Türkçe Adı: 1900 Efsanesi
Orjinal Adı: La leggenda del pianista sull'oceano
Tür: Dram / Fantastik / Müzikal / Romantik
Yönetmen: Giuseppe Tornatore
Süre: 165 dakika
Oyuncular: Tim Roth, Pruitt Taylor Vince, Mélanie Thierry, Bill Nunn, Clarence Williams III, Peter Vaughan, Niall O'Brien, Gabriele Lavia, Vernon Nurse, Alberto Vazquez, Cory Buck, Norman Chancer, Sidney Cole, Katy Monique Cuom
Onun vazgeçemediği iki şey vardır. Biri okyanus, diğeriyse müziktir. Bunlara bağlı olarak hayatı efsaneleşecektir.

Virginian isimli yolcu gemisinde ateşçi olarak çalışan Danny Boodmann (Bill Nunn), eğlence salonundaki piyanonun üstünde, terk edilmiş bir bebek bulur. Bebeğin adını, yaşadığı yüzyıl olan 1900 (Tim Roth) koyar. Elinden almasınlar diye 1900’ü hiçbir zaman karaya çıkarmaz.

Danny, talihsiz bir kaza sonucu hayatını kaybeder. Babasının ölümünden sonra, saklandığı yerden çıkan 1900, kendisini buldukları piyanonun başına geçer ve sanki bir profesyonel gibi çalmaya başlar.

Yıllar sonra, Max Tooney (Pruitt Taylor Vince) isimli trompetçi Virginian isimli gemide göreve başlayınca, 1900’le tanışacak ve çok iyi dost olacaklardır.

1900, hayatında hiç ayak basmadığı dünyayı, geminin yolcularından tanımlayacaktır.

Alessandro Baricco’nun kitabından yola çıkılarak hazırlanan film, piyano sesini izleyiciye doyuruyor. Çok farklı bir hikâyenin farklı anlatımı olarak tanımlanabilir. 1900 Efsanesi, müzik ve mükemmel rollerin birleştiği yapımdır.

Emre Türker

picture: impawards

Şair Şiir Mimlemesi

Sevgili KaRaMeL bizi mimlemiş. Sevdiğimiz şair ve şiirleri sormuş. Söyleyelim efendim.

Şiir okumayı çok sevmeme rağmen, öyle belli başlı takıldığım şair pek bulunmamaktadır. Çünkü şiirler, yerine göre çok anlamlı olabileceği gibi, okuduktan sonra boş bakışlarla dizelerine baktığımız parçalara da dönüşebiliyor.

Ne kadar belli bir şaire takılmasak bile, hayatımda kalben benimsediğim iki şair, raflarımda önemli yer tutar. Bunlardan biri Cemal Süreya, diğeri de Orhan Veli’dir.

YAKIN

Güzelsin sevgilim,
Ama çok yakından!

Cemal Süreya

Sevda sözleri adlı kitabında, 20. bölümdeki şiirlerinim tüm son dizeleri,
“keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diye biter. O bölümü ayrıca beğenirim.

CIMBIZLI ŞİİR

Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı;
Bir elinde cımbız
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!

Orhan Veli

Bu şiirler, o şairlerin bütün dizelerini vurgunum anlamına gelmiyor, yazarların her romanını sevemediğim gibi…

Emre Türker

picture: wikipedia

27 Şubat 2009

Revolutionary Road (2008)

Türkçe Adı: Hayallerin Peşinde
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Sam Mendes
Süre: 121 dakika
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Michael Shannon, Ryan Simpkins, Ty Simpkins, Kathy Bates, Richard Easton, David Harbour, Kathryn Hahn, Zoe Kazan, Dylan Baker, Keith Reddin, Max Casella, Max Baker, Jay O. Sanders
Kadının iç bunalım yaşadığı dönemde, erkeğin sorunlarıyla bocaladığı ve uzaklaşmak istediği bir yalnızlık sendromu, çok güzel resmedilmiş.

Aktris olmaya çalışan April (Kate Winslet) ve ne iş yapabileceğine tam olarak karar verememiş Frank’ın (Leonardo DiCaprio) günlük yaşamından kesitler izliyoruz. Evlilik kararı çok çabuk verilmiş ve bu evlilikten de iki çocuk dünyaya gelmiştir. Fakat çok mutlu görünmeye çalışsalar da, kendi içlerinde giderek büyüyen rahatsızlıklar, yaşamlarını olumsuz yönde etkilemektedir.

Filmi izlerken seyirci için bir bulmaca: Çocuklar nerede? İki çocuk, Wheeler çiftinin yaşamında çok az yer alıyor. Bu soruyu sormak durumunda kalıyorsunuz.

Wheeler çifti, Revoluotionary yolunda bir ev alarak, çalkalanan hararetli yaşamlarına yön vermeye çalışırlar. Frank Wheeler, Knox İş Makineleri firmasında ofis içi satış aktivitelerine yardımcı personel olarak çalışmaktadır. Fakat aradığı huzuru bulamadığından, onun işyerindeki her saati sıkıntı demektir. Eşi April ise, evdeki kapana kısılmışlıktan bunalmaya başlamıştır. April’in aklına Fransa’ya yerleşme fikri gelir. Böylece monoton düzenlerinden ve sıkıcı ortamdan kurtulmayı başarabileceklerdir. Bundan sonra tek yapılması gereken, her şeyi geride bırakma cesareti göstermek olacaktır.

Aslında hareketli bir film seyretmiyoruz. Ağır drama içerikli film, aile içindeki kişiliklere olan saydam bir bakıştır. Hayaller ile gerçekler arasındaki ince çizginin kontrol edilemediğinde ne kadar tehlikeli olabileceğine şahit oluyoruz. Bir kadın ne ister? Bir erkeğin beklentileri nedir? Para aile için ne derece önemlidir? Para mutluluk getirir mi? Hayaller için cesaret mi göstermeli, yoksa toplum içindeki yer korunmalı mıdır?

Evlilik problemleriyle ilgili çok iyi bir çalışma olduğu söylenebilir. Oldukça gerçekçi kesitlerden yola çıkılarak çekilmiş film, aile kavramını sorguluyor. Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet, 1997’de gösterime giren Titanic filminden sonra harika performanslarıyla yeniden karşımıza çıkıyorlar.

Emre Türker

picture: impawards

Click (2006)

Tür: Komedi / Dram / Fantastik
Yönetmen: Frank Coraci
Süre: 107 dakika
Oyuncular: Adam Sandler, Kate Beckinsale, Christopher Walken, David Hasselhoff, Henry Winkler, Julie Kavner, Sean Astin, Joseph Castanon, Jonah Hill, Jake Hoffman, Tatum McCann, Lorraine Nicholson, Katie Cassidy, Cameron Monaghan, Jennifer Coolidge
Zamanın sıkıcı olaylarını atlayıp ileriye gidebilme şansınız olsaydı, hayat mükemmel olabilir miydi?

Başarılı mimar Michael Newman (Adam Sandler), çalıştığı şirkette söz sahibi olacak kadar kariyer yapmak istemektedir. Bu uğurda patronu Ammer’in (David Hasselhoff) onu deli gibi çalıştırmasına aldırış etmez. Fakat yoğun iş temposu yüzünden, çok sevdiği eşi Donna (Kate Beckinsale) ve çocuklarına yeteri kadar vakit ayıramaz.

Evdeki teknolojik eşyaların kumanda kalabalığı, Michael’ı çılgına çevirir. Hepsini tek elden kontrol edebilmek için, gece yarısı açık herhangi bir süpermarkete girer. Orada Morty (Christopher Walken) ile karşılaşır. Morty ona istediği kumandayı ücretsiz verirken, ürünü geri almamayı şart koşar.

Michael’ın eve getirdiği kumandanın özelliği, sadece cihazlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda hayatını bile kontrol edebilmektedir. Michael şaşkına döner ama kısa sürede kendini toplar. Artık hayatının sıkıcı yerlerini atlayabileceği bir kumandaya sahiptir.

Adam Sandler’in etkili rolü ve Kate Beckinsale’nin güzelliği, filme renk katmış. Bazı değerleri izleyiciye mizahı kullanarak hatırlatan Click, mükemmel bir yapımdır. Dram, eğlence ve romantizmin doruklarına ulaşırken, seyrettiklerini unutamayacaksınız.

Emre Türker

picture: impawards

Zeytinyağlı Bezelyeli Enginar

Enginar yemeği deyince hep aklıma bütün enginarlar ve içine konmuş bakla, havuç, patates gelir. Enginar ve iç baklayı zaten çok sevdiğimden onunla ilgili değişik bir yemeği annemden öğrenince gerçekten çok sevindim. Aslında yemeğin aslı iç bakla ile yapılıyor. Ama bu mevsimde taze iç bakla bulamadığımdan annemin dâhiyane fikri sonucu bakla yerine bezelye kullandım.

Malzemeler

Taze kabuğu soyulmuş yarım kilo iç bakla (Ya da yerine yarım kilo bezeleye)
3 adet enginar
2 patates
2 havuç
1 soğan
Dereotu

Yapılışı

Öncelikle bütün malzemeleri, küçük parçalar halinde doğruyoruz.
2 kesme şekeri ve 1 tatlı kaşığı tuzu, 1 bardak (su bardağı) suda eritiyoruz.
Buna ilaveten 1 bardak daha su koyup, malzemeleri karıştırıyoruz.
En son üzerine yarım çay bardağı kadar zeytinyağı koyup, kısık ateşte pişiriyoruz. Aşağı yukarı 30-35 dakika yeterli.

Piştikten sonra üzerine dereotunu doğruyoruz.

Not:Eğer bezelyeyi konserve olarak katacaksanız, son 5 dakikada yemeğe katın ki dağılmasın.
Figen Türker

26 Şubat 2009

Kalbimdeki Hazine

Çok gülmenin sonu iyi değildir derler. Belki biz bunun tersini ispat etmek istercesine kahkahalar atmıştık. Gecenin karanlığında gelen telefon çağrısı, sohbete mola vermemizi istemişti. Ses çok derinlerden gelmişti, ruhumu delerekten.

