20 Aralık 2008

The Bucket List (2007)

Türkçe Adı: Şimdi Ya da Asla
Tür: Macera / Komedi / Dram
Yönetmen: Rob Reiner
Süre: 97 dakika
Oyuncular: Jack Nicholson, Morgan Freeman, Sean Hayes, Beverly Todd, Rob Morrow, Alfonso Freeman, Rowena King
2007 yılında gösterime giren film, Carter Chambers rolündeki Morgan Freeman’ın sesinden, seyir zevki yüksek görüntülerle ve harika sözlerle başlıyor:
“İnsan hayatının özünü kavrayabilmek zor iştir. Kimileri bunun, insanın geride bıraktıklarıyla ölçüldüğüne inanır. Bazıları için ölçü, inanç ve sadakat, bazıları içinse sevgidir. Diğerleri de hayatın hiçbir anlamı olmadığını savunur. Bana gelince, ben insanın kendisini, onu örnek almış diğer insanların mertebesinde ölçtüğüne inanırım.”

Edward Cole (Jack Nicholson), çok zengin biridir. Yapılan bir mahkemede, hastanesindeki odalarda hasta sayısının en az iki olması gerektiğini savunurken rahatsızlığının ortaya çıkması, onu Carter Chambers ile bir araya gelmesini sağlayacaktır. İkisi de doktorların kurtulma şanslarının pek mümkün olmadığı çaresiz kanser hastalığının pençesinde, hayatlarının son anlarını yaşamaktadır.

Hastanede bile paranın kişilere olan ilgiyi arttırdığını, fakat gerçek anlamda yalnızlığa çare bulmadığına şahit oluyoruz. Edward’ın Carter’dan öğreneceği çok şey olacaktır. Aynı odada kalan bu iki emektar, geçmişlerini, yapılanları, arzularını ve beklentilerini sorgulayacaktır.

Carter, yaşamak için ne kadar zamanının kaldığını öğrenince, ölmeden önce yapmak istediklerini yazdığı listeyi buruşturup atar. Ama Edward listeyi bulup okuyacaktır. Böylece o da yapmak istediklerini listeye ekleyecek “Asla geç değildir” sözüyle hastanedeki deneylerden vazgeçip hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkacaklardır.

Listeden;
Muhteşem Bir Manzara Seyret
Tanımadığın Birisine Karşılıksız Yardım Et
Dünyanın En Güzel Kızını Öp
Gözlerinden Yaş Gelene Kadar Gül

Hayatta satın alamayacağımız şeyler nelerdir? Aslında bu listede, genelde parayla yapılabilecek ve parayla kazanılamayacak konulardan bahsedilmiş. Mutlu olmak için bazen, emeğin farklı bir şekilde harcanması gerekiyor. Hatalarımızla yüzleşmek korktuğumuz için, kaçmayı tercih ediyoruz. Bu dünyada iz bırakanlar, emeklerini insanlık için harcayanlardır. O yüzden genellikle büyük insanlar olarak bahsettiğimiz kişilerin biyografilerinde, çok para kazanmışlar değil, bakış açıları ve uygulamaları yarar sağlayanlar etkili olmuştur.

En önemli zaman dilimi, atılımların yapıldığı dönemdir. Mutluluk sağlamayacak ama çok kazanç sağlayacak hayati kararlar, peşinden koşarak yorulmaya değmeyecektir. Cebimizi doldurmaktan vazgeçip hayallerimize atıldığımızda, inancımızı korumamız gerektiğini düşünüyorum. Huzurun olmadığı yerde bulunduğumuz sürece, yardımlar kalıcı olmayacaktır.

Ömür dediğimiz yolculuğun ne kadar olduğunu hiçbirimiz tam olarak bilemiyoruz. Bazen tahmin ediyoruz, bazen de tahminlerimizde yanılıyoruz. Kimi zaman, cümlelerdeki virgüller arasında gezerken, imla işaretlerini unutuyor ve noktayı koymak üzereyken, vazgeçiyoruz. Oysaki noktayı koymanın hayatımızın sonu olduğunu belki de hiç bilemeden kalemi devrediyoruz.

