24 Ekim 2011

Uzaktan Kumandanın Bir Tuşuyduk Geçmişte

Geçmişle günümüz arasında haberleşme konusunda öyle çok şey değişti ki!

4 katlı bir apartmanın en üst katında otururduk. Evin pencereleri sokağa değil, bahçeye bakardı. Apartmanın zemin katında rahmetli Fuat amcanın bakkalı vardı. Bakkalda; un, şeker vs gibi malzemeler kalmamışsa, evdekileri durumdan haberdar etmek için apartmanın ara boşluğundan “anneeeeee” diye avazım çıktığı kadar bağırırdım. 10 dakikalık bir çabanın ardından, annem balkona çıkar, “nooooldu” diye sorardı. Yani kısaca, bakkaldan alınması gereken ihtiyaç nedir, yoksa yerine ne alınmalıdır, herkes duyardı.

Çok acil durumlar olur ya! Mesela uzaktan bir yakınımız kasabamıza gelir, geçerken bize uğrar. Öyle bir durumda telefonla iletişim olmadığından, alternatif çözümler üretilir. “Koş oğlum babanı filanca yerden… (lokal, kahvehane vs.) çağır gelsin, Mustafa amcanlar geldi dersin. Gelirken ekmek alsın…”

Siyah beyaz televizyonumuzu hatırlarım. Ardından Saba marka bir renkli televizyon almıştık. Renkli çizgi film izlemek ne de keyif vermişti anlatamam. O dönem antenli yayınların zirvesindeydik. En ufak bir rüzgârda anten döner, ekranda görüntü karıncalanırdı. Babam çatıya, ben balkona, annem de durumu anlatmak için ekran karşısına… Babam “düzeldi miiii?” diye sorarken, annem “biraz önce düzelmişti, gene gitti” diye cevap verir, ben de onların arasındaki iletişim cihazı vazifesi görürdüm. En sıkıntılı iş ise, anteni düzeltmek olsa gerek ki, hiç yaşamadım. Ceremesini çekmişse, babam çekmiştir.

Hatırladığım kadarıyla renksiz televizyonumuzda 4 kanal tuşu, renkli televizyonumuzda ise 8 kanal tuşu vardı. Tek kanal döneminde problem yoktu ama ikinci kanalın çıkışıyla beraber, kumanda sorunu başladı. Tabi sürekli “çat çut” basmaya uygun olmayan televizyonun kanalları bozulmaya yüz tuttu. Kanalları ayarlamak için tornavida gibi ucu olan bir aletle, cihazın ayar kısmını döndüre döndüre net görüntüyü yakalamaya çalışırdık.

Karadeniz’in kıyısında bir kasabada otururdum. Çok temiz havalarda “Romanya bastırdı” diye bir muhabbet olurdu. Romanya bastırdığında, bizim yerel kanal biraz karıncalanır ve gölgelenir, sonra Romanya’nın kanalları görünmeye başlardı. Biz de anlamını bilmediğimiz bu geçici kanala pek bir rağbet eder, seyrettikçe güler ve eğlenirdik.

Çevirmeli telefon ilk çıktığında, telefona bakmak için yarış halinde koşardık (şimdi başkasına baktırmak için uğraşıyoruz ya). Bir süre sonra tuşlu telefonlar çıkmış, onlara hayranlıkla bakmıştık. Ne de olsa çevirmeli rakamlar 4’lü 5’li hanelerden fazlalaşmaya başlayınca, çevirmek hem güç olmuş, hem de hata yapma riski yükselmişti.

Hayatta en keyif aldığım şeylerden biri mektup olmuştur. Sayfalar dolusu yazı yazar, boşluklara karikatür çizer, bazı harfleri ve resimleri, renkli kalemlerle boyardık. Hem mektubu almak, hem beklemek, hem de gelen mektubu okumak bir başka eğlenceliydi. Sonra bir gün, teknoloji gelişme aşamalarında, bilgisayarda yazılmış ve çıktısı alınmış bir mektup aldım ve her şey değişti. Şimdi sadece sevimsiz faturalar ve reklam kâğıtları düşüyor kapımdan içeri.

