14 Aralık 2008

Uçabilmek

Yer Atatürk Havalimanı. Uçak kalkmadan en az 1 saat önce işlemlerinize başlamanızda yarar var. İlk seferi yeterince heyecanlı oluyor. Sıraya girmek bile sıkmıyor insanı. Aslında hayatınızda hiç motorlu bir taşıta binmemiş olsaydınız, arabaya binmek de çok ilginç olabilirdi. Ama benim anlatmak istediğim biraz farklıydı. İstediğim duyguyu, kalkış saatimiz geldiğinde yaşayacaktım.

Hayatımın ilk uçak yolculuğunda, küçük sayılabilecek az yolcu kapasitesine sahip bir uçaktaydım. İyi ki de öyleydi. Önce piste doğru yol aldık. Sonra bir roketten çıkmış gibi hızlandık. Tekerlekler yerden kesildiğinde, görüntü muhteşemdi. Önce bulunduğunuz mekânı, sonra evleri, nihayetinde kenti görüntüleyebiliyordum. Hissetmek istediğim şey, uçmaktı. Fakat ne kadar farklı bir mutluluk yaşasam da, uçmanın derinliğine tam olarak varamamıştım. İlgimi çeken ise, o küçücük camdan dışarıyı seyrettiğimde görebildiğim bembeyaz bulutlar ve dağlar olmuştu. Bulutların üzerinde sanki yürüyebilirmişim gibi bir hisse kapılıyordum. Keyifli bir seyir için, gökyüzünün açık olması gerektiği anlaşılıyordu. Bunlardan en keyifsiz olanıysa, hiçbir şeyin görünmediği karanlık gece uçuşlarıydı.

Çocukluk yıllarımda, o zamanlardan bu yana hala görüştüğüm dostum Yalçın’la birlikte, yaşadığımız kasabada limanının yüksek duvarlarından aşağıya atlamak, en büyük eğlencemizdi. Duvara tırmanmak zahmetliydi ama atlamak harikaydı. Kısa uçuşlar hiç de yabana atılır değil, heyecan uçaktaki zamanlamadan daha iyiydi.

Bir diğeri, havuzun trampleninden atlamak, kayıktan atlamak veya kayaların tepesinden atlamak, hepsi de masmavi sulara… Bodrum’daki ucuz yat gezilerinden birine katılmıştım. Oradan atlamak daha zevkliydi. Biraz daha havada kalabiliyordum. Bir de Aquapark’ta en dik yerden aşağıya kaymak, işte bu çok daha iyiydi. Ama asıl final, Karaada’daki meteor çukuru denilen yerdeydi. Atlamak için tam 15 dakika beklemiştim. Dua etmenin önemini anladığım yerlerden biriydi. Birden kalbimin duracağı hissine kapılmıştım. Karar vermiş ve en sonunda vücudumu tepeden aşağıya bırakabilmiştim. Derin bir sessizlik ve rüzgârın uğultusuyla, içimden bir şeyler kopup havaya karışmıştı. Sonunda hızla suya gömülmüştüm. Kaç saniye havada kalmıştım, hatırlamıyorum. Suların altında, sizi bağlayan hiçbir etken yok. Siz ve suyun kaldırma kuvveti. Biraz yavaş hareketlerle, fakat isterseniz sağa, isterseniz aşağıya, isterseniz yukarıya doğru süzülebiliyorsunuz. Yüzeyden ve derinliklerden sesler duyuyorsunuz. Egzotik, renkli ve biraz da bulanık…

En sıkı hisler, rüyalarda yaşanalardı. Bir binanın tepesinden aşağıya doğru atlıyordum. Önce hızla aşağıya düşüyor, sonra birden yükseliyordum. Nerde olduğum, kiminle yaşadığım, kaçıncı yüzyılda bulunduğum belli değil. Ne kadar zaman orada olduğumu hatırlamıyorum, ama uyandığımda terlemiştim.

Uzaya gitmeden önce astronotların yaptıkları denemelerde bulunmak, hayallerimden biridir. Belki o da olur, zaman bize ne gibi sürprizler hazırlıyor, bunu bilemeyiz. Daha henüz yapamadıklarım arasında bungee jumping ve paraşüt de bulunuyor. Gerçi İzmir Fuarında paraşüt kulesinden atlamıştım, ama aynı duygu olduğunu zannetmiyorum. Sonuçta bağımsız değilsiniz, sizi tutan bir halat var. Yeri gelmişken anlatayım: İzmir paraşüt kulesindeki görevliler, atlamanız için size kısa bir süre tanıyor. Eğer atlamazsanız itiveriyorlar. Beni bu rahatsız etmişti. Çıkışa hazır hale getirdiklerinde, onlara itme fırsatı vermemek için birden aşağıya atlamak için zıplamıştım, ama o da ne? -Birkaç el beni tutuyor, suratlarda acayip bir şaşkınlık.- “Ne oldu?” diyorum. “Bağlamadık ki seni!” diye cevap vermişti birisi. Sonrası daha vahim, beni tamamen hazırladıklarında, bu sefer atlamamak için direnmiştim. Sonuçta onlar kazandı ve beni birden aşağıya itiverdiler. Aşağıya düşerken ayaklarımı kapamadığımdan, kıç üstü yere çakılmış, bir süre acısını üzerimden atamamıştım.