Hayatın anlamı konusunda, aklınızı olduğu kadar kalbinizi de sarsacak bir film. Bence The Bucket List, Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın en iyi finali olmalı…

Emre Türker

picture: impawards

19 Aralık 2008

Beklenti

Çocukluğumuzda kurduğumuz hayaller, gerçekleşmesi gereken şeylerdir. Büyüdükçe, toplum bize genellikle hayalin gerçeklerden uzak olduğunu öğretir. Görmek istediklerimiz burnumuzun ucundayken, arayışımızı sürdürmekten vazgeçeriz. Zirveye ilk varan olmaktan uzaklaşarak, tepeden bir elin uzatmasını bekleriz, ama bence daha çok bekleriz.

Vahşi yaşamda hayvanlar, doğumundan hemen sonra kendi başlarına ayağa kalkar. Bazıları topluluk halinde bulunsa da, yaşamak için kendilerini hızla geliştirmek zorundadır. Kiminin ömrü öyle kısadır ki, güneşin doğuşu ile batışı arasında hayatının her yönünü belirleyebilmelidir. Peki, bizim ne kadar vaktimiz olduğu ne malum? Hayatta ne kadar zamanımız kaldığını bilsek, cesaretimiz ne şekilde yön değiştirirdi?

Bizler, birçok canlıdan daha şanslı olduğumuz halde, seçeneklerimizi belirleme konusunda yetersiz kalıyoruz. Ailesinden hayatı boyunca destek görenler, yardım almadan eyleme geçmeyi başaramayabilir. Üniversitede okuyan öğrencilerden ailesi ile yaşayanlarla, ailesinden uzak kalanlar arasında yapılması gerekenler değişkendir. Ailesi ile kalan evine gidip yemeğin önüne gelmesini bekler ve açlığını giderdikten sonra çalışmalarına geri döner. Oysa yalnız kalan, yeterli de maddi destek görememişse, karnını doyurmak için alışveriş yapmalı, yemek hazırlamalı ve başarılı olmak için çalışmalıdır. Yalnız yaşayanlar, derslerde yüksek ortalamalar tutturamayabilir ama başarı notunu belki daha rahat yakalar. Daha başarılı olmak; çok kazanmak ve para içinde yüzmek değildir. Nasıl yaşayacağını, zor durumdan nasıl çıkabileceğini ve problemlere çözüm odaklı nasıl yaklaşacağını bilmek demektir. Çünkü başarının lezzetini tadan, zorlukları aşarak yol alandan başkası değildir. Yani önemli olan, çıkmaz görünen karanlık sokaklardan geçerken, sokak lambasının yanmasını beklemek değil, karanlığa karşı fener bulundurmak ya da harekete geçmek için yön tayin edebilmektir.

Mutlu olmadan ve gülümsemeden sonuca ulaşmak, yalnızların işidir. Sonuç her zaman tatmin etmeyecektir. Sempatik insanlar, tercih edilme konusunda önceliklidir. En tepeye ulaşan yalnızlar, kazanmaktan zevk alamazlar. Hani deriz ya, “bu adamda bu kadar para var ama suratında hayır yok”. Böyle insanlar, yalnız kazanır ve yalnız ölür. Ne beklentisi vardır, ne de kendisinden beklenileni… Beyazıt Öztürk, show dünyasında en takdir ettiğim kişidir. Onun sıkıntılarını da mutluluklarını da merak etmişizdir. Çünkü yapmacıklıktan uzak, çalışmayı seven, beklentileri olan ve bekleneni veren birisidir. Zirveye ulaşmak için çalışmış, her anını paylaşmış, yardımlarını gösterişe dönüştürmemiş ve bu yönüyle ekrandaki tüm farklı düşüncelerin takdirini kazanmıştır. Yıllarca programının gözden düşmemesi bu yüzdendir. Walt Disney’in bir sözü var, “İnsanları eğitip, eğlendiklerini ümit edeceğime, onları eğlendirip bir şeyler öğrendiklerini ümit ederim.” En kalıcı bilgiler, mutlu yüzlerin ardından gelenlerdir.

