14 Aralık 2009

Çevrenin Benliğe Etkisi

Müthiş bir adaya düşsem ve o ada sadece bana ait olsa…


İnsan, yaşadığı toplumla bir bütündür. Buna paralel olarak diyebiliriz ki, en zeki canlı olmakla beraber insan, yine de topluma muhtaçtır.

Size müthiş bir teklif yapıldığını düşünün. Teklifi yapan varlık, sihirli değneğiyle bulutların arasından çıkan bir tatlı cadı. “Beni iyi dinle. Sana kocaman bir ada veriyorum. Bu adanın efendisi de, sahibi de sensin. Sahildeki kumsal elmas tozundan, kayalar altından, taşlar yakuttan. Yiyecek sıkıntın yok. Deniz tertemiz, doğa senin emrinde. Aklına gelebilecek tüm özel eşyalarını da almana izin veriyorum.” diyerek size sesleniyor. Fakat bir şartı var. “Hayatın bundan sonraki diliminde, başka bir insan göremeyeceksin.” Ne dersin? Teklif müthiş mi?

Aklımız ermeye başladığı andan itibaren, bilinçli bilinçsiz hayaller kurarız. Hayaller öncelikle maddeye sahip çıkar. Çocukken oyuncaklara ve çikolatalara olan aşk, büyüdükçe servet düşüncesine dönüşür. Doymak için ne kadarına sahip olmak lazım? Hayatta hiçbir şeye sahip olmamış birine piyango çıktığında, hesaplarına göre para bitmeyecektir. Fakat genel araştırma yaparsanız, varlık görmeyen birçok servet sahibi, kısa sürede elindekileri tüketir. Çünkü farkında olmadığı gizli bir etken, onu bitirmiştir. Yani çevre… İktisat kavramıyla tanışmış olanlar bilir. İnsan kaynakları sınırlı, ihtiyaçlar sınırsızdır. “O olay bende olsun, başka bir şey istemem” açlığı, her doyumda yenilenecektir.

Pastanın tüm dilimindeki yerimiz düşünülünce, ne kadar zekiysek, o kadar da aciz oluyoruz. Anne karnından itibaren, yaşamın sonuna kadar muhtaçlık hissiyatı devam edecek. Varlık teklifi ne kadar müthiş görünse de, içinde paylaşacak insan olmayınca, hiçbir şeyin anlamı yoktur. Oyalanması için çocuğa oyuncak almanız yetmez, oyuna katılmalısınız.

Amerikan Felsefe Derneği tarafından 21. yüzyılın en önemli sosyologlarından biri olarak görülen Kingsley Davis’in, insanın fiziksel ve ruhsal muhtaçlığı konusundaki araştırması, toplum fikrini net olarak ortaya koymaktadır. 1938 yılı Pensilvanya’daki bir çiftlik evinin tavan arasında, ellerini hareket ettiremeyecek şekilde sandalyeye bağlanmış altı yaşında bir kız çocuğu bulunmuştu. Anna adındaki bu gayrimeşru çocuk, 26 yaşındaki ruh hastası annesi tarafından tam 5 yıldır sadece sütle beslenmişti. Yetkililer onu bulduğunda; konuşamıyor, yürüyemiyor, yemek yiyemiyor ve davranışlara tepki vermiyordu. Anna’nın tanımadığı özellikleri kazanması için yoğun tedavi uygulanmıştı. 11 yaşına geldiğinde hayatını kaybeden Anna, ancak 2 yaşındaki bir çocuğun seviyesine ulaşabilmişti.

Kingsley’in araştırdığı bu dramatik olayın sonucu, insanın topluma olan zaruretini yeterince açıklıyor. 1717’de yazılıp 1719’da yayınlanan Daniel Defoe'nun dünyaca tanınan ünlü romanı Robinson Crusoe ve 2000 yılında gösterime girmiş, Tom Hanks’in oynadığı Cast Away (Yeni Hayat) adlı film, ada düşüncesine cevap niteliğinde güzel örneklerdir.