Bahçelerinde oynamayı ne çok severdim. Egenin ateş gibi güneşi tepemde dolanırken, serinlemenin yollarını gösterirdin bana. Nereye gidersem, seni alırdım yanıma. Misketlerim, çizgi romanlarım, kalemlerim değildi aradığım, sadece sendin.

Her yaz görmek değil, hayatımı adamak istemiştim sana. Sensiz yapamıyorum diyerekten defalarca öptüğünde beni, kokunu içime çekerdim. Her insanın kokusu kendine özeldir, seninkiyse bambaşka.

Hiçbir kadını, senin kadar sevmedim ben. Aşkın tanımı yoktur, aşk kişiye özeldir. Senin ruhunu göremediğim hissiyatın, bende yeri yok.

Sana ulaşamayacağım gurbetler olmamalıydı. Hiçbir göz damlası, seninki kadar ıslatmadı bedenimi. Her ayrılık ardından gelen kavuşma anları, kendine özeldi.

Aramızdaki özeli her an hissettirdin bana. Belki en büyük kılıcım oluyordun benim savaşlarımda. Belki bu yüzdendir galibiyetlerim. Belki sırf sana istemeden sırt çevirdiğim zamanlardır mağlubiyetlerim.

Ses çok derinden gelmişti ruhumu delerekten. Babamın sesiydi bu. “Hazinen” diyordu, “kırıldı”.

Hissettiğin için mi teselli balonlarını bana verdin ey kadın. Cesaretim kırıldı, savaşlardan kaçar oldum. Şimdi balonları özgür bıraktım, senin beni bırakmak zorunda olduğun gibi.

İçimde yanan büyük aşk, ömrüm boyunca sürecek.

Senden dolayı her kadın, bir hazinedir benim için.

Emre Türker

Hayatımın her anını özenerek inşa eden eşsiz varlığa,
Anneannem Şükriye Hanım’ın anısına…

picture: deviantart

Hotaru no haka (1988)

Türkçe Adı: Ateşböceklerinin Mezarı
Uluslararası Adı: Grave of the Fireflies
Tür: Animasyon / Dram / Savaş
Yönetmen: Isao Takahata
Süre: 89 dakikaGrave of the Fireflies, Akiyuki Nosaka’nın kitabından uyarlanmıştır. 2. dünya savaşı sırasında Japon halkının durumu, büyüklere animasyon şeklinde izleyiciye sunuluyor.

Amerikan savaş uçakları, Japonya’yı bomba yağmuruna tutmaktadır. Sürekli ateş altındaki şehirde, siren sesleriyle halk panik içindedir.

Seita ve kızkardeşi Setsuko’nın babası, orduda askerdir. Anneleriyse, bombardıman yüzünden evlerinde ağır yaralanarak ölür. Tüm şehir yerle bir olup yatacak yer kalmayınca, teyzelerinin yanına giderler. Fakat teyzesi tarafından sürekli aşağılanarak sığıntı durumuna düşünce, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklardır.

Türkiye’de “Ateşböceklerinin Mezarı” olarak bilinen bu animasyon yapımı, savaşın dramını anlatan mükemmel bir filmdir. Fazla dramatik karelere sahip olduğundan, çocuklara uygun olmayabilir.

Filmi seyrederken animasyon olduğunu unutacak, yüreğiniz kan ağlayacak. Şimdiye kadar hazırlanmış belki de en anlamlı animasyon yapımdır. Şiddetle tavsiye edilir.

Emre Türker

picture: listal

Serendipity (2001)

Türkçe Adı: Tesadüf
Tür: Komedi / Romantik / Fantastik
Yönetmen: Peter Chelsom
Süre: 90 dakika
Oyuncular: John Cusack, Kate Beckinsale, Lilli Lavine, Michael Guarino Jr., Abdul Alshawish, Ann Tamlan, Crystal Bock, Stephen Bruce, David Sparrow, Gary Gerbrandt, Jeremy Piven, Bridget Moynahan, Kate Blumberg, Ron Payne, Marcia Bennett, John Corbett
Olaylar ve insanları karşı karşıya getiren veya ayıran, kader midir, yoksa tesadüf mü?

Noel arifesinde, mağazada tek kalan eldiveni beğenen Jonathan Trager (John Cusack) ve Sara Thomas (Kate Beckinsale), ürünü birbirlerine takdim eder. Bu karşılıklı nezaket hareketleri, eğlenceli bir tanışmaya dönüşmüştür. Sara, ürünü kendisine bırakan Jonathan’a, Serendipity (Tesadüf) isimli kafeteryada yiyecek ısmarlayarak teşekkür eder.

Vedalaşma vakti birbirleriyle tekrar görüşme dileklerini, çeşitli tesadüfî olaylar engelleyecektir. Bunun kader olduğunu düşünen Sara, ilginç bir teklifte bulunur. Eğer bu isteği gerçekleşirse, yeniden bir araya gelebileceklerdir.

Bazı tesadüfler, insanın kaderidir. İmkânsız gibi görünen hayaller gerçeğe dönüşebileceği gibi, bunun tam tersi de olabilir. Unutulmaması gereken tek şey, inançtır.

Güzel bir romantik komedi olan Serendipity, Türkiye’de “Tesadüf” adıyla bilinmektedir. Seyir sırasında keyifli dakikalar yaşatan film, türünü sevenlere kesinlikle tavsiyedir.

Emre Türker

picture: impawards

25 Şubat 2009

Orda Bir Köy Var Uzakta

Çocukluğumun ilk dönemi, bir kasabanın sevgi dolu köyünde geçti. Bu nedenledir ki, ne zaman köy topraklarına adım atsam, içimdeki harekete engel olamıyorum.

Eskiden biz organikle inorganik tanımlarına takılmadan meyvelerimizi yerdik. Ağacın yere döktüğü dikenli kabukları ayağımızla parçalarken, kestanenin taze kokusunu içimize sindirerek mideye gönderirdik. En zevk aldığım şeylerden biri de, babamın ağaca çıkarak minik dallarından koparıp bize attığı kirazın yumuşak dokunuşuydu. Fakat yağmur ertesi zamanda kurtçuklar nasıl ortaya çıkardı, anlam veremezdim. Acaba gökten düşen su damlacıklarının içinde mi saklıydı bu hayvancağızlar. Hele o kaynağından gelen buz gibi suya ne demeli! Yanınızda getirdiğiniz karpuzu altına koyar, buzdolabından yeni çıkmış gibi soğuyan sulu merkezini, dudaklarınızın arasında gezdirirsiniz.

Bu sefer gençliğe adım atılan yıllara gidelim. Saçımızı başımızı beğenmez, ayna karşısında saatlerce kendimizi test ederiz. Aşkın etkili kokusunu duyar, taşkınlıklara engel olamaz, içimizdeki yaramaz veletle çarpışır, henüz yeşeren cinsellikle fırtınayı çağrıştırırız.

Yakın bir arkadaşımın köyüne gitmiştik. Derme çatma tahtalardan özenle yapılmış evlerinde gezinirken sanki yer yerinden oynuyor, yoldan geçen her ağır vasıta, küçük zelzeleler yaşatıyordu. Akşam vakti sohbetlerinden birinde, tepemizde gezinen karanlıktan irkilmiştim.

- Amaaaaan, yarasa bu!
- Eeee nolmuş, hayvan dolanıyor işte.

Şok olduğum anlardan biridir. Bu karanlık düşünceleri çağrıştıran canlı, sanki evde beslenen evcil hayvan misali, rahatça tepemizde dolaşıyordu. Benim kadar kimsenin telaş ettiğini sanmıyorum. Herkes ürünlerden alınacak gelirin hesabını yapmakla meşgul oluyordu. Sivrisineklerden hiç hoşlanmıyordum ama onlar benim kanıma bayılırdı. Eğer bir odada benimle kalan birisi varsa çok şanslıdır. Çünkü sineklerin derdi sadece benimledir. Sabaha kadar ne çok uykusuzluk çekmiştim. Ne gariptir ki, şimdiki uykusuz ve yorgun geçen gecelerin ardından gelen müthiş can sıkıntısı, o dönemlerde hiç olmuyordu. Temiz hava ve horozların çalar saat edasıyla güne merhaba demeleri, sanki size ekstra bir enerji verirdi.

Köydeki gençlerin en büyük zevki, akşam vakitleri toplanarak oyunlar oynamaktır. Televizyonla kimsenin arası yoktur. Zaten toplasanız, en fazla yirmi civarında genç vardır. Onlar da birbiriyle kavgalı bile olsalar, kopmuyorlar. Çünkü her ayrılık, yalnızlık demektir. İşte o dönemde, gençlerin buluşmalarından birine katılıyorum. Dışarıdan gelen bizler, yaşadıklarımızı anlatıyoruz. Orada gerçekleşmeyen her olay, gençler için hazine gibidir. Çünkü farklı mekânlardaki farklı yaşantılar, heyecan verir. Aslında şanslı olan asıl kişiler onlardır. Bu kadar huzur dolu ortamı nerde ararsanız arayın, bulamazsınız.

“Nesi güzel” diye bir oyunu çok seviyorlar. Ortaya konulan sandalyede bir kişi oturuyor. Sonra odadaki şeylerden biri seçilerek, sorularla keşfi isteniyor. Sandalyeye otuyor ve sormaya başlıyorum. Kızlardan birinin bana verdiği cevaplara odaklanıyorum. “Nesi güzel”, şeklindeki soruma; “Duruşu güzel, ayakları güzel, önemi çok büyük, gözleri güzel, bağlantıları güzel, sesi güzel” gibi çeşitli yanıtlar veriyor. Öyle cevaplar alınca, başlıyorum onun bunun ismini söylemeye. Ben her isim söylediğimde, kahkahalar gırla gidiyor. Anlam veremiyorum.

Sorunun cevabı ne miydi? Oturduğum sandalye!