Paylaşmanın önemini birçoğumuz bilir, ama uygulamaya gelince tökezleriz. Kazandıkça beklentilerimiz egomuzu tatmin etmeye başlar, kazandırmak zor gelir. Yolun karşısına geçmek için birlikte yürümekten çok ezip geçmeyi tercih ederiz. Temkinli olmak nedir? Sözlük anlamıyla bir işin sonunu düşünerek ölçülü davranmaktır. Yolun karşısına geçiş örneğinde; trafik ışıklarına uymak, yolun emniyetinden emin olmak, yanındaki kişiye gerekirse izin vermek ve kontrollü olarak hareket etmenin sonucu, tedbirli bir şekilde karşıya ulaşmak olacaktır. Böylece toplum içinde hareket etmeyi öğrenir, hem kendi irademizle ilerler ve hem de mutlu oluruz. Bizden beklenilen budur. Eğer belediye başkanı olsaydık, yolun emniyetini inceleyip, gerekirse geçit yapmayı ve sorun varsa çözümü düşünürdük. Belediyenin bizden beklentisi ise, ilk başta belirttiğimiz temkinli davranışla beraber, problem yaşandığında bildirmek olacaktı. Anlatmak istediğim, herkesin bir görevi var ama sonuçta yaradılış olarak hepimiz eşitiz. İdeallerimiz ise, çizdiğimiz rotaya göre değişir.


Kızılderililerden Ute Kabilesi’nin bir sözüdür: Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz.

Emre Türker

picture: deviantart

18 Aralık 2008

Cengiz Çekil’e Farklı Bakış



Gördüğüm ilk gerçek sanatçı… Onu televizyonlarda kendini reklam ederken göremezsiniz. Çoğunuzun adını bile duymadığı, fakat sanat şöhreti ülkesinin sınırlarını aşmış, yorulmayı bilmeyen bir adamdır Cengiz Çekil.

Kız kardeşi yaşamı boyunca hep hayranlıkla ona bakmış, yatılı okulun ardından yüksek tahsil için ülkeden çıkışıyla özlemini çekmiş. Kendisini, İzmir’in Şirinyer’inde, parkın yakınındaki evinde, saatlerce heykellerin üzerinde çalışmalarıyla tanımıştım. Onun taşıt olarak kullandığı motosikleti, benim ilk gördüğüm motorlu iki tekerlekliydi. Çocukluğumun kalıcı oyuncağı tahta arabamı o yapmıştı. Hatırladığım ilk zekâ oyununu, o hediye etmişti.

Cengiz Çekil’in kütüphanesini, şehir kütüphanesine tercih ederdim. Eski bir gramofon, tuşlarına dokunmaktan keyif aldığım daktilosu ve itinayla dizilmiş kitapları… Oradan saatlerce çıkmak istemezdim. Herkese ağzıma geleni söyleyip şımarıklık ederken, karşısında el pençe divan durur, sözlerinin her kelimesini dikkatle dinlerdim.

Babası eski ama iyi bir saatçiydi. Keyfine düşkün, kahvesini yudumlarken bahçede oturmaktan hoşlanan biriydi. “Çok önemli bir adamdı, keşke daha fazla tanıma şansım olsaydı” der Cengiz. Babasına hayranlığından olsa gerek, sonradan eski saatleri tamir edip saklayarak anısını tazelemişti. Babasının sonradan kömür deposu olarak kullandığı küçük kulübede, birkaç saat bulmuş ve kendimi şanslı hissetmiştim. Cengiz, ailesini görmek için ne zaman ziyarete gelse, bahçedeki dalları budar, onları sular veya kendine mutlaka uğraşacak bir şeyler bulurdu. Şikâyet edenleri pek sevmezdi. Şikâyet etmek yerine, çözüm aranması taraftarıydı. Çaresizlik, belki de ona göre zayıflığın ifadesiydi. Asabiyeti, kabul edemediği yanlışlara olan kızgınlığıydı.

Önüme çeşitli kalemler, kitap, defter ve bir resim defteri koymuştu. Sanata yatkınlığımı ölçüyordu. Ben kız kardeşinin yolundan gidip, yazmayı ve okumayı seçmiştim. Nice zamanlar ardından ona okuttuğum ilk yazılarımın birçoğunu karalamıştı. “Olmamış, daha fazla çalışman gerek” dediğinde bozulmuştum, ama şimdi aslında ne kadar iyi bir eleştirmenden yorum aldığımı düşündükçe ona teşekkür ediyorum. Eşiyle ve eşinin kız kardeşiyle yaptığım sohbetler ve öğütler, beni kendi evine bağlayan başka etkenlerdi.