Sahildeki küçük taş zerrecikleri, ancak bir araya geldiğinde kum olurlar. Tek başlarına hiçbir şey ifade etmezler. Bizler de kum gibiyiz. Dalgalardaki gel-gitler arasında, sürüklenir, dağılır ve aşınırız ama yine de bütünlükten kopamayız.

Emre Türker

Picture: flickr

12 yorum:

  1. Hımmm, asla olmaz istemem. Bana insan gerek önce. Ailem dostlarım sevdiklerim sonra tüm dünyayı paylaştığımız her türlü insan. Kumsal yakut kayalar elmas olmuş bana ne? Dağ taş altın olsa da neye yarar ki? Konuşup derdimi sevincimi paylaşacağım bir insan yoksa yanımda.
    Hem sonra dünyanın servetinin, en güzel giysilerinin ne anlamı olur ki,başkaları görüp "Ayy çok güzel olmuşşş demedikten sonra:)))

    Sevgiler

    YanıtlaSil
  2. Harika yazmış, harika örneklerle pekiştirmişsin yazını Emre.

    Söyleyebileceğim sadece şu var:
    Bize dünyaları bağışlasalar (mecaz anlamıyla değil), yaşadığımız dünya tamamen bize ait olsa bile yalnız başına ne işe yarar?

    Koskoca bir yalnızlık ve mutsuzluk getirmekten başka...

    Anna örneğini bilmiyordum. O kadar çok etkilendim ve üzüldüm ki anlatamam :(

    Çok teşekkürler bu muhteşem yazın için..

    Sevgiler...

    YanıtlaSil
  3. Çınar… Sondaki değerlendirmene bayıldım :) “Ayy çok güzel olmuşşş demedikten sonra”, daha sevimli nasıl açıklanabilir ki!
    Teknoloji bu anlamda yalnızlığa sürüklediği söyleniyor. Aslında yalnızlık, yine de tam anlamıyla tek başınalık sayılmaz. Duygusallığı sanal ortama döküyoruz. Yani yoğunluk hissi kayboluyor. Bu da sanki 2009 Surrogates filmini çağrıştırıyor.

    Zeugma… Anna olayı, gerçekten benim içimi de burkmuştu. Aklımda tüm olanlar, zaman ve duygular, film şeridi gibi canlandı ve huzursuz oldum. Anna’nın annesi ruh hastasıydı. Fakat bu tür şeylerden zevk alanlar var, onlara ne demeli, ne isim koymalı?
    Toplumda yaşamanın önemini bilmiyoruz. Eğer bilseydik, onu bitirmek için değil, yaşatmak için uğraşırdık. Oysa gerçekten hızlı tüketiyoruz… Bazen dünyanın sonuyla ilgili o korkunç bilim-kurguların gerçekleştiğini düşünüyorum. Sonra kendime soruyorum, biz nereye gidiyoruz?

    YanıtlaSil
  4. ada fikri muhteşem, biliyormusun bir adaya düşmek ve orada yeni hayat kurmak benim çocukluk hayalimdi hergece n önce ballandıra ballandıra hayalimi kuarardım. ama yanlış hatırlamıyorsam çok kalabalık olmamakla beraber (sanırım 3 kişiydik) birileri vardı yanımda. cana can lazım, fazla olmamak kaydıyla etrafımda istediğimde ulaşabildiğim birileri olmadan yaşamak istemem. ama sayının da hep az kalması koşulu ile.:)

    YanıtlaSil
  5. guguk kuşu… Ada örneği, doyumsuzluğu anlamaya farklı bir bakış açısı. Çocukluğumda benim de ada hayallerim vardı ve ben de 3 istekten birinde insan (aşk, aileden biri ,kardeş falan) isterdim. Son cümlene de katılmamak mümkün değil, yani çokluğun olumsuzluk fikri. Çokluğu yönetmek farklı mevkilerin işi. Biz toplumu şekillendiren kısmen bağımlı kısmen değişkenleriz ve konum ne olursa olsun, isteklerimiz hiç değişmiyor.
    Konuyla uzaktan bir bağlantısı olur mu bilmiyorum ama güzel bir hikâye aklıma geldi. ŞÖYLE:
    O, yoksul bir taşçıydı. Her gün kayaları parçalıyordu. İşi çok ağırdı; ama
    çok az aylık alıyordu. Bu yüzden hayatından hiç memnun değildi. “Ben
    başkalarından daha çok çalışıyorum!” diye düşünüyordu.