Sarhoş olarak uçmak, kimine göre çok keyifli olabilir. Ama bana göre, yükselmek iyi de, düşmek kötü. Hem uçarken bilinçli olmak lazım, sarhoşlukla gelen ise karanlık ve zihindeki derin boşluk şeklinde sona eriyor.

Ölüm de bir uçuş, ümidim gülümseyerek bitmesidir. Beni korkutan uçuşlardan biridir. Hazırlıksız yakalar bizi, nereye kaçsak, nereye saklansak da çare etmeyecektir. Umarım ki hepimiz, hayattaki hazırlıklarımızı tamamlayarak bu yolculuğa çıkarız.

Aslında en güzel uçuş, sevinçten olsa gerek. Dileklerin bir kısmı gerçekleşmiş, hayallerinizi uyguluyor veya uygulamaya devam ediyorsunuz. Bazen paketlere sarılmış, bazen sözlere, bazen de hislere. Uçtukça, yükselmek istiyorsunuz, düşmek kimseye göre değil…

Emre Türker

13 Aralık 2008

Gülmenin Hayatımız İçindeki Anlamı

Gülümsedikçe, yaşantımızda zor giden çoğu olaylara daha olumlu bakabiliyoruz. Mutlu olmak için gülüyor, güldükçe mutlu oluyoruz. Gülümsemek için komedi programlarına yöneliyoruz. İnsanın hoşuna veya tuhafına giden olaylar-durumlar karşısında, genellikle sesli bir biçimde duygusunu açığa vurmak olarak sözlük anlamıyla belirtilen gülmek, sağlık sektörünün de bir numaralı antibiyotiği sayılmaktadır.

Profesyonel çalışma hayatında gülümsemek, genelde fazla insan gücüne ihtiyaç duyarak işletilen şirketlerin işe alım dahil, her anlamda önem verdiği bir kavramdır. Örneğin; bir alışveriş merkezine gittiğinizde sizi karşılayan mağaza çalışanları, ya standart cümlelerle basmakalıp gülümsemek, ya da “müşteri her zaman haklıdır” cümlesiyle yoğrulduğundan hizmetkârınız olmak durumundadır. Bizler ne kadar farklı yüz ifadeleriyle karşılarına çıksak da, onlar mutlaka gülümsemek zorundadır. Son zamanlarda hoşgörü kavramı gittikçe kaybolduğundan, gülümsemeyen çalışanları şikâyet etmek için türlü yollara başvurduğumuz ortada. Çalışanların birçoğu, öyle çok bu konu üzerinden baskı görmüştür ki, onlar da müşteri olduğunda kendilerini aynı hoşgörüsüz tavrı sergilemek zorunluluğunda hissedecektir. “Ben yapmak zorundaysam, o niye yapmıyor? Bu iş böyle mi olur?” İstisnaları bir kenara bıraktığımızda, müşteri olarak acaba biz ne kadar gülümsüyoruz? Çalışanın gülümsemesi için ne kadar ödüyorlar, kazanmak için ne kadar ödetiyorlar? Gerçek mutluluk, stratejilerle gelişmez, mizah ve sevgiyle gelişir. Baskı gülümsetmez, destek olmak verimi arttırır. Eğer bu tip hizmet veren herhangi bir yerde çalışmışsanız, karşılaştığınız müşterilerin en az yarısı, sinirlerinizin alınmış olması beklentisi içindedir. Bazen öyle çok dolarsınız ki, sıvı kapasitesini aşmış bir bardak gibi taşıverirsiniz. Gülümseme mi bekliyorsunuz, önce siz gülmeyi dener misiniz?