Arada bir iş ziyareti sebebiyle otelde değil bende kalmayı tercih ederdi. Gözleri yorgunluktan kapanıncaya kadar bir şeyler anlatır, anlatımlarının etkisi iz bırakırdı.

Nejat Uygur’un İzmir Fuarı’ndaki tiyatrosuna gitmiştim. Tiyatro önünde ünlü tiyatrocunun heykeli vardı, Cengiz Çekil imzasıyla. Gösteri sonunda teşekkür ediyordu o güzel eser için kendisine…

Çağdaş Türk Sanatı’nın büyük sanatçısı… Onu tanımak için, eserlerini anlayabilmelisiniz. Bu nedenle de tek yönlü olmaktan çok, sanatı her yönüyle inceleyip uygulayabilen bu adama saygı duyulmalı diyorsanız, eserleri önünde vaktinizi harcamanız gerekiyor.

Cengiz Çekil, aklımdaki büyük adam, annemin ağabeyi, dayım…

Emre Türker

Cengiz Çekil – “Saat Kaç”


Cengiz Çekil – “Saat Kaç”
Yapı Kredi Kâzım Taşken sanat Galerisi
18 Aralık 2008 – 31 Ocak 2009
Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde René Block küratörlüğünde süregelen güncel sanat sergileri dizisi “İstiklal Serüveni”nin yedincisi Cengiz Çekil’e ayrıldı. Çekil, “Saat Kaç” başlıklı yeni çalışmasıyla sanatseverleri “zaman” üzerine düşünmeye davet ediyor.
René Block editörlüğünde yayımlanan “Türkiye’de Güncel Sanat” monografi dizisindeki Cengiz Çekil – Bir Tanık kitabına imza atan küratör/sanat tarihçisi Necmi Sönmez’in ifadesiyle “Kırk yılı aşan sıradışı çalışmalarıyla, giriştiği görsel deneylerle, 1970’lerden itibaren Türkiye’nin yakın tarihini imgelere dayanarak büyüteç altına almayı başarmasına rağmen Çağdaş Türk Sanatı’nın en az tanınan, çok iyi bilinmeyen, saklı sanatçısı” Cengiz Çekil, “çağdaşı öncü sanatçılarla (Christian Boltanski, Reiner Ruthenbeck, Paul Thek, Robert Smithson vb.) örtüşen görsel bir dile sahip. Çekil’i bir sanatçı olarak ilginç kılan, bu örtüşmelerin (formlar, malzemeler, sanatçı duruşları) ötesinde Anadolu kültürünün gelenek, töre, din, inanç katmanlarından güç alan belli damarları kendisine beslenme kaynağı olarak seçmesidir.

KAYNAK: ykykultur
Biyografi:
Cengiz Çekil 21.08.1945 tarihinde Niğde Bor'da doğdu.

1957-1963 arasında Ereğli İvriz ve Kars Kâzım Karabekir İlköğretmen Okullarında, 1965-1968 arasında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde ve daha sonra da devlet sınavını kazanarak 1970-1975 yılları arasında burslu olarak Paris Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Heykel Bölümü’nde eğitim gördü ve mezun oldu.

1963-1965 arasında Niğde köylerinde ilkokul, 1968-1970 arasında Van Alparslan İlköğretmen Okulu’nda Resim-İş, 1976-1978 tarihleri arasında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde heykel öğretmenliği yaptı. 1978 yılında Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde profesör oldu ve Ağustos 2007’de emekliye ayrıldı. Halen İstanbul’da yaşamakta ve Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.

İlki Paris’te olmak üzere İzmir ve İstanbul’da kişisel sergiler açan Çekil’in 1967 yılından 2007 yılına kadar, Ankara’da Devlet Resim ve Heykel, Paris’te Salon de Mai, İstanbul’da “Günümüz İstanbul Sanatçıları”, “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit”, “On Sanatçı On İş, “A”, “B”, “C”, “Büyük Sergi”, “Yeniden Bak”, Weisbaden’de “40. Yılında Fluxus ve Sonrası”, Kassel’de “Balkan Sergileri” gibi toplu sergilerde; 1. ve 4. Uluslar arası İstanbul Bienalleriyle, 5. Manifesta Avrupa Çağdaş Sanatlar Bienali’nde işleri sergilendi.