    “Benim işim onlarınkinden ağır ve ben onlardan daha az kazanıyorum. Zengin
    olmak istiyorum. Biraz dinlenirim ve güzel elbiselerim olur.” O anda gökten
    bir melek indi. Ona, “Zengin olacaksın, güzel elbiselerin olacak” dedi.

    Taşçı hemen zengin oluverdi. Artık onun da güzel elbiseleri vardı ve bir iş
    yapmak zorunda da değildi.

    Günün birinde kral onu sarayına davet etti. O, sarayın güzelliğine hayran
    oldu. Kral ondan daha zengindi. Bu yüzden üzüldü. “Ben de kral olmak
    istiyorum” dedi. Ardından isteği yerine getirildi ve kral oldu. Şimdi bütün
    gün hiç çalışmıyordu.

    Çok sıcak bir gündü. Güneş ışınlarını saçıyor, yeryüzü yanıyor mu yanıyordu.
    Kral kızdı; güneş ondan nasıl güçlü olurdu ki? Yaşamı yine sevmez olmuştu.

    “Güneş olmak istiyorum!” dedi. Bu kez de güneş haline çevrildi. Şimdi güneş,
    ışınlarını saçıyor ve dünyada her şey yanıyordu.

    Ama bir bulut geldi, dünyayla onun arasına girdi. Işınları artık dünyaya
    ulaşmıyordu. Güneş kızdı;

    “Bu nedir böyle? Ben buluta hiçbir şey yapamıyorum. Derhal ondan daha
    kuvvetli olmak istiyorum” deyince bu kez de bulut haline döndürüldü. Az
    sonra bulut, yağmura dönüştü. Yağmurlar toprağa, oradan nehirlere ulaştı.
    Nehirlerin suları çoğaldıkça çoğaldı.

    Evleri, tarlaları seller bastı. İnsanlar hayvanlar, tarlalar perişan oldu.
    Ama sular, kayalara hiçbir şey yapamıyordu. Bulut öfkelendi.

    “Bu kadar çok su nasıl olur da kayaları aşamaz..” Ama kayalar sulardan daha
    güçlüydü. Bulut bağırdı: “Kaya olmak istiyorum.” Bu istediği de yerine
    getirildi ve kaya haline geldi. Artık güneşten ve buluttan daha güçlüydü.

    Aradan çok zaman geçmedi. Elinde balyozla bir adam çıkageldi ve ondan
    parçalar koparmaya başladı.

    “Aman! Bu da nesi?” dedi kaya.

    “Ben bu adamdan zayıfım”

    Sonra birden anladı kuvvetin kaynağının mutluluk olduğunu ve pişmanlıkla
    haykırdı:
    “İnsan olmak istiyorum!” Bu dileğini de yerine getirdi.

    Kaya insana dönüştü. Şimdi o adam yine kayalardan taşlar koparıyor. İşi ağır
    ve aylığı az; ama yaşamı seviyor ve mutlu.

    YanıtlaSil
  6. çocuğun oyununa katılmak gereği o kadar net ki... hatta çocuk için oyuncak bile gereksizdir, sadece bir plastik şişe, bir karton kutu bile yeterli olabilir. ama o nesne hakkında konuşmak, hayal gücü ile onu benzettiği şeylerle kurulu oyuna katılmak için yanında olmanızı ister, onu mutlu eden, geliştiren budur. ve o mutlu oldukça sizin de yüzünüzü ışıtan budur :)) Erdal Atabek'in küçükken okuduğum bir kitabı vardı: insan sıcağı. o günlerden beri bu ifade hep aklımdadır, kimsenin insan sıcağından uzak kalmaması umuduyla diyelim, güzel yazı.