Emre Türker

Picture: deviantart1, deviantart2

21 Ekim 2011

Beyin Geliştirme

Yazar: Marilyn vos Savant
Sayfa Sayısı: 324
Kitap Boyutu: 13,5 x 19,5
Yayınevi: PEGASUS

Kitap içeriği, zihni aktif tutmak üzerine. Size 12 haftalık bir program sunuyor. Programa bağlı kalmak durumunda değilsiniz. 15 bölüme ayrılan kitapta, anlatılanları muhakeme edebilmeniz için konu sonlarında küçük testler var. Mantıksal soruların bulunduğu bölümde, zihni zorlayıcı alıştırmalar bulunuyor.

Kitabın yazarlarından Marilyn vos Savant, 228 puan ile en yüksek IQ kategorisinde Guinness Rekorlar Kitabı'nda yer alıyor. Bu tarz yayınları, zekâyı uç noktalara taşıma hayalleriyle değil, daha çok boş vakitleri değerlendirme ve anlatılanları yaşam tarzınızla kıyaslama amacıyla okursanız, faydasını görebilirsiniz.

Emre Türker

17 Ekim 2011

İnsanoğlu Gittikçe Zekileşiyor mu?

Her nesil, bir öncekinden daha farklı. Hiç olmadık sorular soran çocuklar, inanılmaz icatlar, ilerleyen teknoloji vs. Bu olanlar, insanın gittikçe zekâ katsayısının arttığı anlamına mı geliyor?

Geçmişe bir bakalım. En büyük keşifler ve tanınmış en büyük eserler ne zaman ortaya çıkmış? Büyük keşifler, daha çok 18. 19. yüzyılda, Ortaçağ Avrupa’sında ve onun son dönemlerinde, zor koşullar altında, bilime verilen değerin öncülüğünde gerçekleşmiş. Leonardo da Vinci, Pablo Picasso, Galileo, Isaac Newton, Michelangelo vs. Dönem içinde bilime verilen önem, birbiri ardına yeniliği getirmiş.

Daha önceki dönemlerde ise, daha çok düşünürler dikkat çekiyor. Platon, Sokrates, Aristoteles, Konfüçyüs vs.

Her dönem, kendi çağında gerekeni yapmış, gerekeni almış. Zaman ilerledikçe ve yenilikler birbirini kovaladıkça, insanoğlu işlerini kolaylaştırmayı başarmış. Her gelen, bir sonrakine ışık tutmuş.

Geçmişin düşünürlerinin fikirleri toplanmış, sonraki dönemlerde uygulama üzerine çalışmalar yapılmış. Zekâ ve beyin yapısı, yıllar boyunca araştırılmasına rağmen, halen üstünlük konusunda net bir bulgu ortaya koyulmuş değil. Sadece nasıl gelişeceği, ne yapılması gerektiği gibi tavsiyeler, çalışmalar sonucunda ortaya çıkarılmış. Bu sonuçlardan birine göre de, insan zekâsının kapasitesi, genetikten yapıdan çok, dış ortamla ilgili olarak gelişiyor. Buna göre, gelecekteki insanların aldığı eğitim, kültür, sosyalleşme, bilime ve teknolojiye ulaşılabilirlik sayesinde yeni nesil, bir öncekine göre çok daha yol kat etmiş oluyor.

Şimdi çocukların sorduğu sorular ve aradığı cevaplara bakacak olursak, birçok şeyin olumlu yönde değiştiğini görebiliriz. Asırlar önce, belki çocuklar aynı soruları büyüklerine soruyordu ama yetişkinler, olası mantık sorularını, sadece gülerek ve “seni gidi seni” gibi kaçamak cevaplarla geçiştiriyordu. Şimdi, çocukların temiz zekâsı ve bakış açısı çok daha farklı açılardan inceleniyor. Hatta birçoğu yol gösterici bile olabiliyor.

Geçmişten geleceğe doğru bildiklerimizi ve gördüklerimizi bir gözden geçirecek olursak, sanırım insanoğlu gittikçe zekileşiyor. Fakat zekâ ve mantık konusunda ilerlerken, kalbin yumuşaklığı ve duygusallık konusunda ise geriliyoruz. Burada Charles Darwin’in “Doğal Seçilim Teorisi”nde olduğu gibi, “güçlüler ayakta kalır, güçsüzler yok olmaya mahkûmdur” tarzında bir sonuç görülüyor.