Çeşitli dergi ve gazetelerde, sergileri ve işleri hakkında makaleler yayımlandı. Çalışmaları yüksek lisans, sanatta yeterlik ve doktora tezlerinde incelenen Cengiz Çekil üzerine monografiyi Nemci Sönmez kaleme aldı (YKY,2008).

Not: Cengiz Çekil, Saat Kaç? sergisi broşüründen alınmıştır.

17 Aralık 2008

Değer Vermek

Hayatın içinde bize düşen rolü üstlenirken, çevre faktörü ya da aklımızdaki anlam karmaşalığı nedeniyle, kalbin hislerini göremeyiz. Bakış açımızdaki algımız, koşullara göre değişkenlik gösterebilir. Birileri bize birtakım kavramları hatırlattığında, yüreğimize buruk bir acı düşer. Kalbin katılaşmadığı bedenlerde, değer verilen düşünceler olumlu şekilde değişime uğrar.

Değer verdiklerimize, bunu nasıl ispatlarız?

Öncelikle bilinmesi gereken, paylaşım olmadıkça değer yargılarının zaman içinde kaybolacağıdır. Sevmek, paylaşımın önemli ateşleyicilerindendir. Bu sevgi bazen emek olarak karşımıza çıkar, bazen şefkat, gülümseyiş, mutluluk ya da bunun gibi olumlu olan her duygu yoğunluğu, sevgiyi ifade ediş biçimi olabilir.

Nefes aldığımız her dönemde, farklı değer yargılarına sahip oluruz. Bir çocuk, paranın ne demek olduğunu, ailesinin ona verdiği harçlıklardan ya da arkadaşlarının sahip olduklarıyla kendi sahip oldukları arasında kıyaslama yaparak anlayabilir. Çok para, çok şeker veya oyuncak anlamına gelebilir. Çünkü ebeveynlerin alışverişe götürdükleri çocukları, gördükleri renkli dünyalara sahip olmak için sürekli ister, aile de almak istemediğinde “paramız yok” gibi sözlerle geçiştirmeye çalışır. O zaman çocuğa göre para, ailesinin ona alacakları veya biriktirilen harçlıklarla alabilecekleri olabilir. Bazı yetişkinler, çocukların değer yargılarını anlayarak, yaklaşımlarını düzenleyebilir. Çocuk için hatırda kalan en güzel şeyler, hoşa gidenlerin yapıldığı anlar olacaktır.

Güzel bir hikâye okuyup saklamıştım:
Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar. -Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın? Adam cevap verir: -Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim.

Hikâyeden anlaşıldığı gibi, ortaya konulan bir eser için yaş grupları arasında algılanan paha farklıdır. En iyi bakış açısı ise, görüntüleyip değerlendirdiklerimize göre değişmektedir.

Büyük şehirlerde yaşayan toplum için tabiat; güzel resimler, arada bir gidilen dinlence veya anılarda saklanan görüntüler olabilir. Ama köylerde yaşayıp çiftçilikle uğraşanlar için tabiat, her şeydir. Büyükşehirlerde büyümüş birçok kişi, yaşayan canlılardan çoğunu ya birkaç kez görmüş, ya belgesellerde izlemiş, ya da hiç görme şansı yakalayamamıştır. Dolayısıyla toplumlar arasındaki algı, çevresine göre şekillenecektir.

Neden Kızılderili hikâyeleri çokça anlatılır? Sebebi gayet basit, doğal yaşamı hayat felsefesi haline getirmiş ve tabiatı koruyarak ondan her türlü şekilde faydalanabilmişlerdir. Kızılderili hikâyelerinden biri de şöyledir:
"Bir gün New-York'ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderili'dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki is makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır aramaya baslar. Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder. Kızılderili, yolun karşı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar. Arkadaşı, Kızılderili'ye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar. Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar. Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak, onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder. Kızılderili, arkadaşına dönerek: "Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." der.

İnsan olarak değer verdiklerimizi, genelde kaybettikten sonra anlıyoruz. Bazen bu bizim kulağımıza küpe oluyor, bazen nadide parçalar geri gelmiyor. En kötüsü de, ailede değer verdiğimiz kişilerin bu dünyadan göçmesiyle, onlara yaşam sırasında kazandıramadıklarımızla ilgilidir. Öyle ki, yine de pişman olup yaşamdaki düzenlemelerimizle, değer yargılarımızı tekrar alevlendirmeye çalışarak, tümünü onlara adayabiliyoruz.