Aman Allah’ım. Biz oyunda sandalyeyi bulmaya çalışırken, kız bize hafiften yazılma çabası içindeymiş. Aman efendim köy yeri burası, muhabbet ederken yanlış çağrışımlar can yakar. En akılıca olanı, oyunu güzel tarafında kahkahalarla bırakıp oradan ayrılmaktı, ben de öyle yaptım.

Bazen çevremdeki teknolojik düğmeleri tamamen kapatıp, kendimi karanlığın ortasında yalnız bırakıyorum. Elektromanyetik dalgalar titreşimlerini durdurduğu vakit, hayallerim özgürlüğüne kavuşuyor. Tıpkı güne başlarken, gecenin prizinden şarj olmuş misali…

Emre Türker

picture: deviantart1, deviantart2

13 Going on 30 (2004)

Türkçe Adı: Keşke 30 Olsam
Tür: Komedi / Fantastik / Romantik
Yönetmen: Gary Winick
Süre: 98 dakika
Oyuncular: Jennifer Garner, Mark Ruffalo, Judy Greer, Andy Serkis, Kathy Baker, Phil Reeves, Samuel Ball, Marcia DeBonis, Christa B. Allen, Sean Marquette, Kiersten Warren, Joe Grifasi, Mary Pat Gleason, Susan Egan, Lynn Collins, Renee Olstead, Ian Barford
Geleceği görmüş olsaydık, belki de geçmişteki hatalarımızı telafi edebilirdik.

13 yaşındaki Jenna Rink (Jennifer Garner), popüler ve güzel biri olma hayali içindedir. Bu uğurda her yolu denerken, en yakın arkadaşı Matt Flamhaff’ı (Mark Ruffalo) kırmaktan bile çekinmeyecektir.

Gözlerini kapatıp, 30 yaşında olmanın hayalini kurar. Bir anda kendini düşündüğü zaman içinde bulacaktır. Üstelik tüm arzularına kavuşmuş, popüler ve güzel bir kadına dönüşmüştür.

Peki şimdi Jenna mutlu olabilecek mi?

Romantik komedinin güzel örneklerinden birini görüyoruz. Türkiye’de “Keşke 30 Olsam” olarak bilinmektedir.

Hayallerine ulaşmak için tozlu yollardan geçmeyi bilecek, orijinalliğini bozmayacak ve kimsenin kalbini kırmayacaksın. 13 Going on 30, bunu ifade etmeye çalışan, sevgi dolu bir filmdir.

Emre Türker

picture: impawards

Love Actually (2003)

Türkçe Adı: Aşk Her Yerde
Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Richard Curtis
Süre: 135
Oyuncular: Bill Nighy, Colin Firth, Keira Knightley, Hugh Grant, Martine McCutcheon, Alan Rickman, Elisha Cuthbert, Liam Neeson, Emma Thompson, Laura Linney, Martin Freeman, Chiwetel Ejiofor, Nina Sosanya, Dan Fredenburgh, Rodrigo Santoro, Billy Bob Thornton, Meredith Ostrom, Rowan Atkinson, Claudia Schiffer
Sevginin insan üzerindeki hükmü büyüktür. Nefretin hakim olduğu yerde bile bu duygunun büyüsü bozulmayacaktır. İşte bu yoldan çıkarak “Love Actually”, dev oyuncu kadrosuyla aşk ve sevginin insan üzerindeki etkisini konu alıyor.

Londra’da insanlar Noel hazırlığı içindedir. Hava soğuk, aşk sıcaktır. Bu sıcaklık, sevginin ateşiyle varlığını korumaktadır.

Türkiye’de “Aşk Her Yerde” olarak tanınan film, tek bir hikâye üzerinden anlatılmıyor. Fakat her olay içerisindeki sevginin varlığı, seyirciye hissettirilmeye çalışılıyor. Kimi zaman sıra dışı, kimi zaman platonik, kimi zaman dışa vurulamayan veya aranıp da yakalanamayan bir aşk, geçen zaman içindeki tüm yaşananların içine parçalar halinde serpiştirilmiş.

Yönetmen Richard Curtis’in filmindeki olayların hepsinden bahsetmek doğru olmayacaktır. Çünkü asıl yansıtılmak istenen, dev kadrodaki oyuncuların canlandırdığı karakterlerdeki sevgiyi, izleyiciye yansıtma becerisidir. Seyrettiklerimiz bizi mutlu edebileceği gibi, kimi zaman öfkelendirecektir. Çünkü aşk engel tanımaz. Farklı bir romantik komedi…

Emre Türker

picture: impawards

24 Şubat 2009

İçimdekileri Dökmek İstiyorum

Seneler öncesiydi. Barmenlerin toplandığı eğitim merkezi gibi bir yerdeydik. Para yatırdığım en aptalca mekânlardan biriydi desem daha doğru olur.

Gün içinde sürekli farklı tatlar deniyorduk. Ne kadar ölçüyü ayarlamaya çalışırsanız çalışın, çok fazla çeşit denemişseniz, sonucu kaçınılmaz oluyor. Kaç çeşit kokteyl denediğimi bile hatırlamıyorum.

Toplu şekilde oradan ayrıldık. Yaklaşık beş kişilik, gurmenin yandan yemişi sarhoş erkek grubu, alışveriş merkezinin yemek katının yolunu tuttuk. Alkol üzerine bir de yağlı klasik menülerden yediyseniz, artık patlamaya hazır bir bombaya dönüşüyorsunuz.

Karşı masada yaklaşık 5-6 kişilik bir kız grubu vardı. Artık bize mi bakıyorlardı, şu salaklara mı bakın diyorlardı bilmiyorum ama gaza gelmiştim. Daha doğrusu alkollü olduğum için yanımdakilerin dolduruşuna geldim desek daha doğru olur. Vay efendim sen bunlarla tanışamazsın, yanlarına bile gidemezsin şeklindeki sözler üzerine, masadan kalkıyorum. Hayatımda kimseye laf atmışlığım yok ama alkol bu, şişedeki gibi masum değil.

Kızların yanına gidip masanın tam ortasına elimi vuruyorum. Selam diye söze başlıyorum. “Şimdi” diyorum “lafı uzatmaya gerek yok. Arkadaşlarla birlikte sizlerle tanışalım dedik.” Kızlar pür dikkat beni dinliyor. “Size içimdekileri dökmek istiyorum.”

Bu lafı der demez masanın tam ortasına… İğrenç bir manzara. Ne yediysem masaya bırakıyorum, oradan da kızların üstüne. “size içimi dökecem dedim ya, işte hepsi burada.” diyorum.

Olayı gören arkadaşlar, beni kaptığı gibi koşmaya başlıyorlar. “Tanışma faslını yaptım, ortamı yarım bıraktınız kardeşim” diyorum. Kollarımda iki kişi, arkamızda güvenlikler. Dışarıya nasıl beni sürükleyerek çıkardılar, hatırlamıyorum.

Her yanım leş gibi. Dışarıda kar yağmasına rağmen tişörtle durmak zorunda kalıyorum. Üstüne bir de otobüse biniyorum. Otobüs, şu eski körüklü belediye otobüslerinden. Arkadaki körükte, ben ve kıyafetlerimin bulunduğu sıvımtırak bir torba, ön körükte ise tıklım tıklım insanlar. Kafa yerinde değil ya “arkadaşlar, arkada boş yer var, niye öne sıkışıyorsunuz” diye pişkinlik bile yapıyorum. Kalabalıktan sesleri biraz hatırlar gibiyim. “Şu saça başa bak, tipe bak, bir de genç olacak.” Zaten durum ofsayt, bir de saçlar sakallar derken durum penaltıya dönüşüyor.

Nasıl gittiğimi bilmiyorum ama neyse ki kendimi eve atmayı başarabilmişim. Fazla karışma, karıştırma. Bünyeye zarar bunlar…

Emre Türker
picture: deviantart

Jeux d'enfants (2003)

Türkçe Adı: Cesaretin Var Mı Aşka?
Ulusararası Adı: Love Me If You Dare
Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Yann Samuell
Süre: 93 dakika
Oyuncular: Guillaume Canet, Marion Cotillard, Thibault Verhaeghe, Joséphine Lebas-Joly, Emmanuelle Grönvold, Gérard Watkins, Gilles Lellouche, Julia Faure, Laëtizia Venezia Tarnowska, Élodie Navarre, Nathalie Nattier, Robert Willar, Frédéric Geerts, Manuela Sanchez, Philippe Drecq
İnsanın içini ısıtan ve izlerken zamanı unutturacak kadar eğlenceli, romantik bir komedi. Türkiye’de “Cesaretin var mı Aşka?” ismiyle gösterime girmiştir.

Julien’in annesi ölümcül hastalığa yakalanmış ve hatıra olarak kendisine atlı karıca şeklinde kutu hediye etmiştir.

Polonyalı Sophie Kowalsky’le (Marion Cotillard), okul servis otobüsünün önünde öğrenciler dalga geçer. Bu durumda Julien Janvier (Guillaume Canet), Sophie’ye yakınlık gösterir ve elindeki kutuyu ona verir. Sophie ise gözyaşları içinde, Julien’den sevgisini ispat etmesini ister. Bu olayla birlikte aralarında büyük bir bağ oluşacak, her durumu oyun haline dönüştüreceklerdir.

Çocuksu ruhlarını hiç kaybetmeseler bile, aşkın ortaya çıkışıyla birlikte hayatlarında bocalama dönemi girecek, oyunun içinde aşk, aşkın içinde oyun arayacaklar. Bu onların kaderidir.

Film boyunca La Vie En Rose şarkısının melodisi, akıllarda yer ediyor.

Hayatın zorluğu içinde eğlenceyi bulabilmek, her kişinin yapabileceği şey değildir. Yaşam bir oyunsa, en iyi şekilde oynamak gerekir. Zevkle izlenebilecek eğlenceli bir Fransız filmidir.