Dünya üzerinde, hatta evren kavramında hayat var oldukça, ilerleme sürecek ve yenilikleri gören zekâ, daha da gelişecek. Gelişim sürmeye devam ederken, körelen duyguların yeniden gelişmesi, geleceğin güzelleşmesi adına daha iyi olacak. Yaşanılır bir dünya için bu şart…

Emre Türker

Picture: deviantart, flickr1, flickr2

13 Ekim 2011

Yaşamın Son Gününü Nasıl Yaşarsın?

Soru çok açık. Eğer bu şekilde bir gerçekle karşı karşıya kalsaydınız, ne yapardınız? Elbette bunu kimse istemiyor. Fakat ya sizin için bu kâbus gerçek olsaydı?
Cevaplar, genel olarak normal sınırını aşacak ve fazlasıyla uçuk olacaktır. Bunun sebebi, daha önce kendimizi defalarca sıkıntı ve kaygılarla boğmamızdır. Günü kurtarmak için yaşıyorsak, yarınlarda bir şans faktörünü arıyorsak, harekete geçmek için başkasının el uzatmasını bekliyorsak, sevdiğimizi söylemeyi erteliyorsak, söylemek istediklerimizi içimize gömüyorsak, doğru yaşamıyoruz demektir. Doğru yaşamak için, birinin size son gününüzü belirtmesini mi bekliyorsunuz?

Geçtiğimiz günlerde Apple’ın can damarı Steve Jobs, hayata 54 yaşında gözlerini yumdu. Onun Stanford Üniversitesi’nin diploma töreninde yaptığı mezuniyet konuşması, gerçekten etkileyiciydi. Konumuzla ilgili olarak, sözlerinden küçük bir alıntı yapmak istiyorum:

““Kimin söylediğini bilmiyorum ama, 17 yaşımdayken okuduğum su sözü, yaşamım süresince hiç unutmadım: ‘Eğer her günü, o gün yaşamının son günüymüş gibi yaşarsan, bir gün kesinlikle doğruyu yapmış olacaksın.’

Bu söz beni öylesine etkiledi ki, o günden buyana geçen otuzüç yılda her sabah aynaya bakar ve kendime sorarım:
‘Bugün yaşamımın son günü olsaydı, gün boyu yapacaklarımı gerçekten yapmış olmak ister miydim acaba?’””

Doğru yaşam, genel olarak çok fazla mal varlığıyla özdeşleştirilir. Her güzel yaşamda para hayalleri, düşünce balonunda taçsız kraldır. Para, birçok yönden hayalleri bile tutsak etmiştir. Aslında doğru yaşamda paranın etkisi, ancak bizim değer verdiğimiz ölçüde etkilidir. Doğru yaşam; keşkeleri unutmak, başkasının varlığıyla, başkasının yaşantı tarzlarıyla çenemizi ve düşüncemizi yormaktan çok, kendi yaşantımıza bakmakla mümkün olacaktır.

Son günü yaşamak. Hayattaki son günü kestirmek, neredeyse imkânsız. Öyleyse dün vardı, bugün yaşanıyor ve yarınlar bir şekilde yaşanması muhtemelse, Hz. Ömer (ra)’in şu sözlerini bir düşünelim:

"Sabaha ulaştığında akşama çıkacağını unma,
Akşama ulaştığında da sabaha çıkacağını unma"

Gün, sizin gününüz. Asla tekrarı yok. Yarınlar hiç doğmayabilir. Çok sevdikleriniz için siz, sizin için de çok sevdikleriniz yarın olmayabilir. Bunlar acı görünebilir ama gerçek. Sevgi sözcüklerini saklamayın.

Yaşanan her dakika, ayrı güzel... Aldığınız her nefesin keyfini çıkarın. Çünkü yaşanan her an, sizin eserinizdir. Öyleyse, ortaya çıkardığınız eser, bir şaheser olsun…

Mutlu Günler…

Emre Türker

Yazıyı beğendiniz mi?
Öyleyse şunlara de bir göz atabilirsiniz...
1.Dün, Bugün, Yarın
2.Kaybetmek Hangi Sonun Başlangıcı?
3.Göz Açıp Kapayıncaya Kadar
4.Anılarda İz Bırakanlar

Picture: flickr

10 Ekim 2011

Hafızana Hükmet

Hafızanın gücünü artırmak için yaratıcı yöntemler
Yazar: Tony Buzan
Sayfa Sayısı: 263
Kitap Boyutu: 13,5 x 19,5
Yayınevi: ALFA

Dünyada birçok kez hafıza şampiyonu olmuş Dominic O’Brien’in önsözüyle başlayan kitapta, Ana Sistem ve Kendini-geliştiren Temel Hafıza Matrisi (SEM3)isimli hafıza yöntemleri sunuluyor. Tony Buzan, okul yıllarında tanıdığı Prof. Clark isimli öğretmeninden öğrendiği bilgileri gün ışığına çıkarırken, kendi araştırmalarını da ortaya koyuyor.