Anthony Robbins’in Sınırsız Güç adlı kitabında, Norman Cousins’in orijinal adı Anatomy of an Illness olarak geçen kitabından güzel bir örnek vermiş. Öncelikle 1976 yılında bir tıp dergisinde hastalığını gülerek yendiği ile ilgili makalesi, daha sonradan onun başkalarına da yardım etmek üzere hazırladığı kitabına dönüşecekti. Anthony Robbins’in kitabındaki bu bölümü, çeviriyi hiç bozmadan sunmak istiyorum. “Cousin, Bir Hastalığın Anatomisi adlı kitabında halsizlik yaratan, uzun süren bir hastalıktan, gülme aracılığıyla, mucizevi bir şekilde sağlığına nasıl döndüğümü anlatmaktadır. Gülmek, Cousin’in yaşam sevinci ve zenginliğini artırmak için bilinçli olarak kullandığı tek araçtı. O’nun rejiminin çok önemli bir kısmı kendisini güldürecek film, televizyon programları ve kitaplardan oluşuyordu. Bunlar da onun iç temsilini, olumlu yönde geliştirdi. Gülmek; fizyolojisini temelinden değiştirdi ve sinir sistemi de mesajlara bu yönde cevap verdi. Böylece daha iyi uyuyarak, acılarını azaltarak, bütün fiziksel varlığını geliştirdi. Doktorların birisinin, bütünüyle iyileşme şansının yüzde bir ihtimal olduğunu söylemesine rağmen; Cousin sonunda tamamen iyileşti. Cousin, ulaştığı sonucu şu şekilde açıklamaktadır. Görünüş çok kötü olsa bile, insan zihni ve vücudunun yeniden oluşturma gücü asla küçümsenmemelidir. Yaşam gücü, belki de yeryüzünde en az anlaşılan güçtür.” Norman Cousins’in rahatsızlığı, tıbbi ismi Ankylosing Spondylitis olarak geçen, omurgadaki şiddetli ağrı ve iltihabın vücudun diğer bölümlerini de etkilediği bir kanser hastalığıydı. Kurtulma ihtimali ise çok azdı. Fakat herkesi şaşırtan sonuç, mükemmeldi.

Hz. Süleyman (a.s), “İnsanlar için en güzel hediye, hiçbir masrafa gerek olmayan tatlı bir gülümseyiştir.” sözüyle gülmenin önemini anlatmış. Bizler gülmedikten sonra dünyaları versek sevdiklerimize, ne derece karşılık alabiliriz ki? Hediye, karşınızdakinin sevincini görebilmek için sadece bir amaçtır. Eğer öyle olmasaydı, değer verdiğiniz birinden aldığınız ufak bir kâğıt parçasını yıllarca saklarken, önemsemediğimiz kişilerden aldığımız hediyeleri her ne olursa olsun unutur veya kaybeder miydik? Gençlik yıllarımızda platonik sevdaları, aşk acılarını, hüzünlerimizi bir halt sanıyorduk. Meğer ne kadar yanılmışız! Yıllarca birçok hüznü edebiyatta bir numara sayarken, mizahı fıkralarla geçiştirdik. Yemeklerdeki acıyı sevdiğimiz kadar benimsedik dramı, biraz olsun mutluluk serpiştiremediğimizden olsa gerek, sindiremedik komedyayı…

Yüzümüze ne kadar kusurlarımız ya da hatalarımız vurulsa, o kadar yerin dibine göçeriz. Kusur dediğin nedir ki? Kusuru elbet görmezden gelemeyiz. Ama hatalarımızdan ders almak diye bir şey vardır. Hatasız insan yoktur. Sizleri eleştiren kişilerin belki de bizden çok yanlışları bulunuyordur. Ama siz kaçtıkça, hatalar peşinizden kovalar. Kaçan balık kovalanır hikâyesi burada da karşımıza çıkıyor. Kendinize acındırmadan gülmeyi başarırsanız, kolaylıkla ezilmezsiniz. Hem kahkaha atarken, sinirlenemezsiniz.

Öncelikle hayata bakış açımızı ayarlamalıyız. Değişim kelimesinden bahsetmiyorum. Çünkü radikal kararlar almaya gerek yok, sadece gülebilmek için gereken malzemeleri bir araya getirip, en uygun kıvamda pişirebilmeliyiz. O zaman hayata en güzel servisi yapar, karşılığını fazlasıyla alırız.

Emre Türker

12 Aralık 2008

Akçakoca Ceneviz Kalesi

Doğa ile denizin birleştiği körfezcik. Merkeze 3 km uzaklıkta gürültüden uzak, halkının ziyaret etmekten hoşlandığı bir mekândır Ceneviz Kalesi. Eskilerde çok fazla aracın girip çıkabileceği bir yer değilken, şimdi turizme açılarak ziyaretçilerini karşılamaya hazır sayılıyor.

Anadolu’da, eski kale veya kalıntıları halk arasında Ceneviz kalesi olarak adlandırılıyor. Cenevizliler tarafından yapıldığı bile meçhuldür. Akçakoca’da olduğu gibi, İstanbul ve Amasra’da da Ceneviz kaleleri mevcut ama Amasra’da bulunan kalenin duvarlarında, Ceneviz soylularına ait armalara rastlanmış. İki kasabanın birbirine çok da uzak olmadığı düşünülürse, Akçakoca’daki kalenin de Cenevizlilere ait olduğu fikri mantıklı gözükebilir.

Son yıllara kadar hiçbir koruması olmadığından, yalnızlığı ile parçalanmaya başlamıştı. Unutulmaya yüz tutmasıyla birlikte, çevresindeki doğaya gittikçe teslim olmaya başlamış, bu nedenle de gözden kaybolmuştu. Ama Akçakoca halkı, orada bir tarihi mekân olduğunu bilir, çok fazla kitaplarda geçmeyen bu yeri çocuklarına anlatırdı. Böylece unutulmadı Ceneviz Kalesi.