    YanıtlaSil
  7. nil… Haklısın, çocuk için oyalanacak çoğu madde oyuncak sayılır. Yeter ki ilgisini çeksin. Benim çocukluğumda çok fazla icili bicili oyuncaklar yoktu. Hatta çoğu oyunu kendim hazırlar, oyalanacak bir şeyler bulurdum. Gidiş taş toplardım mesela… Erdal Atabek, çalışmalarını yoğunlukla ergenlik çağındakilere adamış biri ve o dönem içinde oldukça faydalı olabilecek kitapları var. O çağın insanlarına önerilebilecek bir insan. Ayrıca umut dolu dileğine de sonuna kadar katılıyor ve destekliyorum.

    YanıtlaSil
  8. Çok güzel bir yazı,paylaşım için teşekkürler,yalnız yaşam bazen gereklidir ama çoğunlukta insan sosyal bir varlıktır.Eğer gerçekten de insansa paylaşmadan yaşayamaz.(Bazıları varki hayatta günahını bile paylaşmaz,onlar dışında).

    Çocukluğuma dönüp baktığımda benimle oyun oynayan anne babaya sahip olmanın değerini şimdi daha da iyi anlıyorum.Güzel bir çocukluk geçirdim diyebiliyorum sayelerinde...

    Annayı okurken içim parçalandı..Zavallı çocuk...

    Paylaşmadan geçirilen bir hayat neye yarar ki?

    YanıtlaSil
  9. YILDIZ… İşin felsefesini kadar inersek :))
    Aslında iki insanın bile bulunduğu her yerde, istense de istenmese de paylaşım vardır. Günahını bile paylaşmayan kişi bile, bir yerde alışveriş yaparken, ürüne sahip olmak için satıcıya para verir. Karşılıklı fayda oluşunca, fayda paylaşılmış demektir. En azında birine soru sorarken ve birilerine bir şeyler anlatırken bile bilgiyi paylaşmış olursun. O nedenledir ki insanın bulunduğu bir yerde, paylaşmamak mümkün değil. Kimi az paylaşır, kimi çok paylaşır, o ayrı konu…
    Ailenin değeri, kişi ancak aileden kopunca zirveye ulaşıyor. Konuyu tatlıyla ballandıralım. Yani güzel hazırlanmış lezzetli tatlıyı yerken harika olduğunu düşünürsün. Fakat onu harika yapan, sonradan aynı tatla sık karşılaşmadığında oluşan histir. Aileden ayrılınca, o sıcaklık, ilgi ve yakınlığı tekrar bulamıyorsun. En saf duygular geride kalıyor. Dolayısıyla değer kavramı kıtlık içinde daha iyi anlaşılıyor.
    İktisat ve felsefeyi bir kenara bırakırsak :), güzel yorumun için teşekkür ediyorum. Sevgiler.

    YanıtlaSil
  10. İnsansız bir hayat düşünemiyorum.Ne anlatırdık birbirimize, ne yazar ne çizerdik ? Ne sevdalar ne kavgalar ne ayrılıklar ne hüzünler olurdu? Yok yok Yoooook ! İnsansız olmaaaazzz!

    YanıtlaSil
  11. çoban yıldızı… Hayat kelimesinin içinde, genel anlamda ilk düşünülen varlık insan olur. Zaten toplum olmasa, dil de olmazdı. “Tek başına yaşamayı severim” diye söylenen, aslında kalabalık sesler arasında düşüncelerini toplamak için “kendime mola vermeyi seviyorum” demek istiyor. Çünkü kapısından çıktığı an, zaten topluma karışmak zorunda…

    YanıtlaSil