11 Ocak 2009

Yoğurtlu Tavuk Suyu Çorbası

Annemden almış olduğum bu çorba tarifi aslında bildiğimiz tavuk suyu çorbasının yoğurtlu hali. Ben genelde tavuk suyu çorbasını hep bu şekilde yapıyorum. Çünkü yoğurtla tavuk suyu birleşince ortaya çıkan tat gerçekten nefis oluyor.


Malzemeler

Tavuk but, ya da tavuk göğsü
2 yemek kaşığı un
Tuz
Karabiber
3-4 çorba kaşığı yoğurt
Bir avuç arpa şehriye

Hazırlanması

· Öncelikle tavuğu 1,5 litre kadar suda haşlayın. Daha sonra haşlanmış etleri minik minik parçalar haline getirin.
· 2 yemek kaşığı unu yağda biraz kavurun. Et suyu ve tavukları tencereye dökün.
· Ayrı bir kapta yoğurdu suyla sulandırın ve iyice karıştırın. Bu karışımı yavaş yavaş tencereye dökün ve kaynayana kadar karıştırın.
· Kaynamaya başlayınca isterseniz biraz arpa şehriye de katabilirsiniz.
· En son tuzunu ve karabiberini atın ve bir 10 dakika daha kaynatın. Bu arada arpa şehriyeler de pişmiş olacaktır.

Figen Türker

Testere Serisi

Kötülüklerin sorgulanması, gizli kalmış gerçekler, uygulanan testler ve sonucundaki kanlı yargı…

Testere serisi mükemmel bir gizem oyunuyla 2004 yılında James Wan’ın yönetmenliğinde başlıyor. Dönemin en iyi gerilim korku örneklerinden biri olan Saw, vahşetle olayları dramatize ediyor.

İlk film, oldukça etkileyiciydi. Günlerce konuşuldu, manşetlerden inmedi. Korku ve polisiye filmleri kategorisinde uzun zaman bir numarayı almayı başardı. Akla gelmeyecek tehlikeli düzenekler hazırlayıp bunları yöneten Jigsaw (Tobin Bell), vicdanını kaybetmiş insanlara kendi dillerinden cevap verdi.

Sahneler, gerçekten tüyler ürperticiydi. Saw orijinal ismiyle sahnelenen film, ilk çıkan seriden sona doğru, aşağı yönlü bir grafik göstermektedir. İlk Saw (2004) gerçekten farklıydı. Kimin sorguladığı ve neden yaptığı tam olarak belirtilmemişti ama yoruma dayalı olarak açık uçluydu. Sonunun ne olacağını tahmin etmeniz mümkün görünmüyordu. Fakat sonradan devamı çekilmeye başlayınca, iş ticari kaygıya dönüştü. Her yönetmen filminin başarısı için uğraşır ama tadında bırakmadığınız sürece, rahatsız edici olmaya başlayacaktır. İlk filmde tasarlanan etkileyicilik, sonlara doğru seri bir oyuna dönüşerek testerenin orijinalliği kaybolmuştur. Artık biliyoruz ki, her çıkacak olan yeni yapımla beraber yeni bir vahşet gelecek, sonu nasıl biteceği izleyiciyi pek ilgilendirmeyecek.

İşi tadında bırakın ki, cıvımasın.

Emre Türker

10 Ocak 2009

Miss Potter (2006)

Türkçe Adı: Bayan Potter
Tür: Biyografi / Dram / Romantik
Yönetmen: Chris Noonan
Süre: 92 dakika
Oyuncular: Renée Zellweger, Ewan McGregor, Emily Watson, Barbara Flynn, Bill Paterson, Matyelok Gibbs, Lloyd Owen, Anton Lesser, David Bamber, Phyllida Law, Patricia Kerrigan, Lucy Boynton, Oliver Jenkins, Justin McDonald, Judith Barker, Jennifer Castle, Chris Middleton, Lynn Farleigh, John Woodvine, Jane How, Geoffrey Beevers, Bridget McConnell, Joseph Grieves, Clare Clifford, Andy McSorley, Sarah Crowden, Richard Mulholland, Marc Finn
Miss Potter; varlıklı bir ailenin tek çocuğu olmasının yanında, sempatik, etkileyici ve kendisiyle barışık bir kadının yaşamını anlatıyor.