Cenevizliler tarafından yapıldığı söylendiği gibi, Selçuklular tarafından kalan ve Osmanlı tarafından onarılıp Cenevizlilere karşı kullanıldığı da rivayetler arasında yer alıyor. Bir başka söylenti, kalenin Bizanslılar tarafından yapıldığıdır. Yıkıntılara bakılacak olursa, zamanında yüksek bir kulesi varmış gibi görünüyor. Kale içinde sonradan yapılan kazılar sırasında su sarnıcına rastlanmış, burası bazı rivayetlere göre zindan olarak da kullanıldığı söyleniyor. Şimdi ise dilek kuyusu olarak gelen geçenin eğlencesi halini almış.

Belediyenin yaz sezonunda saat başı servisleriyle halkın ulaşımı sağlanmış, kalenin içi ise bir piknik alanına dönüştürülmüş. Genelde piknik yapmak için gelenler, arabalarıyla gelip hazırlıklarını yapıyorlar. Izgara yapacaksanız, yanınıza almanız gereken sadece pişireceğiniz malzemeler olması yeterlidir. Çünkü belli bir ücret karşılığında, kale içinde ızgara yakılıp size veriliyor. Yemek sonrası semaverinizi alıp çayınızı içebiliyorsunuz. Kale içinden mavi bayraklı sahile inen merdivenler sayesinde, güzel tabiatı gözlemliyor, manzarası ile huzura kavuşuyorsunuz. Sahilde küçük bir çardak var. Şemsiye ve şezlong kiralayabildiğiniz gibi, serin mekânda çayınızı yudumlayıp derin bir nefes alıyorsunuz. Kumu toz şeklinde değil, yani gitmek üzere hazırlandığınızda, üzerinizdeki kumları silkeleyerek kurtulabiliyorsunuz.

Kıyıya inmek için üç yol bulunuyor. Birisi eski topraklı yol, diğeri belediyenin düzelttiği kale içine girmeden önceki yol, son olarak da kale içinden merdivenlerden inerek sahile ulaşabilirsiniz. Yaz aylarında ailemle birlikte buraya gelmekten büyük keyif alıyorum. Denize girerken, kıyıdaki taşlık alanı biraz geçmeniz gerekiyor. Ondan sonrasında yumuşak kuma ulaşılabiliyorsunuz. Palet, maske ve şnorkel alıp -eğer görüş alanı iyiyse, genelde dalgalı olabiliyor- sahil boyunca kıyıdan balıkları izleyebilirsiniz. Minik ıstakozlar, kaya balıkları, istavrit, kefal gibi birçok balığı rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Kalenin diğer sahili olan Yalıyarlar Plajı, dışarıdan rahat görünmediği için kadınlara ayrılmış. Sadece bayanlara ayrılması nedeniyle buraya halk arasında kadınlar plajı deniyor. Denize doğru çıkıntılı halde bulunan kayaların bir adı da Fok kayalarıdır.

Ankara ve İstanbul’a yakınlığı sayesinde, son yıllarda Karadeniz’in gözde tatil beldelerinden biri haline gelmiş Akçakoca’ya yolunuz düşerse, kaleyi görmeden geri dönmeyin.

Emre Türker

11 Aralık 2008

Amasra

2003 yılında Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştığı Gönderilmemiş Mektupları’ı izlerken, Amasra dikkatimizi çekmişti. Bu filmin kasaba tanıtımı açısından öneminin büyük olduğunu düşünüyorum.

Biz uzun zaman sonra Amasra’ya gitme şansı yakaladık. Ulaşım biraz zahmetli de olsa, sonuca ulaşınca pişman olmuyorsunuz. Kasabayı özel günlerde görmek ve konaklamak istiyorsanız, bizim gibi hazırlıksız yakalanmayıp önceden rezervasyon yaptırmalısınız. Hiçbir pansiyon ve otelde yer bulamayınca, orada yaşayanların evlerini pansiyon olarak açtıklarını öğreniyorsunuz. Ama şahsen bu bizi pek tatmin etmediği için, gezimizi günlük bir seyirle sınırlandırmıştık.

Amasra’ya giderken, yol üzerinde Kuşkayası Yol Anıtını görüyorsunuz. Bu anıt, Anadolu’nun tek yol anıtıymış. Kente ulaşmadan önce, kuşbakışı gözlemleyebileceğiniz bir tepede, pişmiş mısırdan ev yapımı yemek malzemelerine kadar yolüstü konaklayanları bekleyen bir pazarcık kurulmuş. Tepeden Amasra’yı izlemek, gerçekten çok güzeldi.

Bodrum’da olduğu gibi bir hediyelik eşya sokağı hazırlamışlar. İlgi çekici malzemeleri gördüğünüzde, bir şeyler almadan gitmek istemiyorsunuz. En popüler olanı, bana kalırsa buzdolabı süsleriydi.