Emre Türker

picture: movieposterdb

Perfect Stranger (2007)

Türkçe Adı: Kusursuz Yabancı
Tür: Polisiye / Dram / Gizem / Gerilim
Yönetmen: James Foley
Süre: 109 dakika
Oyuncular: Halle Berry, Bruce Willis, Giovanni Ribisi, Richard Portnow, Gary Dourdan, Florencia Lozano, Nicki Aycox, Kathleen Chalfant, Gordon MacDonald, Daniella Van Graas, Paula Miranda, Patti D'Arbanville, Clea Lewis, Tamara Feldman, Gerry Becker
İki gazetecinin, ipuçları yardımıyla bir cinayeti aydınlatma çalışmaları konu ediliyor.

Uzun araştırmalar sonunda bir işadamının eşcinselliğini ortaya çıkaran Rowena Price (Halle Berry), paranın hükmü nedeniyle yazısını yayınlatamayınca gazeteden istifa eder. Bu sırada sokakta karşılaştığı çocukluk arkadaşı Grace (Nicki Aycox), Harrison Hill (Bruce Willis) isimli bir işadamının kendisiyle ilişkiye girdiğini ama sonra onu terk ettiğini söyler. Bunu yanına bırakmamak için Rowena’dan yardım istemektedir.

Kısa süre içinde, Grace’in öldürüldüğü haberi gelir. Cinayetin peşini bırakmamaya karar veren Rowena, Harrison Hill’i izlemek için ne gerekiyorsa yapacak, araştırmacı meslektaşı Miles Haley (Giovanni Ribisi) ona yardım edecektir.

Sıradan bir polisiye gibi görünen film, ilerleyen sürelerde daha akıcı olmaya başlıyor. Halle Berry’nin kadınsı yönü sıkça yansıtılmış. Genel itibariyle katil kim diyebileceğimiz, gizemli polisiye yapım olduğu söylenebilir. Çok büyük beklentilerde olmamak kaydıyla, türünden hoşlananlar zevkle izleyecektir.

Emre Türker

picture: impawards

23 Şubat 2009

Sil Baştan Yaşamak

Yaşanmışları rafa kaldırıp, tüm hayallerimi bavuluma yerleştirdiğim an, gitmek hiç bu kadar zor gelmemişti. Bir ansiklopedik hayatı çöpe atıp, yeni bir gemiye binmenin zamanı nedir? Bu soruyu yıllarca sordum kendime. Her gidişimde, geri dönüşü olmayan çıkmazlardan teğet geçerken, arkama bakmamaya özen göstermişimdir.

Yaşamış olduğum kareleri anlatmak için kaç defter açtım, kaç tablo işledim duvarlara. Sevdiklerim, hayallerim, düşüncelerim ve kalemlerim…

Çocukluğumda bir masal kahramanı olmak istemişimdir. Gün geçtikçe masallar gerçekleriyle yer değiştirmeye başladığı an masal kahramanı çocuk, düşüncelerini hayalperest kişiliğe devrediyor.

Sahile yanaşan gemilere atlayıp, rüzgârı hissetmek için denizlere açılırdım. Her gidişim, geri dönüşü olmayacak sandığım hayallerle yüklüydü. Dönüşlerimi hesap ederekten hiçbir defteri atmayıp raflara yerleştirişim, bundandır.

Uzaklara giderken, yerden bir kuş gibi kanat çırparak havalanırdım. Vardığım yerlerde, derin sancılar beklerdi beni. Hiçbir ilaç, acılarıma deva olamazdı. Fakat giderken, bavulumun başköşesine bir hacıyatmaz bulundururdum. Neden mi? Her tokat yediğimde, yeniden ayağa nasıl kalkılır, görebilmek için…

Benimseyemediğim topraklar dar bir odada kapana kısılmışlığı, bölgesine alıştıklarım ise ışığa açılan kilitli kapının anahtarını çağrıştırıyordu.

Caddede 5 kişi, geçmeyenlerin sokağında bir gece yarısı nöbetteydik. Şarapçılardan ders aldığımız günler olmuştu. Onların ağzından, hayatınızda duymadığınız hikâyeleri dinlersiniz. Seyrettiklerinizden farklı olarak, onlarınki siyah beyaz gerçeklerdir. Kimisi zevk için oturmuş ve bir daha kalkmamıştır, kimisi oturacak başka bir yer bulamadığı için ordadır. Sonuçta mekân aynıdır, değişmez. İşte biz, yıllar önce o mekânda karar vermiştik. Şu gün, şu saat, şu caddede gece yarısı buluşup, gerçekleri ya da hayallerimizi paylaşacaktık. Yan yana yürüyüp asiliğin uzattığı saçlar havada uçuşurken, şarkılar söylemiştik. Yılar geçti; o gün, o saat, o caddeye gittiğimde, sokak boştu. Sadece şarapçılar duruyordu ama onlar da değişmişti. Sokak artık başka bir yerdi. İnsanlar içerken gülmüyor, ağlıyordu. “Şarabın” diye bağırdım, “tadı mı kaçtı?” Onlar için bir deliydim belki, ya da çok akıllı adamların çıldırmış hali.

Uzaklarda, alışamamışlığın sancısını yaşıyorum. Sevdiklerimi özlüyorum. Kimini hastane köşelerinde, kimini kapılarının önünde bıraktım. Bazıları tekrar göremediklerimizdir. O nedenle derim ki, bazen gitmek istiyorsa insan, arkaya bakarken tereddüt etmemeli. Çünkü bu bir rulettir. Kartınızı koyduğunuz yerin gelme şansının yüzdesi, size bağlıdır. İsterseniz yarı yarıya oynar, isterseniz en küçük noktalara umut bağlarsınız. Ayağa kalktığınız zaman sendelerseniz, siz de yanınızda bir hacıyatmaz bulundurun. Çünkü işin sonunda, bazı bekleyenler sözlerini tutmayacak, bazıları istese de geri dönemeyecek, bazıları o şarabın acı olup olmadığını anlamadan içmeye devam edecektir.

Sil baştan çok yaşadım. Şimdi bavulumu toplayıp bir deniz kıyısına doğru ilerliyorum. Yanımda olta takımım ve kancaya takmak üzere paketlenmiş hayallerim var. Denize savururken oltamı, bana rastgele diyecekler. Rastgele!

Hayatın çarkındaki büyük hayalleri yakalamak zordur. Her duruma hazır olmak gerek.

Yazılır çizilir ama silgisi yok zamanın…

Emre Türker

picture: deviantart

22 Şubat 2009

The Terminal (2004)

Türkçe Adı: Terminal
Tür: Dram / Romantik / Komedi
Yönetmen: Steven Spielberg
Süre: 128 dakika
Oyuncular: Tom Hanks, Catherine Zeta-Jones, Stanley Tucci, Chi McBride, Diego Luna, Barry Shabaka Henley, Kumar Palanla, Zoe Saldana, Eddie Jones, Jude Ciccolella, Corey Reynolds, Guillermo Díaz, Rini Bell, Stephen Mendel, Valeri Nikolayev
Basit bir perspektif ancak bu kadar zenginleştirilebilirdi.

New York şehrine uçakla gelen Viktor Navorski (Tom Hanks), pasaportunda çıkan sorun nedeniyle güvenliğe getirilir. Ülkesi Krakozhia’da askeri darbe olmuş, savaş nedeniyle Amerikan vizeleri geçici olarak durdurulmuştur. New York şehrine giremeyecek, fakat terminal içerisinde kalabilecektir.

Viktor’un İngilizcesi; bir yerin adresi, taksi, evet ve hayır gibi basit kelimelerle sınırlıdır. Şehre giriş izninin ne zaman çıkacağını bilmese de, ısrarla terminalde beklemektedir.

Acaba Viktor Navorski kimdir? Niye bu kadar ısrarla beklemektedir?

İşte bu soruların yanıtları aranırken, Tom Hanks’in usta oyunculuğuyla birlikte, havaalanı terminalindeki insanların klasik hayatlarını izleyeceğiz. Duygusallıkla komediyi ustaca birleştiren The Terminal, zevkle izlenebilecek bir yapımdır.

Emre Türker

picture: impawards

21 Şubat 2009

Hayalimdeki Örümceğin Mucizesi

Karanlık bir savaş meydanının tam ortasındayım. Birbiri ardına gelen oklar, vücudumun çeşitli bölgelerinden ince titreşimlerle geçiyor. Kalabalık seslerin oluşturduğu uğultu, kararmaya başlayan toz bulutu içinde oluşan etkili şimşek, kokusuysa yanmış bir izmarit.

Denizin yaladığı benzerlerinden farklı kaya oluşumları, suya muhtaç kum şeklinde dağılırken, karanlık boşluktan içeriye giriyorum. Uğultuların duyumlardaki derin yankıları, tiz bir enstrümana dönüşüyor. Sıcaklığın kavurduğu toprak bölgesinden kurtulmuş çıplak ayaklarım, himaye altına girmiş aslan yavrusu gibi rahata eriyor.

Arkamdan gelenlerin ayak sesleriyle beraber, kalbim titrek bir kuş olmuş, nehirlerde çağlayan şelaleyi çağrıştırarak hızla akıyor. “Orada olduğunu biliyoruz” diyorlar. Beni neden aradıklarını bilmiyorum. Neden bu anlamsız kaosların tam ortasındayım? Şimşeklerin cezalandırdığı bulutun parçası değilim ben, güneşin arkadaşı beyazların yandaşı olmalıydım. Siyahı sevmek, sonunu bilmediğim karanlık kuyunun içine bakındığım için değil, gecenin sessizliğindeki huzuru bularak kelimelerle dans etmeyi benimsediğim içindir.

Kaynağı belirsiz delik parçasından sızan ışık çizgisi, gözlerini bana çevirmiş harika bir örümceğin şeklini görüntülüyor. Bendeki yeşeren cesaret, örümceğin sessiz bekleyişi değil, aklımda hissettirdiği rahatlama duygusuydu. Kimsenin tam olarak çözemediği o harika el işini sergilerken boşlukta, kanayan yarama derman oluyordu. Öyle seri şekilde çalışıyordu ki, ne amaçla saklandığımı unutuvermiştim. Bu mükemmel canlının amacı beni korumak mıydı, yoksa dostluk adına işaret mi veriyordu?