Kitapta içeriği iyi açıklayıcı örnek bulmak zor. Size bir çeşit kelimeleri bağlama tekniğiyle ilgili yöntemden bahsediyor. Bu yöntemde, duyu organları ve hislerinizden ne şekilde yararlanmanız gerektiği de anlatılmış. Fakat alıştırma adına verdiği sayfalarca süren; Sanatçılar, Besteciler, Yazarlar, Dahiler gibi başlıklar altında, hafızanızı çalıştırmaktan çok, genel kültürünüzü geliştirebilirsiniz. Üstelik bu teknik, daha çok İngilizce dili temel alınarak hazırlanmış.

Daha önce de bu tarz yayınlarda söylediğim gibi, bu kitaplar sayesinde hafızanızı mükemmel seviyeye çıkarmak diye bir şey yok. Sadece mevcut kapasitenizi verimli kullanmak adına yöntemlerden faydalanabilir ve hafızanızı taze ve dinç tutabilirsiniz.

Kitapta, en çok dahi ve yazarlardan örnekler dikkatimi çekmişti. En çok ilgili çeken iki ezberciden örnek vereyim. 1- Antonio di Marco Magliabechi: Okuduğu tüm kitapları imla işaretlerine kadar ezberleyen kişi. Toskana Dük’ünün tüm kütüphanesini ezberlemiş. 2- Daniel McCartney: 19. yüzyılda yaşayan bu kişi, 54 yaşındayken bile, bebekliğinden itibaren tüm hayatının ayrıntılarını, hava durumu ve üç öğün yemeklerine kadar hatırlamaktadır. Oldukça etkileyici…

Emre Türker

09 Ekim 2011

Büyükler Her şeyi Bilir Mi?

Ebeveynler, dedeler, amcalar, büyük abi vs. Her derde devadırlar sanki. Yemek yaparsın karışırlar, alışverişe çıkarsın akıl verir, para kazanırsın, işe girersin, işten çıkarsın, evlenirsin, yine karışır. Nedir bu böyle?

Aslında işin derinliğine inerseniz, büyüklerin verdikleri akılda pek çok şeyin doğru olduğunu görürsünüz. Belki asiliğin etkisiyle, belki kızgınlıktan, belki özgür olma istediğinden, belki de değişiklik yapma arzusunda dolayı, büyüklerin sözlerini direk reddedersiniz. Aslında haklı çıktıkları zamanlar değil de, haksız çıktıkları anlardır kafamızda yer eden. Böylece hep hatalı görürsünüz onları.

Zaman değişiyor. Büyüklerin söylediği bazı şeylerin geçerliliği kalmamış görünebilir. Böyle durumlarda, büyüklerin tecrübeleri ve tavsiyeleri, yeniliklerle karşılaştırılarak uygun modellere çevrilebilir. Çünkü mutlaka içinde bir haklılık payı olacaktır.

Fikir önemlidir. Büyüklerin sözlerini reddetmeniz için, önce dinlemeli, sonra karşınızdakinin ne demek istediğini anlamalı ve nihayetinde içine yorum katarak sonucu değerlendirmelisiniz. Böyle yaptığınız vakit, yani büyüklerinize direk karşı çıkmayarak, onların kalbini de kırmaz, artı olarak gönüllerini kazanırsınız. Büyükleri gözü-kapalı reddetmek, onların sizin üzerinizdeki hakkına ihanettir. Bunu ancak, ilerideki yaşlarda gerçek manasıyla anlayabilirsiniz. Fakat o zaman da keşkelerle baş başa kalır, üzülürsünüz.