Beatrix Potter (Renée Zellweger), çizdiği resim taslaklarıyla birlikte hikâyelerini de yanına alarak, yayınevlerinden birine gider. Şirketin sahibi Warne kardeşler, hikâyelerin ilgi göreceğine pek inanmamaktadır. Fakat aile şirketinde çalışmak isteyen genç Warne’i uzak tutmak için plan yaparak, bayan Potter’ın kitap teklifini kabul ederler.

Norman Warne (Ewan McGregor), Beatrix’in çalışmalarını çok beğenmiştir. Kitabın içeriği konusunda görüşlerini ona aktararak, hemen hazırlıklara girişir. Bir süre sonra Norman’ın kız kardeşi Millie (Emily Watson) ile tanışacak olan Beatrix, onunla çok iyi arkadaş olacaktır.

Hikâyenin yayınlanması için heyecanla çalışan Norman, Beatrix’in kitabı kadar duygularıyla da ilgilenmektedir.

Miss Potter filmi; İngiltere’de yaşamış, ressam, çevreci ve zamanının ünlü bir çocuk kitabı yazarı Beatrix Potter’ın gerçek yaşam öyküsünü anlatmaktadır.

Sempatik oyuncu Renée Zellweger, Beatrix Potter rolüne yakışmış. Miss Potter filmi, seyir boyunca gülümsetiyor. Ayrıca o muhteşem manzaraları görüp de etkilenmek mümkün değil. Ayrıca filmdeki animasyonlar, yapımdaki kompozisyona ayrı bir renk katmış. Konusu biyografi olunca, izlemek bir başka keyif veriyor.

Emre Türker

picture: impawards

09 Ocak 2009

Erin Brockovich (2000)

Türkçe Adı: Tatlı Bela
Tür: Biyografi / Dram / Romantik
Yönetmen: Steven Soderbergh
Süre: 130 dakika
Oyuncular: Julia Roberts, David Brisbin, Dawn Didawick, Albert Finney, Valente Rodriguez, Conchata Ferrell, George Rocky Sullivan, Pat Skipper, Jack Gill, Irene Olga López, Emily Marks, Julie Marks, Scotty Leavenworth, Gemmenne de la Peña, Erin Brockovich-Ellis, Aaron Eckhart, Marg Helgenberger, Peter Coyote
Bir kadının para kazanmak ve başarılı olmak adına verdiği uğraşıyı anlatan film, gerçek bir hayat öyküsünden alınmıştır.

Erin Brockovich (Julia Roberts), genç yaşta 2 başarısız evlilik yaşamış ve 3 çocuğu ile yalnız kalmış bir kadındır. Para kazanıp çocuklarına bakmak için yılmadan hareket ederek, pek fazla seçici olmadan kriterlerine uyan tüm iş ilanlarına başvurmaktadır. Bu sırada otomobiliyle bir trafik kazası geçirir ve haklı olduğu halde asi tavırları nedeniyle açtığı davayı kaybeder. Bunun sorumlusu olarak gördüğü avukatının kendisine verdiği zararı telefi etmesi için, işlettiği bürosunda iş ister. Avukat Ed Masry (Albert Finney) Erin’in tavırları konusunda çaresiz kalacak, sigortasız ve düşük maaş koşuluyla onu işe alacaktır. Erin Brockovich; güzel, atılgan ve zeki bir kadın olmasının yanında, argo kelimeleri çokça kullanıp, fazlasıyla rahat giyinmektedir. Bu da diğer çalışanlarının tepkisini alacaktır.

Ofisinde çalıştığı bir gün, sonuçlanmış davalardan biri dikkatini çeker. Patronunun da iznini alarak olayı araştırmaya başlar. Araştırması uzun sürdüğü ve büroyu bu konuda haberdar etmediği için önce işine son verilecek, ama çalışmalarını inceleyen patronu onu tekrar kazanmak için ayağına kadar gidecektir. Çünkü araştırma konusu; Kaliforniya’daki Hinkley bölgesinde yaşayan insanların, PG&E adında bir şirketin saldığı zararlı maddeden etkilenmesi ve bunu da firmanın ustaca örtbas etmesiyle ilgiliydi.

Julia Roberts rolüne fazlasıyla yakışmış. Ne derece iyi bir oyuncu olduğunu bu filmde daha iyi anlıyoruz. Olayların tasviri oldukça iyi olmasıyla beraber, izleyiciyi filme odaklıyor ve kesinlikle sıkmıyor.