Gözlerimi açtığımda, kilometrelerce koşmuşçasına terlemiştim. Burnumdan dudaklarıma düşen ter damlacıkları, susuzluğumu arttırıyordu. Hayallerle gerçek arasında kaldığım hararetli bir ortamda, bu eşsiz mucize gözlerimin tam önünde duruyordu. Yüzümü karşısına alarak havada asılı kalmış, telaşlı nefesimden ötürü hafifçe sallanıyordu. Bendeki şaşkınlık ve rahatlamanın ardından dakikalar geçtikten hemen sonra, uyku arası molada ortaya çıkan bu eşsiz gerçek, sessizce tavan arasına geri dönmeye başlamıştı. Biraz sonra korku ve şaşkınlığımdan eser kalmayacak, gözlerimi yeniden kapatırken derin bir huzura dalacaktım.

Aradan yıllar geçmişti. Yerde bir örümcek dolanıyordu. Yanımdakilerden biri onu öldürmek için hamle yaparken, ansızın kollarına yapıştım. “Bekle!” demiştim. İçimden geçenler, onu korumak için hislerimle beraber kelimelere dökülmüş, sözlerimdeki titreşim narin bedenine dokunmuştu. Örümcek, sessizce ayak parmaklarımın uçlarına doğru yanaştı. Onu incitmeden yerden kaldırıp pencerenin kenarına koydum. Hislerim, farklı bir ağ üzerinde yeniden birleşeceğimizi işaret ediyordu. Sanki bunu onaylarcasına bekledi ve sonra gitti.

Emre Türker
picture: deviantart

To Kill a Mockingbird (1962)

Türkçe Adı: Bülbülü Öldürmek
Tür: Polisiye / Dram
Yönetmen: Robert Mulligan
Süre: 129 dakika
Oyuncular: Gregory Peck, John Megna, Frank Overton, Rosemary Murphy, Ruth White, Brock Peters, Estelle Evans, Paul Fix, Collin Wilcox Paxton, James Anderson, Alice Ghostley, Robert Duvall, William Windom, Crahan Denton, Richard Hale, Mary Badham, Phillip Alford
Bir dönem ırkçılığın kol gezdiği bir Amerikan dünyasında, insan sevgisi ve doğrulara verilen değerin anlatıldığı, Harper Lee’nin kaleminden romanlaşan mükemmel bir başyapıttır.

Zencilerin ikinci sınıf vatandaş olarak kabul edildiği kasabada, bir kadına tecavüz davasında yargılanan Tom Robinson’ı (Brock Peters), insanın rengine değil de gerçek adalete inanan avukat Atticus Finch (Gregory Peck) savunacaktır. Saygıdeğer biri olmanın paradan daha değerli olduğunu çocuklarına da öğretmeye ant içmiş bu adam, tüm kasabaya iyilik yapmış olsa bile, yine de son davasından dolayı çevresinden tepki görür. Zencilerin en saygı duyduğu adam olan Atticus, inandığı değerler için kasabayı karşısına almayı göze alacaktır.

Atticus’un çocukları Jem (Phillip Alford) ve Scout (Mary Badham), kasabanın meraklı yaramazlarıdır. Hakkında kötü şeyler bahsedilen hasta komşusu Boo’yu merak ettikleri için, sürekli o evin etrafında dolaşırlar. Aslında onlar da babaları gibi söylentilere değil, insanların fiziki görüntüsünün içinde saklanan kalbine bakmaktadır.

Film, kitabın mükemmelliğini beyazperdeye yansıtmayı başarıyor. 1962 yılında siyah beyaz çekilmiş olan film, iyi yapımlar arasında yıllardır ön planda yer almaktadır. Ayrıca Harper Lee’ye ait olan ve Türkçeye de çevrilmiş “Bülbülü Öldürmek” kitabını okuyarak, kişiliklerin üzerindeki derin anlatımı ve aile diyaloglarını daha fazla irdeleyebilirsiniz. Kitabı ve filmi, mükemmel bir klasiktir.

Emre Türker

picture: fffmovieposters

20 Şubat 2009

Boş Vakitlerin Vazgeçilmez Oyunları

Vaktimizi değerlendirmek adına, birçok oyun kalbimizde taht kurmuştur. Oyunlar, sosyal aktiviteler sırasında kaynaşmak için en etkili yollardan biridir. Çocukların oyun oynayarak birbirlerine bağlanması, bunun en güzel örneğidir.

Zaman buldukça ne gibi oyunlar oynuyoruz?

Scrabble
1929 krizinde işsiz bir Amerikan mimarının bulduğu harika bir oyun. Bir torbadaki harflerden oluşan taşlarla, belli kurallar çerçevesinde, hedef tahtası üzerinde anlamlı kelimeler üretmeye çalışıyorsunuz. Ucuz olmasını fırsat bilerek taklidini almıştım. Hayatımdaki en büyük hataydı. O dönemler oyun zevkimin içine etmiştim. Sonradan paraya kıyarak orijinalini aldık ama kesmedi. Üzerine bir de Türk Dil Durumunun en gelişmiş sözlüğünü aldık. Başka türlü kelime tartışmalarının içinden çıkamıyorsunuz. Sözlüksüz bir Scrabble düşünemiyorum. Sürekli kaybediyorsanız, biraz okuma alışkanlığınızı geliştirin veya bulmaca çözmeyi deneyin.

Tavla
Pers kökenli bir oyun. Türkiye’de en geniş kitleye hitap eden oyunlardan bir tanesidir. Oyun sonunda kaybedenseniz, tavlayı kollarınızın arasında görür, “öğren de gel” sözüyle uğurlanırsınız. Oyunda hile yoksa; biraz şans, biraz da zekâ ve taktik gerektirir. “Zar tutuyorsun” atışmalarındaki en yaygın cevap “zar tutmadan atılmaz ki” dir.

Dama
Genelde tavladaki ikinci oyun olarak bilinir. Tavlacılar pek damaya bulaşmaz ama klasikleşmiş bir zekâ oyunudur. Bir de Çin daması var ama hiç karıştırmayalım.

Bulmaca
Oyun statüsüne girer mi girmez mi bilemem ama vazgeçilmezlerden biri olsa gerek. Hayatında hiç bulmacaya bulaşmamış kişi az görülür. Farklı versiyonları olsa da, en zevklisi bana göre çengel bulmacadır. Kelime haznesini geliştirmek ve zekâ parlatmak için birebirdir.

Puzzle
Çocukluktan beri içimize işlemiştir. Küçük yaşlardan itibaren basit parçalarla başladığımız bu maraton, şimdi dev bir hobiye dönüştü. Parça sayısıyla birlikte sinir katsayısı doğru orantılı olarak artıyor. Benim günlerce uğraşıp, sonunda bütün parçaları tek bir el hareketiyle dağıttığım bir an vardır. O zaman daha iyi deşarj olunuyor.

Monopoly
Kalabalık gruplarda daha eğlenceli oluyor. Onu al bunu sat derken, hayat mücadelesini bir kare içine sıkıştırıveriyorsunuz. Çok yaygın olmasa bile, kenarda bulunmasının faydası var.

Rubik Küpü (Rubik's Cube)
Sabır küpü müdür nedir bilmem ama bence sinir küpü. Bir keresinde 3 kenarı tamamlamayı başarmış olsam da, sonradan beni çıldırma noktasına getirdi. Boş vakitlerde biraz çeviririm. En son dayanamayıp bağlantı noktalarından sökerek ilk haline getirmiştim. İlk başlarda yaptım diye hava atsam da, foyamı kendim ortaya çıkardım. Yalana gerek yok…

Solo Test
Çocukken çok oynardım. Yuvarlak kutu içinde bir sürü piyon var. Oyun tahtasındaki orta deliği boş bırakıp tüm piyonları üzerine diziyorsunuz. Amaç, geride mümkün olduğu kadar az taş bırakmak. 4’den yukarı taş bıraktıysanız ve birileri yanınızdaysa, hemen bahaneler üretin. Çünkü bir sıralama yapılmıştır. 1-Bilgin, 2- Zeki, 3-Başarılı, 4-Normal, 5-Dalgın, 6-Yeteneksiz, 7-Ahmak, 8-Gerizekalı.. Artık 8’den fazla bırakanı, ya döverler ya söverler.

Go
Çinliler keşfetmiş, Japonlar meyvesini yemiş. Fazlaca sabır gerektiren bir oyun. 2002 yılında gösterime giren A Beautiful Mind (Akıl Oyunları) filmiyle ülkemizde yaygınlaşmaya başlamıştır. Go oyununun tanınması, Şibumi kitabının değeri arttırmıştır. Film ve kitap, tavsiyemdir. Ben oyunu birkaç kafadarla birlikte almıştım. Önceleri biraz oynadık ama sonradan oynayacak kimseyi bulmadım. Uzun süredir rafta tozlanıyor.

Satranç
Araştırmalarda elde edilen veriler, satrancın Hindistan’dan geldiği yönündedir. Neredeyse her taşın ayrı görevinin olduğu stratejik bir oyundur. Zekânın ön plana çıktığı, zaman içinde geniş yer gerektiren bir hobidir.

Jenga
Düzgün kesilmiş tahtta parçaları, üçerli gruplar halinde üst üste dizilir. Sonra başlarsınız kenardan köşeden tahtaları toplamaya. Parçaları çekerken kule yıkılırsa, oyun bitmiştir. Yeri geldiğinde çok eğlenceli oluyor ama sürekliliği halinde sıkmaya başlıyor. Yine de kenarda bulunmasında yarar var.

Kızmabirader
Çocukken vazgeçilmez oyunlarımdan biriydi. Zekâ gerektirmeyen, tamamen zara dayalı bir şans oyunudur. Bana her zaman çok eğlenceli gelmiştir.