Değer kavramı, su kadar önemli ihtiyaçtır. Her yaşta sahip olduğumuz değerleri, birbirimize herhangi bir yoldan kazandırabilmeliyiz. Fakat şu da bir gerçek ki, günümüzde neyin değerli olduğunu sadece fiyatı ile ölçüyoruz. Aklımızdaki teraziyi dengelemek için, kefeye ne kadar değer biçtiğimizi tartamıyoruz.

Emre Türker

16 Aralık 2008

Pay It Forward (2000)

Türkçe Adı: İyilik Bul, İyilik Yap
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Mimi Leder
Süre: 123 dakika
Oyuncular: Kevin Spacey, Helen Hunt, Haley Joel Osment, Jay Mohr, James Caviezel, Jon Bon Jovi, Angie Dickinson, David Ramsey, Gary Werntz2000 yılında yapılan bu anlamlı filmin yönetmenliği Mimi Leder’dır. Haley Joel Osment, sinemanın en başarılı çocuk oyuncularından biridir. Kevin Spacey ve Helen Hunt gibi başarılı oyuncularda birleşince, ortaya çok iyi bir seyir keyfi çıkmış.

Gazeteci Chris Chandler (Jay Mohr), gece vakti polisiye bir olayı gözlemlemek için Bagley Sokağı’na gider. Evdeki kadını rehin tutan kişi, garajdan çıktığı jiple sokağa park etmiş gazetecinin arabasına çarpar ve araba kullanılmaz hale gelir. O sırada hiç tanımadığı köpekli bir adam, yardım edebileceğini söyleyip gazeteciye Jaguar marka bir araba verir. Gazetecinin kartını alıp, kendisini arayacağını söyler ve kaybolur. Gazeteci bu olayın peşini bırakmayacaktır. İlginç hikâye böyle başlıyor.

Yüzü yanık izleriyle dolu sosyal bilgiler dersi öğretmeni Eugene Simonet(Kevin Spacey), sınıftaki ilk gününde öğrencilerine tüm yıl boyunca hazırlayabilecekleri bir ödev verir. “Think of an idea to change our world – and put it into ACTION! (Dünyamızı değiştirmek için bir fikir düşünün – ve EYLEME geçirin.)” Öğrencilerden Trevor McKinney (Haley Joel Osment), bir fikir düşünür ve uygulamaya başlar. 3 kişiye, kendi başlarına yapamayacaklarını düşündüğü bir konuda yardım edecektir. Yardımı alan her kişi, buna karşılık olarak 3 kişiye yardım edecek ve böylece yardım iletilecektir. Kötüye giden dünyada, iletme düşüncesiyle yardımlar gittikçe yayılacaktır.

Filmde harika bir konu işlenmiş, tam olarak ders niteliğinde denebilir. Hayatımızda ilk yardımı, aileden alıyoruz. Sonra onların emeğine karşılık okuyor ve öğrendiklerimizi uyguluyoruz. Uyguladıklarımızı ve tecrübelerimizi birbirimize aktarıyor ve böylece hayatın devamını sağlıyoruz. Herkes yaşantısını sürdürebilmek için para kazanıyor, ama çok az kişi kazandıklarını karşılıksız olarak paylaşıyor. Bu nedenle de doğal olarak çok az kişi paylaşmanın ne demek olduğunu öğrenip bunu uyguluyor.

“Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyilikleridir.” Sözü Hz. Muhammed’e (S.A.V.) aittir. Bu sözü düşünüp de çevreme baktığımda, gerçek zenginlerin genelde halk içinde olduğunu görüyorum. Para kazanmak hırsıyla önünde hiçbir engeli tanımayan ve sözde akıllı olan nice zenginlerimiz, mal varlıklarını içinde ne yapacaklarını şaşırmış durumdadır. Dünyada çok ilerlemiş olan büyük firmaların en önemli ortak özelliği, personellerine olan yatırımlarıdır. Çalışanlarını ödüllendiren, onların sağlığı ve zamanıyla ilgilenen, düşüncelerine saygı duyan şirketler, karşılığını fazlasıyla almaktadır. Ama yakın çevremde görebildiklerim, personelinden yemek parasını bile esirgeyen, her sıkıştığında suçu devlete atan, çalışma saatlerini olabildiğince yükselten, özverili çalışanı değil reklam edenleri yücelten, şirketin hataları nedeniyle müşterilerden gelen baskıları personeline ödetmeye çalışan, kârlarını vergilendirmek yerine kaçırmayı tercih eden şirketler yönetimidir.