Gerçek yaşamdan uyarlandığı düşünülünce, Erin Brockovich’in çabasını ve atılganlığını gerçekten etkileyiciydi. Tartışma sırasında Erin’in tanıştığı George’un (Aaron Eckhart) yardımı, takdire değerdi. Çünkü bir erkeğin böylesi desteği, toplumda pek sık rastlanan durum değildir.

Bu tarz yapımlar izlerken, hayatla mücadele konusunda ciddi dersler alıyoruz. Çaresizlik, kısıtlı imkân ve umutsuzluk, birçok insanın azmini kıran bir etkendir. Ama başarı hikâyelerinin çoğu, zorluklar karşısında yılmayan kişiler tarafından yazılmıştır. Yönetmenliğini Niki Caro’ın yaptığı Erin Brockovich’i, şiddetle tavsiye ediyorum.

Emre Türker

picture: impawards

08 Ocak 2009

Mansfield Park (1999)

Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Patricia Rozema
Süre: 112 dakika
Oyuncular: Hannah Taylor-Gordon, Talya Gordon, Lindsay Duncan, Bruce Byron, James Purefoy, Sheila Gish, Harold Pinter, Elizabeth Eaton, Elizabeth Earl, Philip Sarson, Amelia Warner, Frances O'Connor, Jonny Lee Miller, Victoria Hamilton, Hugh Bonneville, Justine Waddell, Embeth Davidtz, Alessandro Nivola, Charles Edwards, Sophia Myles, Hilton McRae, Anna Popplewell
10 yaşındayken annesinin bakamadığı Fanny (Frances O'Connor), Mansfield Park’da yaşayan teyzeleri Leydi Bertram (Lindsay Duncan) ve Norris (Sheila Gish)’in yanına gönderilir. Fanny; mutlu görünmeye çalışan, iyi niyetli ve teyzelerine olan minnettarlığını her fırsatta gösteren biridir.

Bertram ailesi asil bir ailedir. Maria, Julia, Tom ve Edmund olmak üzere 4 çocuğu vardır. Sir Thomas Bertram (Harold Pinter) ciddiyet sahibidir. Leydi Bertram ise iyi niyetli bir kadındır. Norris ise her fırsatta sınıf ayrımcılığı yapan kişiliksiz biridir.

Geldiği günden bu yana fakir bir aileden geldiği hissettirilen Fanny’in en sevdiği kişi, çocukluğundan bu yana destekçisi ve arkadaşı olan Edmund (Jonny Lee Miller) olmuştur. Yıllar geçtikçe Edmund’a beslediği sevgi, aşka dönüşecektir.

Londra sosyetesinden Mary Crawford (Embeth Davidtz) ve abisi Henry (Alessandro Nivola), Mansfield Park’ın konuğu olacaklardır. İkisi de mal varlığı ve gösteriş düşkünüdür. Mary’nin Edmund’ı etkilemeye çalışması Fanny’i mutsuz edecek, bundan sonra da Mansfield Park’ta hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Jane Austen'ın romanından yola çıkılarak sahnelenen filmde, çok fazla edebi diyaloglara yer verilmiş. Konuşmalardaki kalabalık cümleler, odaklanmanızı zorlaştırıyor. Sahnelerdeki olayların birbiriyle bağlantıları ya kopuk, ya da hızlı geçiştirilmiş. Eski İngiliz edebi yapıtlara ilgi duyanları memnun edebilecek film, genel izleyiciyi sıkabilir.

Emre Türker

picture: impawards

07 Ocak 2009

The Jane Austen Book Club (2007)

Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Robin Swicord
Süre: 106 dakika
Oyuncular: Maria Bello, Emily Blunt, Kathy Baker, Amy Brenneman, Maggie Grace, Jimmy Smits, Ed Brigadier, Kevin Zegers, Marc Blucas, Catherine Schreiber, Ned Hosford, Hugh Dancy, Messy Stench, Chris Burket, Parisa Fitz-Henley
Tartışma, ilişkiler, aşk, tutku ve arkadaşlık gibi konuları içeren hoş bir yapım diyebiliriz. Yönetmenliğini Robin Swicord’un yaptığı 2007 yılında gösterime giren filmde, kendi yaşamınızdan parçalar da bulabilme olasılığınız yüksektir. Ayrıca İngiliz yazar Jane Austen’u, edebi yönünden tanıma fırsatı buluyorsunuz.