Adam Asmaca
Aslında bulmaca oyununun farklı bir versiyonudur. Gizlenen her harf için çizgiler çeker, bilemezseniz adamı ipe götürürsünüz. Televizyondaki çarkıfelek gibi bir şey işte…

Tabu
Hadi anlat bakalım oyunu. Kalabalık gruplar için büyük eğlence. Çok büyük malzemeler çıkıyor bu oyundan.

Tombala
Yılbaşından önce pek akla gelmez. Ama büyük tombala partileri vardır. Siz yine de aile içinden dışarıya taşırmayın.

Maket
Aslında oyundan çok bir hobidir. Yeri gelmişken üzerinden geçmek istedim. Okul gezilerinden birinde, Türk Hava Kurumundan bir uçak maketi almıştım. Çok gelişmiş modelleri vardır. Koleksiyoncuları düşünürsek, bazıları için yaşam biçimidir diyebiliriz.
Aslında birçok seçenek var. Bilgisayar ve elektronik içerikli oyuncaklarımızı, bu listenin dışında tutuyorum. Hepsi gelip geçicidir ama şu bir gerçek ki, boş zamanlarımızın vazgeçilmez oyunları, hiçbir zaman değişmeyecektir.

Bu tip oyunları belli bir yaş sonrası kenara koymak büyük bir hatadır. Çünkü beynimize alıştırma yaptırmadığımız için, aklın üretim gücünü çöpe atıyoruz. Televizyonla beraber ekran karşısında hapsolarak, kendini ifade etme şeklini standartlaştırıyoruz. Yaşanan sıradan ilişkilerde, seyrettiklerinizin etkisini hiç düşündünüz mü? Sohbet ve muhabbetin bittiği yerde, dilin yeteneği zayıflarken, akıl sağlığı da rafa kaldırılıyor.

Emre Türker

White Oleander (2002)

Türkçe Adı: Beyaz Zakkum
Tür: Dram
Yönetmen: Peter Kosminsky
Süre: 109 dakika
Oyuncular: Michelle Pfeiffer, Robin Wright Penn, John Billingsley, Alison Lohman, Renée Zellweger, Amy Aquino, Elisa Bocanegra, Darlene Bohorquez, Solomon Burke Jr., Scott Allan Campbell, Sam Catlin, Debra Christofferson, Billy Connolly, Marc Donato, Svetlana Efremova, Patrick Fugit, Vernon Haas, Sean Happy, Cole Hauser, Leila Kenzle, James Lashly, Taryn Manning, Melissa Marsala, Melissa McCarthy, Roger McIntyre, Dallas McKinney, Allison Munn, Kali Rocha, Samantha Shelton, Liz Stauber, Noah Wyle, Biff YeagerBir genç kızın kişiliğini bulma yolunda, hayatı etkileyen faktörleri gösteren bir yapım. White Oleander (Beyaz Zakkum); acılardan ders alma, ailenin çocuklar üzerindeki etkisi, yaşam koşulları ve sanat hayatından çeşitli kesitler sunuyor.

Astrid (Alison Lohman), kişiliğini tam anlamıyla kızına yansıtmaya çalışan, bu arada sevgisini bencilliğiyle karıştıran sanatçı Ingrid Magnussen’ın (Michelle Pfeiffer) kızıdır. Birlikte olduğu kişiyle problem yaşayan Ingrid, sevgilisini öldürerek hapse mahkûm olur.

Olaydan sonra ortada kalan Astrid’i himayesi altına alan kimsesizler yurdu, evlat edinmek isteyen kişilerle onun arasında aracı olarak görev yapar. Aile arayışlarında, hayatın tüm tehlike ve zorluklarını birebir yaşayan Astrid, annesinin üzerindeki etkiyi hissetmeye devam edecektir.

Film, Janet Fitch’e ait çoksatanlar listesinde bulunan romanı, beyazperdeye taşıyor. Kişiliği sorgulama aşamasında hayatın zorlukları gözler önüne getirilirken, oyuncuların iyi performansıyla birlikte, izleyiciyi dramatik bir yolculuğa çıkarıyor. Etkileyici…

Emre Türker

picture: impawards

19 Şubat 2009

Bir Şişenin Dibini Görebilmek

Bir alkol ikindisinin bu kadar zorlaştırılmışı az görülür. Hazırlıklar alelacele yapılmış, evden hiçbir malzemeyi getirmeye gerek görülmemiş, hep birlikte aynı saatte buluşulacak bir yerde karar verilmiştir.

Rakı bana dokunur. Bedenime olduğu kadar, ruhuma da iniverir. Yeteri kaza meze de varsa, dibini görmeye kadar bir azim hareketiyle, unutanlar gemisinde kendimi buluveririm.

“Şehir dışına 3 kişilik bilet lütfen!” Yağmur ertesindeki hava şartları, denize girmek için müsait değil. Şehir dışında bir dere kenarı biliyorum. Otobüsten orada inip, su kenarından denize varacağız. Her şey bir şişenin dibini görmek için…

Cep telefonları icat edilmemiş, ailelerin çocuklarını gece yarısı yatmaya gelmeden önce merak etmediği bir dönemde yaşıyoruz. Alınan malzemeler; sırayla taşınan koca bir karpuz, plastik bardaklar, buz kovası, 5 litrelik su, biraz peynir, biraz da ekmek.

Dere kenarına geldiğimiz bir vakit, su şırıltısıyla beraber, bağırsak yollarımız içgüdüsel olarak harekete geçiyor. Ayakkabıları çıkarıp su içinden ilerliyoruz. Hava oldukça sıcak, su çok temiz. Ayaklarımızın bastığı yerler buz gibi ama eğlencemizi bozacak kadar değil. Taşlar oynadıkça tok bir ses çıkarıyorlar. Ara sıra büyükçe bir taş parçasını kaptığımız gibi ileriye doğru fırlatıyoruz.

Deniz kıyısına geldiğimiz vakit, sahilde bizden başkası görünmüyor. Kum sıcak ama yağmur ertesinden kalınma olduğundan, altı biraz ıslak. Tabakhaneye yetişmek istercesine elde ne varsa mideye boşaltırken, güneş bize hiç acımıyor. Önce çok eğlenceli geçen konuşma, yerini sonradan ne olduğunu bile bilmediğimiz mizahi duygulara bırakıyor. Sıcak ve mide bulantısının yanında, denizin kokusu ilaç gibi geliyor. “5 adam boyu” diye yüksekliğini belirttiğimiz dalgaların içine dalıyoruz. Suyun sıcaklık derecesi hatırımda değil. Zaten hatırımda olan tek şey, kulaç atmayı kestiğim vakit geriye dönüp baktığımda, sahilin karıncalar için hazırlanmış oyuncak gibi göründüğüdür. “Demek ki çok açılmışım” diyorum. Bu bölge, dalgaları pek tanımayanlar için tehlikeli kıyılardır. Birbiri ardına gelen bu beyaz koyun sürüleri, derince bir nefes almanıza izin vermeden tekrar çarpar suratınıza. Nefesin kesilmesi de böyle bir şeydir.

Akıntının etkisiyle beraber, geriye dönmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Sanki mavilikte açılırken saniyeler hesaplanıyordu da, geriye dönerken saatler bile geçmiyordu.

“Baltalar elimizde, uzun ip belimizde” şarkılarıyla hoplaya zıplaya dereden dönüş yolu görünmüştü. Bu sefer derenin ısısı, sanki kaynar derecesinde gelmişti. “Su sıcak mı?” diye soruyorduk birbirimize.

“Bir kaşık suda boğulmak böyle bir şeymiş?” Kafamı derenin içinden çıkaran arkadaşın bana söylediği laf bu olmuştu. Serinlemek için kafamı soktuğum o sığ yerde, nefes bile almak aklıma gelmemişti.

Geriye dönüşte biz götürecek bir araç bulamadık. Zaten bu halde bizi kabul edecek kimse olamaz, köylülerden başka. Hey gidi gözünü sevdiğim traktör kasaları. Ne çok peşinde koşmuştuk. Önce arkada sessizce tutunarak beklersiniz, sonra eğer şoför ses çıkarmıyorsa içine atlayıverirsiniz. Ama hiçbir traktör şoförü, sizin içine binmeniz için yavaşlamaz. Hepiniz akrobatik olmalısınız.

Kasabada o kadar park bahçe mekân varken, liman boylu boyunca uzanırken, her bir köşedeki her adamı tanırken, neydi bu belamızı arayış? Uzaklara gitmiştik işte, hem de sadece bir şişenin dibini görebilmek için!

Emre Türker
picture: deviantart

18 Şubat 2009

Control (2007)

Türkçe Adı: Kontrol
Tür: Biyografi / Dram / Müzikal
Yönetmen: Anton Corbijn
Süre: 122 dakika
Oyuncular: Sam Riley, Samantha Morton, Alexandra Maria Lara, Joe Anderson, James Anthony Pearson, Harry Treadaway, Craig Parkinson, Toby Kebbell, Andrew Sheridan, Robert Shelly, Richard Bremmer, Tanya Myers, Martha Myers Lowe, Matthew McNulty, David Whittington, Tim PlesterPunk müziğinde kısa süre içinde listeleri zorlamış bir grubun solisti hakkında hazırlanmış bir biyografi yapımıdır.

Ian Curtis (Sam Riley), sahnede kendinden geçerek şarkı söyleyen, kural tanımayan ve ağzına gelen her türlü sözü çekinmeden söyleyen bir kişiliğe sahiptir.

Arkadaşı Nick’in (Matthew McNulty) kız arkadaşı Deborah Curtis’e (Samantha Morton) göz koyan Ian, henüz okulu bitirmemiş olsalar da onu evlenmeye ikna eder. Evlilik sonrası, yükselişe geçmek isteyen Warsaw grubun solisti olarak sahne çalışmalarında bulunur ve katıldıkları yarışmada birinci olurlar. Bu arada evini geçindirmek için, iş bulma kurumunda görevli olarak çalışmaktadır.