Doğarsınız… Bebeklik, çocukluk, okul, arkadaşlık, sosyallik, aşk, özlem, acı, sürpriz, tatlı anlar derken, bir de bakmışsınız ki, büyümüşsünüz. Bu arada çok yer gezmiş, gezdiğiniz yerleri zihninize kazımış, okumuş, yazmış, iletmiş veya yönlendirmişsinizdir. Nihayetinde evlenerek çocuk sahibi olmuş, çocuğu bin bir zorlukla büyütmüş, yine gülmüş, ağlamış, üzülmüş, sevinmiş, öğrenmiş ve öğretmişsinizdir. Öğrendikleriniz büyük bir tecrübe, hayat tecrübesiyle birleşerek, zihninizde mükemmel bir olgunluğa sahip olmuş ve pişmişsinizdir. Sonra ne yapacaksınız? Tecrübe ve bilgilerinizi, çocuklarınızla, belki ömür yeterse onların çocuklarıyla paylaşacak ve doğruları aktardığınızda ve onları doğru yönlendirdiğinizde, işte o zaman yürekten bir elma çekirdeği toprağa düşecek… Belki tohum sevgiyle büyüyecek, belki de direkt olarak körelecek…

İşte o anları bir düşünün. Sonra kendinize şunu sorun: Her şey, yani büyükler her şeyi bilir mi?

Belki her şeyi değil ama pek çok şeyi büyükler bilirler. Pek çok şeyde, size yardımcı olurlar. Size hissetmeyi ve karşılıksız sevmeyi öğretirler. Düştüğünüzde elinizi tutar, hayatın anlamsız görünen kısımlarını anlamlı kılarlar. Yeter ki siz, tecrübe ve tavsiyelerini doğru değerlendirin.

Emre Türker

Picture: flickr1, flickr2

08 Ekim 2011

Yaratıcı Zekâ

Yazar: Alan J. Rowe
Sayfa Sayısı: 220
Kitap Boyutu: 13,5 x 21
Yayınevi: PRESTİJ

Yazarın, “Yaratıcı Potansiyel Profili” isminde bir test çalışması var. Test, 4 çeşit yaratıcı düşünceden bahsediyor. Bunlar; Yenilikçi, Hayal Gücüne Dayalı, Sezgisel ve Esinlendirici zekâ tipleridir. İlk ikisi olan Yenilikçi ve Hayal Gücüne Dayalı olanlar, gelecekteki fırsatları göz önüne alırken, Sezgisel ve Esinlendirici zekâ tipleri ise o anki gereksinimlere odaklanıyor. Test sonucuna göre, profilinizi görüyor ve ona göre kendinizi değerlendirebiliyorsunuz. Test sonucu hiçbir şekilde olumsuz yola çıkmıyor. Maksat, ne yönde olduğunuzu tanımak.

İçinde bold (kalın) harflerle yazılı kısımlar, yazarın dikkat çekmek istediği yerlerdir. Not almak ve üzerinde düşünmek için ideal.

Yaratıcı düşünce sahibi olan tarihteki insanlardan bolca örnekler verirken, belki tanımadığınız birçok kişinin de ismini görüyorsunuz. Tanımadığınız kişi hakkında övgüler, o an fayda sağlamayacaktır. Muhtemelen bilmediğiniz kişileri de araştırmakta fayda var. Ayrıca bir de Plazma TV örneği var ki, o artık o eskidi sayılır.

Albert Einstein gibi tarihte adı geçen önemli isimlerden bazılarının disleksi (okuma güçlüğü) rahatsızlığı olmasına rağmen, önemli başarılara imza atmaları konusunda, “yaratıcı insanlar, kendilerini imkânsızı başarmaya iten güçlü bir tutkuya sahiptirler” diyor. Bunun yanında, yaratıcı zekâya sahip insanları kısım kısım tanımlıyor.

Kitap, daha çok bilimsel bir araştırma ürünü. Böyle olması, “yaratıcı zekâya sahip olmak için şunları yapmalısınız” şeklindeki kişisel gelişim türlerinden farklılık arz ediyor. Kaynak anlamında okuyucusuna çok fazla bilgi veren bir çalışma olduğu söylenebilir.