The Jane Austen Book Club, gün içerisinde yaşanan küçük aksaklıkların gösterimi ile başlıyor. Bernadette (Kathy Baker) ve Sylvia (Amy Brenneman), bir çeşit aktivite yapmayı planlar ve sonuçta kitap kulübü kurmaya karar verirler. Bir yazar belirleyecek ve onun tüm romanlarını okuyarak, sırayla kendi evlerinde tartışmaya başlayacaklar. Tamamen kadınlardan oluşması düşünülürken, olaylar zincirinde genç bir erkek de kulübe dahil edilecektir.

Kitap kulübü 6 kişiden oluşturulmuştur. Bunlar; Jocelyn (Maria Bello), Prudie (Emily Blunt), Bernadette (Kathy Baker), Sylvia (Amy Brenneman), Allegra (Maggie Grace) ve erkek katılımcı Grigg (Hugh Dancy)’dir. Hepsinin kendine göre farklı karakteri bulunmaktadır. Sıra kitap seçimine gelmiştir:

-Tüm dikkatini beslediği köpeklerine adamış, arkadaşlarına kendisinden daha çok değer veren Jocelyn, Emma (1815) kitabını,
-6 kere evlenip boşanmış, yeniden evlenebileceğini düşünen Bernadette, Umut Parkı (Mansfield Park - 1814) kitabını,
-Bilimkurgu meraklısı genç delikanlı Grigg, Northanger Manastırı (Northanger Abbey - 1817) kitabını,
-Kocasıyla kendi kuruntuları nedeniyle sorunlar yaşayan Prudie, Aşk ve Gurur (Pride and Prejudice - 1813) kitabını,
-Kadınlara ilgi duyan, fakat bir türlü doğru kişiyi bulamayan Allegra, Aşk ve Yaşam (Sense and Sensibility - 1811) kitabını,
-Kocası tarafından aldatılan, bunu bir türlü kabul edemeyen Sylvia, İnanç (Persuasion - 1817) kitabını seçmiştir.

Filmden söylenen bir söz, çok hoşuna gitmişti. Grigg, bir tartışma sırasında Jocelyn’e şöyle der. “Sen sadece itaat istiyorsun, köpeklerinin olmasının sebebi bu.” Tabi bu sözün anlamını, film izlendikten sonra daha iyi anlaşılabilir.

Yazdıklarım çok fazla açıklayıcı gibi görünebilir. Ama bunları bilmek, izlenim sırasında daha rahat anlama imkânı verecektir. Başlarda çok sıkıcı ve monoton gibi görünen yapım, gittikçe sizi içine çekiyor. Önyargıyla yaklaşmama rağmen, filmin sıcaklığa kendimi kaptırdım. Yalnız filmdeki bazı olaylar, bizim ahlak anlayışımıza ters düşüyor. Anlatmak istediğim erotik sahneler değil, zaten bu sahnelerden hiçbiri filmde yer almıyor, merak etmeyin. Ama bazı birliktelikler rahatsız edici olabiliyor. Gerçi izledikten sonra, bunların hayatın içinde yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliyorsunuz. Doğru veya değil, sonuçta yaşanmakta…

The Jane Austen Book Club, iyi bir izleyiciyi Jane Austen’ın kitaplarına çekebilir. Belki kitapların hepsini okuduktan sonra, filmi yeniden izlemek daha keyif verici olacaktır. O zaman tartışmalar daha iyi anlaşılacaktır. Ama kitapları okumasanız bile, hayatın içindeki kareleri anlatan bu romantik dram, hoşunuza gidecektir.

Emre Türker

picture: impawards

Kaosun Neresindeyiz?

Uzun zamandır ekranlardan savaş haberleri eksik olmuyor. Ama elden de bir şey gelmiyor. Lanet okuyanlar, feryat edenler, ağlayanlar, taraflar vs. Nedir alıp verilemeyen? Dünya dar mı geldi? Öyle bir duruma gelinmiş ki, acılar bile tartışma konusu olmuş. Vay halimize!

Savaşların durması için çeşitli ülkeler, hakemlik yapmaya çalışıyor. Bizler ekranların karşısında çoğu zaman olanları seyretmeye bile dayanamıyoruz ki, içinde bulunanlar ne yapsın. Savaşı ilke edinenler, kurunun yanında yaş da gider sözüyle kendilerine cesaret veriyor.