Kazandıkları 400 pound ödülü, stüdyo çalışmaları için harcarlar. Grubun ismini Joy Division olarak değiştireceklerdir. Rob Gretton (Toby Kebbell), yaptıkları ilk albüm çalışmasıyla ilgi çekmeye başlayan bu gruba menajerlik teklifinde bulunacak ve onların tanıtım çalışmalarında görev alacaktır.

Her şey olumlu devam ederken, Ian Curtis’in epilepsi hastalığının ortaya çıkışı, evliliğe ısınamaması, depresif kişiliği, alkol ve uyuşturucu gibi problemleriyle de başa çıkmak zorunda kalacaklardır.

İlk konserlerine Manchester’da bulunan Electric Circus’da çıkan grup, Post-punk akımının ilk temsilcisi olarak bilinmektedir. Grubun biyografisini zevkle izlerken, müziklerini dinleme keyfine varacaksınız. Siyah beyaz olarak çekilen film, müzikseverlerin büyük beğenisini kazanacaktır. Gerçekten etkileyici bir yapım.

Emre Türker

Wristcutters: A Love Story (2006)

Türkçe Adı: Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi
Tür: Dram / Fantastik / Romantik
Yönetmen: Goran Dukic
Süre: 88 dakika
Oyuncular: Patrick Fugit, Abraham Benrubi, Shannyn Sossamon, Shea Whigham, Leslie Bibb, Mark Boone Junior, Cameron Bowen, Mikal P. Lazarev, Clayne Crawford, Tom Waits, Chase Ellison, John Hawkes, Will Arnett, Adam G., Mary Pat Gleason, Sarah Roemer
İntihar edenlerden oluşan insanların ölümden sonraki renksiz dünyası hayal edilerek filme uyarlanmıştır. Ölümlerine kendileri karar veren bu varlıklar daha kötü bir yerde uyanacaklar, yaşamaya bu şekilde devam edeceklerdir.

Yatağından kalkan Zia (Patrick Fugit), dağınık odasını itinayla toplar ve bileklerini keserek intihar eder. Artık gerçek yaşamdan farklı, olmayan bir toplumun içine girmiştir. Hayattayken unutamadığı kız arkadaşı Desiree (Leslie Bibb), halen aklındadır.

Ölümden sonra, bir pizzacıda işe girer. Sonradan Rus asıllı Eugene (Shea Whigham) ile barda tanışarak dost olur. Bir gün, kız arkadaşı Desiree’nin intihar ettiği haberini alır. Bundan sonra yapacakları şey, ilginç özelliği bulunan döküntü bir arabayla, kız arkadaşını aramak olacaktır. Yolculukları sırasında otostop yapan Mikal (Shannyn Sossamon ) ile karşılaşırlar. Onun amacı, bu ilginç dünyada sorumlu birilerini bulmaktır.

Bu üç kişinin, gerçek olmayan ama gerçek kadar yakın bu topraklarda fantastik yolculuklarını izlerken, aradıkları şeyleri bulmak için ortaya koydukları çabaları izleyeceğiz.

Film, duyguların farklı öğelerle anlatımını beğenebilecek bir izleyiciye hitap ediyor. Gerçek dışı ve modern yapımlardan hoşlanmayanların ilgisini çekmeyebilir. Fakat bu filmde, abartısız bir fantastik oluşumla birlikte romantizm, çok güzel harmanlanmıştır.

Türkiye “Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikâyesi” olarak bilinmektedir. Filmdeki ilginçlikler o kadar sıcak ki, hiçbir karesi rahatsız etmiyor. Wristcutters: A Love Story, yönetmenin kurguladığı hayal dünyasına, sıra dışı, farklı ve romantik bir dokunuştur.

Emre Türker

picture: impawards

17 Şubat 2009

Sokak Kedileri

Hayvan severlerin en çok ilgi odaklarından birisi de kedilerdir. İnsanlara her zaman sıcak yaklaşan bu hayvanlar, bakıcıları tarafından sevgiyle beslenirler. Bunun yanında sokak kedileri de, özellikle çocukların eğlencesi olarak çeşitli işkencelere maruz kalmaktadır.

Şahsen görmediğim fakat yakın bir çocukluk arkadaşımın anlattığı bir olaydan bahsedeyim. İstanbul semtlerindeki ara sokaklarından birinde oturan sadistçe bir çocuk, kapan olarak hazırladığı halatı evinin camından aşağıya doğru sarkıtıyor. Sonra da ortasına yiyecek koyup oyuna getirdiği her kediyi kaptığı gibi yukarıya doğru çekiyor. Kedilerin acı içinde miyavlaması onun için bir şey ifade etmiyormuş.

Çocukken gördüğüm bir manzara: Mahallede oynayan çocuklar, bir şırınga bulup içine de kolonya çekiyorlar. Sokaktan bir kedi seçip yanlarına sevgi gösterileriyle çağırıyorlar. Kedi de hemen yaklaşıyor. Önce onu sever gibi yapıp ardından kafasını sıkıca kavrıyor ve kalçasından şırıngayı enjekte ediyorlar. Kedi sonradan acı içinde bir roket gibi fırlayarak kaçıyor.

Yine sokakta gördüğüm bir kedi vakası: Sokak kedisini çocuklar “gel pisi” sesleriyle çağırıyorlar. Kedi yaklaşınca da var gücüyle tekme atıyorlar. Sonra da “gooool” diye bağırıyorlar.

Bunlar genelde her birimizin rastlayabileceği sıradanlaşmış dehşet manzaralarıdır. Bunu yapan bilinçsiz kişiler, sonradan bu yaptıklarını kimi zaman pişmanlıkla, kimi zamanda da gülerek anlatıyorlar.

Benim de kedilerle ilgili yaşamış olduğum ve hafızama yer etmiş iki olay vardır. Bir tanesi, çocukken yavru bir kediyi bulduğum zamandır. Apartman içinde kiremitlerden yuva yapmıştım. Her yemek sonrasında hazırladığım bir tas yiyeceği de ona veriyordum. Bir gün ansızın kayboluvermişti. 2 hafta kadar bekledim ama gelmedi. Ağlayarak “Kediler nankörmüş, kaçtı işte” demiştim. İki ay kadar sonra, bir kedi kapımızın önüne gelmişti. Soğuktan titriyor ve aç kalmışlığından olsa gerek, acı bir surat ifadesiyle bana bakıyordu. Ona yiyecek bir şeyler verdim. Benim kedime oldukça benziyordu. Acaba onu apartmandan biri mi alıp sokağa atmıştı? Ya da biri kaçırmış, sonra da aç bırakıp yalnızlığa terk etmişti, kim bilir. Ne olursa olsun, onu tekrar beslemeye karar verdim. Ama akşam eve döndüğümde, kediyi yine yerinde bulamadım. Bir daha da geri dönmedi. O kediciği uzun süre aklımdan çıkaramamıştım.

İkincisi, kiracı olarak kaldığım minyatür dairelerden birindeydi. Benim evin alt katında bir tiyatrocu kız oturuyordu. Memleketine gideceği gün, kedisine bakmamı rica etmişti. Kedisi, kendisinin de ifade ettiği gibi, hayatımızda gördüğümüz en hiperaktif kedi yavrusuydu. İlk gün evinden içeriye girdiğimde, kedi yavrusu karanlıkta üzerime atladı. Sonra da ağaca çıkıyor havalarında üzerime tırmanmaya başladı. Tırnaklarıyla neredeyse bütün vücudumda delikler açarak ilerliyordu. Kedi mamasını çabucak kavrayıp yere döküverdim. O zaman üstümden sıçrayıp yemeğine koştu. Kollarımdan tutun da yüzüme kadar tırmalamıştı. Güya yukarıya doğru çıkıp omzumda ya da kafamın üstünde oturacaktı. 2. gün tekrar yanına gittiğimde, bu sefer uzun kollu bir şey giymiştim. Ama yine de üzerime atlayıp tırmanırken, pençelerinden kurtulamamıştım. Bu kedi her halükarda tepenize kadar çıkıp orada oturmadan rahat edemiyordu. Eve gidip de yaralarımı dezenfekte ederken, “hay ben senin gibi kedinin” diye saydırıp duruyordum. Ayrıca bu kedi, kızın evindeki tüm perde ve eşyaları parçalamış, onu da canından bezdirmişti. “Hayatımda 5 kediye birden baktığım zaman da oldu ama ben böylesini hiç görmedim.” diyordu. Bizim tiyatrocu kız, daha fazla dayanamayıp kediyi bir başkasına verdi. Ben de sonradan işyerime gittiğimde, her yanımda tırmalanma izi gören çalışma arkadaşlarımın ne gibi şakalarına maruz kaldığımı tahmin edersiniz sanırım. Kedilerle pek sorunum yok ama bu son yaşadığım olay, benim kedi besleme düşünceme son vermiştir.

Bir belgeselde seyretmiştim. Doğal şartlarda kedilerin bulunmadığı ülkelerden biri de Avustralya kıtasıymış. Zamanında oraya giden ticari gemilerden kaçan ya da onların karaya bıraktığı kediler, yeni bir türün ortaya çıkmasına neden olmuş. Fakat oranın tabiatında yer almayan bu hayvanlar, bizim sokakta gördüklerimizden biraz daha vahşi bir yapıya dönüşmüşler. Ürünlere ve çiftçilerin besledikleri kümes hayvanlarına zarar veriyorlarmış. Böyle olunca da oranın yerlisi Aborjinler, kedileri gördükleri an hiç affetmiyorlar, yakaladıkları gibi ızgara çevirme yapıyorlardı. Ama öyle bizim çağırdığımız gibi “gel pisi”lere karnı tok bu vahşi kedilerin. Bir panter gibi koşuyorlar ve felaket saklanıyorlar.