Kitabın içinde geçen ve benim de başka yerlerde de örneğini okuduğum gerçek bir hikâyeyi alıntılamak istiyorum: Chirchill çocukken bir bataklığa düşer. Yakındaki bir çiftçi onu ölmekten kurtarır. Chirchill’in babası çiftçiye, oğlunu kurtardığı için ödül vermek ister. Ancak çiftçi sadece yapması gerekeni yaptığını ifade edip “ bu ödülü kabul edemem” diyerek ödülü reddeder. Tam bu sırada çiftçinin küçük oğlu kapıdan görünür ve Chirchill’in babası, çiftçiye “oğlunun istediği eğitimi almasını sağlayacağım” der. (not: kitapta babanın oğlu için eğitim teklifi sanırım atlanmış.) Bu konuşmalar sonunda çiftçinin oğlu Chirchill’in babasının desteğiyle eğitim görür ve en sonunda penisilini icat eder. Bu çocuğun ismi Dr. Fleming idi ve bulduğu bu ilaç Winston Chirchill’i zatüreden kurtardı ki, eğer bu ilaç bulunmamış olsaydı, Chirchill muhtemelen ölürdü.

Emre Türker

06 Ekim 2011

Su İçsem Yarıyor!

Konu başlığında yer alan “Su içsem yarıyor!” cümlesi, benim yıllardır kendimi oyalama taktiğimdi. Bir gün “Bir başkası kilo almadan yaşayabiliyor da, bunu ben nasıl yapamıyorum? Suyun, havanın suçu ne?” diye söylenmeye başladım.

Obezite, uzmanlık alanım değil. Diyetisyen de değilim. Fakat uyguladığım taktikler, beni doğru yola getirmiştir. Eski bir aburcubur delisi olarak, sağlığı tekrar keşfimi, bu konudaki uygulamalarımı ve fikirlerimi paylaşmak istiyorum.

Bundan 4-5 yıl önceydi. O dönemler bana kilomun arttığı konusunda ağır eleştiriler gelmişti. Hırs yaptım. Lahana kültürü başta olmak üzere (her gün lahana yapraklarının 7-8 dakika kaynatılarak, suyunun içilmesi yöntemi), her yöntemi deneyerek, 1 ayda 10 kilo vermeyi başarmıştım. Tansiyonum her gün düşüyor ve asabiyetim artıyordu. Hiçbir işe yaramadı. Çok kısa sürede, verdiklerimin tümünü geri aldım.

Doğru yol bu değildi. Mesela göbek, spor yapmadan kendi kendine çok zor eriyor. Biraz plan programla, mekik çekmeyi kendime adet edindim. Şimdi sağlıklı bir kiloya gelmeyi ve bunu korumayı nasıl başardığımı maddeler halinde size anlatayım.

1- Saf şekeri ve şekerle yoğrulmuş her şeyden uzak durun. Şeker, belki bir acı kahvenizin içine atacağınız yarım tablet şeklinde ödülünüz olsun. Ya da iki haftada bir sütlü tatlı veya bir masum çikolata olabilir. Bu maddeyle ilgili kısa bir şey anlatayım. Bir gün yaşayacak ormanlık alanlar daralınca, maymunlar ve ayılar, insanların piknik alanlarını keşfetti. İnsanlar onlara hazır ve şekerli yiyecek bir şeyler takdim etti. Onlar da bu tatlar konusunda çılgına döndü. O hayvanlar, şimdiye kadar hiç tanışmadıkları diş çürükleriyle mücadele etmek zorunda…
2- Kızartmayı unutun.
3- Hamburger, çizburger, o burger bu burger, yok olmamalı böyle burger… Hayatımıza sonradan karışan bu fast food illetinden uzak durun.
4- Hazır yiyecekler yerine, besin değeri yüksek olan gerçek yiyeceklere yönelin. Hazır paket içinde yer alan her tür besin maddesinin arkasındaki “içindekiler” kısmına göz atarsanız, bilmediğiniz çok şeyi mideye indirdiğinizi görürsünüz. Onlardan biri yüksek ihtimal size zarar veriyor.
5- Tuz, tehlikeli bir maddedir. Besinlerin çoğundan, hayatınız için gerekli tuzu alıyorsunuz. Ama “ille de tuz” derseniz, sadece göstermelik bir tuzlama olsun bu. Tuza bulama değil…
6- Makarna, beyaz pilav gibi maddeleri tüketecekseniz, onları diğer yemeklerin yanında ekmek niyetine kullanın.
7- Yemeğin yanında sindirmek için kullandığınız içecek, fazla olmamak kaydıyla su veya çaydan başka bişey olmasın. Geri kalanı sindirmenize değil, şişmenize fayda sağlar.
8- İlginç gelecek belki ama, yemek yerken televizyon seyretme alışkanlığınızdan kurtulun. Televizyon zamanı unutturarak size yedikçe yedirir.
9- Kutu meyve suları, paket yiyeceklerden farksızdır. Hatta daha kötü. Mümkün mertebede sıkma meyve suları, ayran gibi içecekler sizin damak zevkiniz olsun.
10- Her şeyden önemlisi, Hz. Muhammed`in;“ Ümmetim sofraya acıkmadan oturmaz, doymadan kalkar.”sözünden, kendinize pay çıkarın. Çünkü bu, her şeyi açıklamaya yeter de artar bile.