Güneşin batışı sırasında, birçok kişi parkta toplanıp manzarayı izliyor. Tabiatı ve ormanları ellerinden geldiğince koruduklarını görüyorsunuz. Öyle olmasaydı, Amasra’nın çekiciliği yabana atılırdı. Dış kale kapısından girdiğinizde, yol o kadar daralıyor ki, arabayla gitmeyi düşünüyorsanız, bence düşünmeyi bir kenara bırakıp hemen park yeri arayın ve yürüyerek devam edin.

Sahilden Amasra’yı izlemek büyük bir keyif veriyor. Bu nedenle de yat gezileri düzenleniyor, ilgi oldukça yoğun. Plajı gerçekten çok temiz olmasına rağmen, yaz ayının sonlarında ziyaret ettiğimizden, denizin tadına varamadık. Dolaşmak için gelenlerin yanında, sualtı dalışı için konaklayanlar da oluyor. Bir de Tavşan Ada’sı isimli küçük adacığı mevcut.

Farklı yerler, farklı mekânlar görmek istiyorum diyenlere, Karadeniz’in önemli yerlerinden biri olan Amasra’yı önerebilirim.

Emre Türker

10 Aralık 2008

Son Ders: Aşk ve Üniversite (2007)

Tür: Dram / Komedi / Romantik
Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu, Iraz Okumuş
Süre: 96 dakika
Oyuncular: Ferhan Şensoy, Ekin Türkmen, Engin Hepileri, Kaan Urgancıoğlu, Burak Sarımola, Aylin Kontente, Durul Bazen, Neriman Uğur, Ege Aydan, Ali Yaylı, Ece Uslu
Son Ders, duygusal bir konuya siyaset malzemesini fazla yaymadan hazırlanmış tatlı bir komedi. Bazen yaptıklarınızı sorguluyor, bazen yapamadıklarınızı.

Eğitim hayatımızda az da olsa, garip diye nitelendirdiğimiz öğretmenlerle karşılaşmışızdır. Bazıları bizi kızdırır, bazıları sonradan sevdirir. Bazılarını ise hiç anlayamamış olmaktan dolayı pişmanlık duyarız. Saffet Ercan (Ferhan Şensoy), bize bu tip öğretmenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Öğrencilerini biraz asiliğe iten, karşı çıkmayı öğreten, dar kalıpların altında sıkışmış terimlerden kaçarak hayatı konu alan ve yaşamı uygulamalı gösteren çılgın bir öğretmen. Aslında olmasını istediğimiz, arzu ettiğimiz biri. Klasik okul kitaplarından ya da yazdığı kitabı almaya zorlayan biri değil, konularda özgür bırakan, dersi gidişatına göre şekillendiren öğreticidir. “İlk dersimiz, kimsenin buradan alınacak derse ihtiyacı olmadığıdır.” diyerek dersine giriş yapıyor. Durul Bazan ise, okul hayatındaki fırlama diye tabir edilen tiplerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Filmin eğlence kısmı ona ait. Filmin komedi kısmını iyi üstlenmiş, hakkıyla yerine getirmiş.

Film, her şeyden önce 1972 yılında, 5 arkadaşın yıllar sonra bir araya gelmek üzere son toplantısıyla başlıyor. Siyaset, o yıllarda yaşananlar hakkında küçük bir özet olarak verilmiş. Ne sizi yoruyor, ne de aşırı tepkiye yol açıyor. Bundan sonrasında, hayatın bizleri ne şekilde değiştirebildiğine yer veriliyor.

Çılgın öğretmenlere gelince, üniversite yıllarında Türkçe dersimizi anımsıyorum. Güler yüzlü bir bayan öğretmenimiz, “ilköğretim zamanlarında yeterince cümle, kompozisyon, yüklem ve bunun gibi nicelerini gördünüz, zaten benim verebileceklerim de bundan öteye geçmeyeceğinden, sizleri serbest bırakıyorum. Kendi aranızda gruplar oluşturun. Gruplarınızın konusu olsun. Kürsü serbest; istediğinizi söyleyebilir, örnekler veya yardımcı öğeler getirebilir, arkadaşlarınızla seviyeli olarak tartışabilirsiniz. Yani dersi geçmek için yapmanız gereken, sadece bu kadar. Sınav yok, ama özenli bir çalışma var.” demişti. O gruplardan ne konular çıkmıştı, birçoğu aklımda kalmış. Yani klasik öğrendiklerimiz, sadece orada kalarak, bana zor anımsanan anılardan öteye gidememiştir. Bir de sanat tarihi diye bir ders vardı. Oradaki öğretmen ise, “size dersi geçmeniz için iki şey öneriyorum. Ya benim belirlediğim bir tarihi mekânı gezip araştırarak gelin, ya da film gösterimi şeklinde geçecek toplam 5 dersime girerek sezonu tamamlayın.” demişti. O zamanlar araştırma yapmak daha cazip geldiği için seçimim bu yönde olmuştu ama 5 derse girmek daha kolaymış, onu da araştırma konuları gelince öğrenmiştim. Aslına bakarsanız, araştırma yaptığım konuyu hala detaylarıyla hatırlıyorum. Yani görerek ve araştırarak öğrendiğiniz bir şey, aklınızda kalın harflerle yazılmış bilgiler oluyor. Üniversite eğitimcilerinin, bu anlamda birçok konuyu gözden geçirmesi faydalı olacaktır. Yoksa “benden geçmek zordur, dinlemeyen yanar” gibi klasikler, artık bayatladı. Profesörlerden biri, dersinde ağır konuları işlemeye başladığında öğrencilerin gözlerinde bir baygınlık ifadesi görürse, hemen yüksek sesle anılarını anlatmaya başlardı. Bu dersten de sınıfta kalan olmamıştı.