Maalesef ki, sevmeyi ve iyiliği öğrenemediğimiz sürece, imrenilen değil özenen bir toplum olmaya mahkûmuz. Umarım bir gün, gerçek zenginliğe ulaşabiliriz.

Emre Turker

picture: impawards

15 Aralık 2008

The Other Boleyn Girl (2008)

Türkçe Adı: Boleyn Kızı
Tür: Biyografi / Dram / Tarih / Romantik
Yönetmen: Justin Chadwick
Süre: 115 dakika
Oyuncular: Natalie Portman, Scarlett Johansson, Eric Bana, Jim Sturgess, Mark Rylance, Kristin Scott Thomas, David Morrissey, Benedict Cumberbatch, Oliver Coleman, Ana Torrent, Eddie Redmayne, Tom Cox, Michael Smiley, Montserrat Roig de Puig, Juno Temple
Yönetmenliğini Justin Chadwick yaptığı film, 2008 Mayıs ayında gösterime girmişti.

İngiltere kraliçesi, Kral Henry’e erkek çocuk verememiştir. Kralın bu çaresizliğinden yararlanmak isteyen Norfolk dükü, kız kardeşinin çocuklarından birini krala sunmak ister. Lady Elizabeth Boleyn, soylu bir aileden geldiğinden ve kraliyet ailesini tanıdığından dolayı bu duruma karşı çıkmıştır. Fakat Sir Thomas Boleyn, aynı düşüncede değildir.

Boleyn ailesi, kralı evine davet eder ve ona büyük kızı olan Anne Boleyn’i sunmak ister. Fakat kral tercihini yeni evlenmiş Mary Boleyn’den yana kullanacaktır. Mary, sakin bir hayat düşleyen, idealleri mutluluğa dayanan biriyken, Anne hırslı ve gözü yükseklerdedir. Kralın kardeşini istemesini kabullenemeyen Mary, durumu lehine çevirmek için önüne geçen hiçbir engeli tanımayacaktır.

Filmde aşk, hırs ve nefretin, nelere yol açabileceği görülüyor. Hayat bize türlü sürprizler hazırlasa da, kötü zamanlarda beklenen yardım yine aile içinden gelecektir. Arzulara kilit vurulamadığında, sonuçlar tahmin edilebilmesine rağmen hatalar görmezden gelinecektir. Bazen zamanı geri almak isteriz ama bu mümkün değildir. İleriye atılan ciddi adımlar hesaplanmazsa, karanlıklar aydınlanmayabilir. Ne zaman susmalı ve ne zaman hamle yapılmalı, tahmin edebilmeliyiz. Mütevazi yaşam içinde gerekenden daha fazlasını istemek, daha fazla yük getirecektir. İstenilen konuma gelmek kadar, o konumda kalmak ya da yükselmek de, ayrı bir çaba gerektirir. Gerçek başarı, alın teri dökülmeden yakalanamaz. Yukarılara atılan adımlarda toplum hiçe sayılırsa, kalabalık arasında ezilmek kaçınılmaz olabilir. Düşünülmeden yapılan hatalar, yaşamın kalıcı yaraları gibidir. Teselli edilebilse de, geride kalan izler peşimizi asla bırakmayacaktır.

Boleyn’lerin büyük kızı Anne Boleyn’i, 13 yaşındayken Leon filmiyle ismini duyurmuş Natalie Portman canlandırmaktadır. Erkek kardeş George Boleyn, silik bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Filmin finali çok anlamlıydı. Tarihi canlandırılan filmlerden zevk alanlar için güzel sayılabilir. The Other Boleyn Girl’ün kitabını okuyanlar, filmi başarılı bulmamış. Fakat yazılan her karakter olduğu gibi canlandırılsaydı, film 2 saatte indirgenemezdi. Bence 2008’in en anlamlı filmlerinden birisiydi.

Emre Türker

picture: impawards