Kavganın her türlüsü çok kötü, hele ki içeriğinde gerçek bir neden yoksa, o daha da vahim. Sokaklarda, kaşı gözü hoşuna gitmediği için rastgele birilerine sataşan, marifet sanılarak göze hoş gelenlere de laf atan, haksız da olsa yağ gibi üste çıkan, boş konuşan, laf ebeliği yapan, birbirinin kuyusunu kazan ve sözüm ona ben olsaydım liderliğiyle dünyayı kurtaran nice insanlarımız, ciğerleri yandığını söyleyip dövünüyor. Masum insanların ölmesi gerçekten de çok kötü, bu konuda kalp sahibi olan herkes aynı duyguları paylaşıyordur. Fakat önce kendimizi düzeltmemiz gerekmez mi? Bir sürü anlamsız agresiflik ve taşkınlıkla, yakınlardakilerin kalbi kırılmıyor mu? Bizler insan taklidi yaparak bir yere varamayız. Birileri açlıktan sürünürken, evlerde elde çay ve sigara, boş lakırdılarla ahkâm kesmeyelim. Biz öyle bir toplumuz ki, kıymık battığında bağırıyor, ama onu çıkardığımızda başkalarına batırmaktan çekinmiyoruz. Eşek şakalarıyla birilerini ezerken, kahkahalarla gülebiliyoruz.

Sevmek kelimesini anlamıyla yaşasak, belki daha farklı olacağız. Fark yaratmak için fikirler sunarken, insanların farklılıklarını ve kusurlarını açığa çıkarmasak, belki daha güzel bir toplum olacağız. Kazandığımız zaman başkalarıyla paylaşsak, belki de varlık içinde yokluk çekmeyeceğiz.

En yaygın olan futbol müsabakalarından bahsetmek istiyorum. Hepimizin gönlünde yatan bir takım vardır. Bazıları fanatik, bazıları izleyici, bazıları da pasiftir. Birbirleriyle yarışan üç takım ele alalım. İkisi bir araya gelip maç başlasa, üçüncü takım izleyici olarak hemen kendi hesabını yapmaya başlar. Kimin kazandığı önemli değildir. Onun için önemli olan, ikisi arasındaki çekişme sonucu kendine yarayan en iyi skordur. Milletimizi ele alalım. Yıllardır sağ sol dedik, birbirimizi yedik. İki taraf kapışırken, üçüncü taraf için hangisi iyiyse, o beslendi. Destekler hep 3. kişiye yaradı. 3. kişi kim mi? Güya milletin faydası için birbirine giren vekil adaylarımız, kimin acı çektiği ya da toplumun kazanmasıyla ilgilenmedi. Hangi parti olursa olsun, başa geçeni yerden yere vurdu. Baştakilerin iyi yaptıklarına karşı destek olmadığı gibi, saklı kalmış sökükleri bulup çıkardı. Kimse sökükleri dikmek için uğraşmadı. Zaten dikilecek terzi bulunsa da, işini yapmaması için baskılara maruz bırakıldı. Arkadaşlar, birbirinize çamur artmanızın millete ne faydası olacak? Muhalefet, ne zaman kötü eleştirmen sıfatından kurtulacak? Bu millet, anasından emdiği süt burnundan gelene kadar bu topraklar için savaşmışken, 3. kişinin istediği kavgalara alet olmaktan ne zaman kurtulacak?

Birçok kusurumuz var. Başkasına zarar verirken, önce aynaya bakmalıyız. Aynadaki kişiye zarar veremezsiniz. Çünkü karşınızdaki kişi, zaten sizsiniz. Öyleyse, zarar vermeden önce ayna prensibini uygulayalım. Sonra da kendimiz karşımızdaki kişi yerine koyalım. Sonuca birlikte karar verelim.

Ayrıca, “asalım, keselim, yıkalım, savaşalım” kelimelerini söylerken, mantığı da elden bırakmayalım. Bunlar kahvehanelerde söylenen zaman öldürürken yapılan boş laflar. Boş sözlerle de laf kalabalığı yapmayalım. Yardım mı edeceksiniz? Sözleri bir kenara bırakıp, miktarı ne olursa olsun, gücünüzün yettiği kadar bağışta bulunun. Belki asılanlar geri gelmez ama acılar bu şekilde hafifletilebilir. Yaraları birlikte saralım.

Emre Türker
picture: deviantart