Son Ders filminde olduğu gibi kişilerin yaşamını birbirine bağlamak, belki gerçek hayatta o kadar da olağan değil ama bu sizi rahatsız etmiyor. Ferhan Şensoy iyi bir tiyatrocu olduğundan, oyunculuğunu tartışmak çok yerli değil. Gençler biraz çömezlik gösterse de, film içinde kopukluk sağlamıyor.

Hayatta söyleyemediklerimiz, bize ne kadar acı verebilir? Kişisel gelişim kitaplarında, genelde denemeden ve istediklerinizi dile getiremeden bir yere varılamayacağı sıklıkla belirtilir. Hepsinin farklı yöntemleri vardır, birebir olarak bazıları bizi doğru sona ulaştırmaz. Zaten bu kitapların amacı, size kolay yoldan sonuca ulaştırmak değil, yola çıkarken elinizde bulunması gereken bir harita olmalıdır. Bu arada 5 dakikada, 10 dakikada şu yapın gibi ticari amaçla yazılmışları kastetmiyorum. Filmlerin konusu ve beğenisi, aslında bizim yaşam tarzımızla da alakalıdır. O yüzden benim için bir film harikayken, sizin için çok kötü olabilir. Dramatize bir hayat yaşıyorsanız dram, mutluysanız komedi, farklıysanız gerilimler dikkatinizi daha fazla çekebiliyor. Her yoruma da balıklama atlamamak gerekir. Bazıları vardır benim gibi, her türlü gösterimi beklentisiz seyreder, farklılıkları da görüp ona göre yorum yapar. Ama yine başta belirttiğim gibi, bu hepsini sevdiğim anlamına gelmiyor.

Ben bu dersten çok şey öğrendim, bu arada eğlendim ve filmi beğendim. Tavsiye ederim.

Emre Türker

Vakti Değerlendirmek

Hayat öyle bir akıp gidiyor ki, geriye dönüp baktığımız kimi zaman, pişmanlıklarımızın, bizi mutlu edecek şeylere göre çok daha fazla olduğunu görüyor ve üzülüyoruz. Gençlik yıllarına tekrar geri dönmek isteyen insanların yüzdesi hiç de azımsanmayacak ölçüdedir ki, ben buna defalarca şahit oldum. Çünkü bizler, vaktin nasıl değerlendirileceği konusunda çok az şey biliyor, ya da zamanı iyi kullanma konusunda yetersiz kalıyoruz. Oysa ki toplum olarak bilinçsiz bir şekilde vakit öldürüp, hayatımızdaki en önemli cinayeti kendi içimizde işliyoruz.

1 günün 24 saat olduğunu bugün kime sorsanız bilir. Ama bu 24 saatin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği sorusuna verilen yanıtlar, kişiye göre değişiyor. İlköğretim sırasında öğrencilere, zamanın aktif kullanımı konusunda planlama yöntemleri öğretilmektedir. Planlama önemli bir ayrıntıdır. Rasgele düzenlenmiş bir zaman programı, kişiye yarardan çok zarar getirir. Planlama; temel ihtiyaçlar için genel, ilgi alanları gibi konularda ise kişisel anlamda değerlendirilmelidir. İnsanların; algılama, uyku, ihtiyaç ve hareket gereksinimleri, yaşa ve konuma göre farklılık gösterdiğinden, niteliklere uygun planlamaya gidilmelidir.

Kişinin boş zamanlarında ne gibi konularla ilgilendiği, bugün işverenlerin çalışanlarına uyguladığı anketlerde veya iş başvurularındaki yazılı ve sözlü sınavlarda değerlendirilen ayrıntılardan biridir. Çünkü çalışma sonrasında yaşanan hayat, kişinin işine de yansımaktadır. Sorulara verilen cevaplar; kitap, yazı, sinema, tiyatro, satranç ve spor gibi güncel konulardan oluşur. Bu yanıtların içeriği araştırıldığında, verilen cevapların hiç de samimi olmadığı gözlenmektedir. Çünkü insan, kendisi ile ilgili özellikleri değil, gerekli olduğunu düşündüğü cevapları sözlerine yansıtır. Örneğin, kitap okuduğunu söyleyen kişiye; neler okuduğu, hangi yazarları beğendiği, okuduğu kitabın neyi içerdiği gibi sorular yöneltildiğinde, okumayı alışkanlık edinmemiş kişi, kaçamak cevaplarla soruyu geçiştirmeye çalışacaktır.