Kedi deyip geçmemek lazım. Bu hayvanlar yaşantımız içinde çok büyük yere sahipler. Ülkemizde bizlere hiçbir zararı dokunmayan bu savunmasız hayvanların, biraz daha şefkate ihtiyacı var gibi görünüyor. En azından artık sokak kedilerini kendi özgür doğasında rahat bırakmamız lazım. İnsanlardan gördükleri işkenceleri hak etmedikleri kesin.

Emre Türker

Frida (2002)

Tür: Biyografi / Dram / Romantik
Yönetmen: Julie Taymor
Süre: 123 dakika
Oyuncular: Salma Hayek, Mía Maestro, Amelia Zapata, Alejandro Usigli, Diego Luna, Alfred Molina, Lucia Bravo, Valeria Golino, Patricia Reyes Spíndola, Loló Navarro, Roger Rees, Fermín Martínez, Roberto Medina, Ashley Judd, Antonio Banderas
Meksika’da en çok tanınan ressamlardan biri olan Frida’nın biyografisi konu ediliyor. Resimlerinde özellikle acıyı yansıtan Frida, bu konuda en büyük örnek olan kendisinin portresine çalışmalarında fazlasıyla yer vermiştir.

Frida Kahlo (Salma Hayek) oldukça rahat bir öğrencidir. Erkek arkadaşıyla birlikte bindiği toplu taşıma aracı, şoförün dikkatsizliği nedeniyle kaza yapar. Üç hafta kadar komada kalan Frida’nın, birçok kemiği kırılmıştır. Yürümesine pek ihtimal verilmese de, babasının tüm varlığını ortaya koyarak yaptırdığı ameliyatlar sonrasında yürümeyi başarır. Fakat kemiklerinde meydana gelen değişiklikler, hayatı boyunca acı çekmesine neden olacaktır.

Resim çizmeyi çok seven Frida, yaptığı tabloları yanına alarak ülkesinde tanınmış bir ressam olan Diego Rivera’nın (Alfred Molina) yanına gider. Onunla başta pek ilgilenmeyen ressam, sonradan incelediği resmine hayran olacaktır. Sanat ve siyaset anlamında çok iyi anlaşmaya başlayan çift, dostluklarını evlilikleri ile pekiştirirler.

Melez bir ressam olan kocasının kadınlar konusundaki zayıflığı her zaman sorun olmuştur. Fakat Frida’nın da ondan aşağı kalır bir yönü yoktur. Çünkü Frida, kendi ahlaki dünyasında özgür bir ruha sahiptir. Komünizm duyguları içinde hayatlarına devam etmiş bu ünlü çift, sıra dışı bir beraberlik yaşamışlardır.

Filmde, Meksika’nın yerel müziği ve danslarına da zaman ayrılmış. Ayrıca Antonio Banderas ve Edward Norton gibi oyuncular, bu biyografik yapıma konuk oyuncu olarak katkıda bulunuyorlar.
Frida, ne kadar önemli bir sanatçı olsa da, yaşamı boyunca kocasının gölgesi altında kalmıştır.

Emre Türker

picture: impawards

Vicky Cristina Barcelona (2008)

Türkçe Adı: Barselona, Barselona
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Woody Allen
Süre: 96 dakika
Oyuncular: Rebecca Hall, Scarlett Johansson, Javier Bardem, Penélope Cruz, Chris Messina, Patricia Clarkson, Kevin Dunn, Julio Perillán, Juan Quesada, Richard Salom, Manel Barceló, Josep Maria Domènech, Emilio de Benito, Maurice Sonnenberg, Pablo Schreiber, Carrie Preston, Zak Orth, Abel Folk
Mantık, tutku ve duygular arasında kalmış bir yapım. Sanatçı bir erkeğin, üç kadın arasında mekik dokuyarak onların akıllarında bıraktığı etki anlatılıyor.

Amerikalı Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson), arkadaşlık yönünden birbirine çok yakın olsa da, aşk bakımından farklı yapılara sahiptirler. Cinsellik konusunda Vicky daha tutucu, Cristina ise oldukça rahattır. İkisi beraber Barselona şehrini gezmek için yola çıkarlar. Bir galeride gördükleri Juan Antonio (Javier Bardem), onlara birlikte olmak için teklifte bulunur. Vicky’nin karşı çıkmalarına rağmen Cristina’nın ısrarları, Antonio ile birlikte gitmelerine neden olacaktır.

Juan Antonio, etkileyici tavırlarla ikisini de yoldan çıkarmayı başarmıştır. Bu arada problemli eşi Maria Elena (Penelope Cruz) da eve geri dönünce, ilişkilerin boyutu karmaşık bir şekle dönüşür.

Penelope Cruz, sonralardan ortaya çıkıyor ama etkisini sonuna kadar hissettiriyor. Scarlett Johansson’un mimikleri ve bakışları, yine kışkırtıcı görevini yerine getiriyor. Barcelona şehrinden güzel görüntülerle birlikte, aşkın sınırları zorlanıyor.

Emre Türker

picture: impawards

15 Şubat 2009

Dünden Bugüne Evrim Geçiren Duygular

Çocukken nelerden mutlu olurduk, şimdi nelerden tat almaya çalışıyoruz. Neler için gözyaşı dökerdik, şimdiki gözyaşlarımız neyi ifade ediyor?

Çok sevdiğim birinin, kendisini ifade ettiği bir yerde söylediği söz, dikkatimizi çekti.
“Küçükken saçlarımız kesilince bile ağlardık şimdi ise çok daha kötü şeyler için bile ağlamıyoruz, giderek katılaşıyoruz.”

Ağlardık;

Yolda düştüğümüz zaman canımız yanmasa bile, bize ilgi göstersinler diye
O en sevdiğimiz oyuncak arabayı almadıklarında
Tabaktaki son lokma zorla ağzımıza tıkıştırılırken
Yaramazlık yaptığımız zaman hafifçe kulağımız çekildiğinde
En favori oyuncağımız kırıldığında
Arabanın ön koltuğuna oturmamıza izin vermediklerinde
Yorulduğumuz zaman “eşek kadar oldun” diyerek bizi kucaklarına almadıklarında
Arkadaşlar dışarıda oynarken, annemiz bize eve çağırdığında
Gerçekte anlamını bilmeyip, “seni sevmiyorum artık” dediklerinde
Çocuklar oyun oynarken bizi aralarına almadıklarında


Mutlu Olurduk;

Elma şekeri yerken, şekerli kısımdan başlayıp, elmanın son ısırığına gelinceye kadar
Salıncakta sallanırken yüzümüze çarpan rüzgârın verdiği mutluluk
Kar yağdığında yerler bembeyaz olmuşsa ve kardan adam yapıyorsak
Rengârenk resim boyaları ile özgürce resim yaparken
Büyüklüğü ve değeri ne olursa olsun, hediye aldığımızda
Üstümüzde yeni bayramlıklarımızla ceplerimize şeker doldururken
3 sakızı birden ağzımıza atıp çiğnemeye çalışırken
En yakın arkadaşımızla oyuncaklarımızı paylaşırken
Şekerli sakızın şekeri bitinceye kadar çiğnerken
Denizde dudaklarımız morarıncaya kadar oynarken
Birileri anlamsızca yüzümüze gülerken
Çizgi film seyrederken
Çikolata yerken
Leblebi tozu yerken
Dondurma yerken
Koşarken
Oynarken

Şu bir gerçek ki, geçmişte ağlamanın ve mutlu olmanın ne demek olduğunu az çok biliyorken, şimdi ikisini birbirine karıştırmış ve ne yapacağını şaşırmış bir şekilde avare dolanıyoruz.


Ağlıyoruz;

Terk edildiğimizde (acısını yüreğimizde hissedebiliyorsak)
Küçük düştüğümüzde (eğer bunun farkına varacak kalbe sahipsek)
Para kaybettiğimizde (kumar, borsa, soygun vs.)
İşimizi kaybettiğimizde (eğer uzun süre işsiz kalmışsak)
Evlenirken
Boşanırken
İçerken

Mutlu oluyoruz;

Terk ettiğimizde
Küçük düşürdüğümüzde
Para kazandığımızda
İş bulabilmişsek
Evlenirken
Boşanırken
İçerken

Ne acıdır ki, artık ağladıklarımıza gülüyor, güldüklerimize de ağlayabiliyoruz.

İçinizdeki çocuğu kaybetmeyin.

Emre - Figen Türker

Hayalbemol ve Battleship

Snow Angels (2007)

Türkçe Adı: Kar Melekleri
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: David Gordon Green
Süre: 107 dakika
Oyuncular: Kate Beckinsale, Sam Rockwell, Michael Angarano, Jeannetta Arnette, Griffin Dunne, Nicky Katt, Tom Noonan, Connor Paolo, Amy Sedaris, Olivia Thirlby, Gracie Hudson, Brian Downey, Carroll Godsman, Daniel Lillford, Deborah Allen
Kişilikler ve ilişkiler üzerine hazırlanmış bir film. Çaresiz kalan bir insanın yapabilecekleri ve düşünceleri yansıtılmaya çalışırken, yaşanan her sorunun diğer kişileri de etkileyebileceği gösteriliyor.

Kocası Glenn’in (Sam Rockwell) bunalımlarından dolayı ayrılma kararı almış Annie (Kate Beckinsale), küçük kızıyla kasabadaki hayatına devam etmektedir. Bir restoranda arkadaşı Barb (Amy Sedaris) ve daha önce bakıcılığını yaptığı Arthur (Michael Angarano) ile birlikte çalışmaktadırlar. Bu birlikte çalışan 3 kişinin de aileleri içinde huzursuzlukları bulunmaktadır. Bu huzursuzluklar; evden ayrılma, eve geri dönüş ve farklı yaşama gibi karmaşaların arasında gidip gelmektedir.

Snow Angels, Stewart O'Nan romanını beyazperdeye taşıyor. Sam Rockwell ve Kate Beckinsale, mutluluk ve üzüntü ifadelerini seyirciye çok iyi yansıtıyor. Fakat film bunun yanında çok ağır ilerliyor. Tamamen dramatik bir yapıya sahip olunca da huzursuz edebiliyor.

Emre Türker

picture: impawards