Önceki dönemlere göre okuma alışkanlığı konusunda çok daha iyi konumlara ulaşsak bile, kitap okuma alışkanlığı konusunda diğer ülkelere oranla zayıf kalıyoruz. Okuma alışkanlığı olmayan kesimin savunması; kitap fiyatlarının yüksek olması, çalışmaktan vakit kalmadığı düşüncesi, evin ihtiyaçlarını karşılamanın getirdiği stres gibi sıralanabilir. Oysa ki okumak isteyen kişi; işe giderken kullandığı araçlarda, yatmadan önce odasında, tatillerde ya da herhangi bir boş vaktinde, kendine zaman tanıyabilir. Fiyatları yüksek bulan kişiler ise, sahaflara, kütüphanelere veya arkadaşlar arasında değişim yöntemine başvurabilir. Yeter ki, insanın içinde okuma adına bir heves olsun. Özellikle kırsal kesimlerdeki okuma alışkanlığı, kentsel bölgelere göre daha düşük seviyelerdedir. Ailelerin bu okuma alışkanlığı konusundaki eksikliği, çocuklarına da yansımaktadır. Bir annenin televizyon karşısında saatlerce oturması ve erkeğin kahvehanede uzun zaman harcaması, çocuğun etkilenebileceği en kötü örnekler arasında diyebilirim. Toplumumuzda, genelde vaktin değerlendirilmesi üzerine değil, vaktin bir şekilde geçmesi için uğraşılıyor.

Genel anlamda oyun, içeriği açısından düşünülecek olursa, zamanı değerlendirme açısından önemle üzerinde durulması gereken konulardan biridir. Kahvehanelerdeki masa başında oynanan kağıt ve zar oyunları, bilgisayarlara yüklenen kısa süreli oyunlar, zeka gelişimini olumsuz etkileyen ya da düşünmeyi tembelleştiren etkenlerden sayılır. Zeka oyunları ise, diğer oyunlara göre daha fazla sabır ve çaba gerektirdiği için, günümüz insanlarında pek tercih edilmemektedir. İnsanlar, özellikle bilgisayar oyunlarında, ekran karşısında saatlerce vakit geçirip hem sinirlerini, hem de gözlerini yormaktadır. Kişi, bu oyunların sonunda, anlam veremediği bir boşluk içerisine girebilir. Çünkü gözün temas ettiği ışık, tekrar tekrar başa dönülerek yenilenen bölümler, aynı seslerin belli aralıklarla dinlenmesi, hafızanın gereksiz doluşuna neden olmaktadır. Hatta oyunun başından kalkıldığında bile aynı sesler ve görüntüler, düşünceler içerisinde sahnelenmeye devam edecektir. Bu nedenle bilgisayar oyunları sırasında geçirilecek vakit, mutlaka sınırlandırılmalıdır. Çocukların zeka ve beden gelişimi açısından bu tip oyunlardan uzak tutulması, aklın özgür çalışması ve düşüncenin gelişimine katkıda bulunacak oyunlara yönlendirilmesi gerekir. Özellikle satranç, dama, kelime oyunları ve bizde yeni meşhur olmaya başlayan go oyunu, zeka gelişimi konusunda verebileceğim güzel örnekler arasındadır.

Televizyon, çağın en önemli araçlarından biridir. Ama hazırlanan programlar, genelde eğitim ve gelişim üzerine değil, kişiyi televizyona bağlamak adına hazırlanıyor. Çocukların televizyon karşısında geçirdiği zamanın, diğer uğraşılar, uyku ve okulda harcadıkları zamana oranı fazla olduğundan, bireysel gelişim olumsuz yönde etkilenmekte, vücuttaki stres gerginliği artmaktadır. Televizyon alışkanlığına yakalanmış bir çocuk, diğer aktiviteler konusunda isteksiz davranmaktadır. Ayrıca televizyon izleme alışkanlığı, fiziksel aktivitelerde zayıflığa ve tembelliğe neden olmaktadır. Televizyon karşısında geçen zaman hesaba katılmadığı için, kişilerin aile ve arkadaşları arasındaki diyalogları da zayıflamakta, uykuya gösterilmesi gereken özen azalmaktadır.

Vakit; önemi yüksek, geriye dönüşü mümkün olmayan ve değeri maddiyat anlamında ölçülemeyecek bir kavramdır. Vakit üzerine yapılan yatırım hafife alınırsa, kaybedilenler için geriye dönüş olmayabilir ya da pişmanlık sonrasında yapılan çalışmalar, zaman aşımına uğrayıp değer kaybedebilir. Birey olarak vaktin nasıl iyi değerlendirilebileceği konusunda tedbir almalı, en iyi değerlendirme yöntemlerini araştırmalı ve çalışmalar sonunda kazandığımız tecrübeyi, yakın çevremizle paylaşmalıyız. Çünkü çevremizdeki mutlu yüzler, bizim yüz ifademize dolaylı da olsa bir şekilde yansıyacaktır. Ayrıca ekonomik kalkınma ve toplumsal refahın, vakti iyi değerlendiren ülke insanlarının gösterdiği kararlılık ve beceriye bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Ne demişler, “vakit nakittir”.

Emre Türker

picture: deviantart

Yaşamın Evreleri ve İçerisindeki Biz

Hayatın her diliminde, aile içerisinde farklı konumlara geliyor ve değişiyoruz. Bu değişim, doğduğumuz gün başlıyor, toprağa karışıncaya kadar devam ediyor.

Öncelikle dünyaya gözlerimizi açıyoruz. Dünyaya merhaba dediğimiz ilk gün, evlat oluyoruz. Aynı zamanda belki kardeş, yeğen, kuzen… Vakit ilerledikçe, ailemiz bir çocuk daha dünyaya getirmek istiyor ve o zaman başlıyor abilik ya da ablalığımız. Zamanla okullu oluyoruz. Hani çocuk yaşlarda söylediğimiz bir şarkı vardı: “Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk”. Sonrasında liseli, üniversiteli… Hayatın bir evresinde ya da iş adamı, iş kadını konumuna geldiğimiz an, belki amca, teyze veya dayı oluyoruz. Sonra evleniyor, çocuk sahibi olarak baba veya anne halini alıyoruz. Zaman ilerliyor; bir gün geliyor ve çocuklarımız evleniyor. Sonrasında başlıyor kayınpederlik, kaynanalık. Ve bir zaman geliyor ki, dede veya anneanne olmuşuz. Kimisi torununun torununu bile görüyor. Geri dönüp baktığımız zaman, hayatın ne kadar çabuk geçtiğini anlıyoruz.

Anlatmak istediğim, hayatın göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçtiğidir. Meslek ya da okulumuzu seçebiliyoruz ama, abi, kardeş, anne, baba, dede, anneanne gibi konumları seçmek, artık bizim elimizde olmayabiliyor. “Biz de bu günleri görecek miydik?”, diyeceğimiz günler ya geldi, ya da eli kulağında, hızla peşimizden geliyor.

En önemlisi, her dönemi doya doya yaşamak olsa gerek. Bir daha gelmeyeceğiz bu dünyaya. Oysa bizim için hep bir “daha çok var, acelesi yok” sözü hatırda kalacaktır. Yaşanmışlara bir bakarsanız, aslında “daha çok” olmadığını görürsünüz. Çoğu kez yapmak istediklerimizi geride bırakıp mumla aramadan önce, bu günün işini yarına bırakmamayı öğrenmemiz gerekiyor. Bunun yanında, gitme ve görme istediğimiz, eğlencelerimiz ve diğerleri; bir an önce bizim onlarla ilgilenmemizi bekliyorlar. Hiçbir şey için geç olmadan, abartmadan, etrafı rahatsız etmeden, ne istiyorsanız onu yapmaya bugünden itibaren başlayabilirsiniz.

Geçenlerde dayı oldum. Bununla ilgili eğlenceli bir hatıram var. Ortaokul yıllarında, sınıf içinde sürekli hareket halinde arkadaşlarla şakalaşırken, öğretmenim benim haylazlığımı fark etmiş ve bana “dayı mısın sen?” demişti. Gayet saf bir şekilde “hayır, ama ablam evlendiğinde dayı olacağım” demiştim. Öğretmenim yıllardır bu olayı hiç unutmamış, ben de unutmadım. O an geldi ve ben dayı oldum. Ne kadar farklı bir duygu. İnsanın tüyleri ürperiyor. Meğer ben kardeş, okullu, iş adamı derken, dayı oluvermişim. Belki yarınlar içerisinde, bir baba olacağım. Daha dün gibi yaşanmışlıklar, daha dün gibi yaptıklarım. “Sanki bir rüya gibi geçti ömrüm” derdi dedem de, inanmazdım. Meğer rüya gibi geçiyormuş. Ne garip değil mi, yarın bir gün dede olduğum zaman, ben de torunlarıma aynı şeyi söyleyeceğim.

Göz açıp kapayıncaya kadar bir ömrü tüketiyoruz ama, dünya dönmeye devam ediyor. Dün biri doğdu, bugün de diğeri dünyaya gözlerini açacak. Yarının gelişiyle beraber, ötekiler de aramıza hoş geldin mesajıyla karşılanacak. Ne zaman mı “toprağı bol olsun” diyecekler bize? Daha çok var, acelesi yok!

Emre Türker

picture: deviantart