Daha pek çok şey var uyguladığım ya da sizlerin uyguladığı... Hayatı anlamlı kılmak için, doğal yaşama özen gösterin. Doğadan aldığınızı doğaya iade edin ki, doğa da size tekrar gerekenleri hazırlayıp kullanıma hazır hale getirsin. Böylesi hem daha ucuz, hem daha sağlıklı, hem de daha doğal…

Sağlıklı günler dilerim.

Emre Türker

04 Ekim 2011

Doğru kanal, Doğru Yayın, Bilinçli İzleyici

Hayatımızda yeterince dram var diye düşünüyorum. Fakat doymuyoruz. Çünkü dram yüklü gözü yaşlı diziler, ekranlarda misliyle çoğalıyor. Birbirini iğneleyici, reklâmlarla şişirilmiş gereksiz yarışma programları, birbiri ardınca patlıyor.

NTV’yi tebrik ediyorum. Çünkü istikrarlı ve güzel belgesel kuşaklarıyla, haberi dramatik kuşağa dönüştürmemek, sade haber vermek üzere çalışmalarıyla, şahsen beğenimi kazanmış durumda. Takdir ettiğim BBC kanalının harika belgesellerini ve dünyada isim yapmış belgesel filmleri, ekrana taşıyor. Ayrıca yayınevi olarak da, birbiri ardına çıkardığı ve boşluğu dolduran yeni popüler tarih ve bilim dergileriyle, rafları süslüyor. Bununla beraber TRT’nin belgesel atakları, gurur verici. İz TV gibi kanallar ve onları besleyen izleyiciler oldukça ve çoğaldıkça, daha güzel programlar için kaynak sağlanabilir.

Kişisel yaşantımda, ekrana harcadığım vakitler arasından boş programları çıkaralı yıllar oldu. İçi dolmayacak kadar gereksiz tartışma programlarını, faydasız ve ekrana kilitleyen arkası haftaya şeklindeki dramatik dizileri, az sonralarla bezenmiş reklâm dolu medyatik haber şovlarını bırakmak, kişiye müthiş enerji, dopdolu bir zaman, huzur ve keyif veriyor. Çünkü hayatımızda boşa harcanacak kadar gereksiz zaman boşluğu yok.

Belgesel kuşakları, genelde ücretli abonelik gerektiren paket programlarda saklı. Sırf onlar için bu ücreti ödeyecekseniz, klasik ucuz paketler sizin için yeterli olacaktır. Doğru kanalda doğru programları, belli ve planlanmış zaman aralıklarında izlerseniz, bu sizi kaosa sürüklemez.

Unutmayın!
Kendinize ayırdığınız zaman boş değildir. Paha biçilmez zamanınızı çöpe atmayın.

Emre Türker

Picture: flickr

Çözümsüz Çözüm Karmaşası

İstanbul trafiğini mümkün mertebede görmekten kaçan biriyim. Fakat trafiğin göbeğinde trafikten tam anlamıyla kaçmak ne mümkün!!!

İstanbul’un bir yakasından diğerine geçmem gerekti. Bir metrobüs istasyonunun gişesinden geçerek ve merdivenlerden çıkarak araca ulaşmak için, tam 20 dakika insan trafiğini aşmak durumunda kaldım. Beni düşündüren şey beklemek değil, kuyrukta yaşananlardı:

1- Geliş-gidiş olmak üzere merdivende insanlara ayrılmış boşluktan, geliş-gidiş yönüne bakmadan, itirazları dinlemeden her boşluğa birçok kişi hücum ediyor. Araya konulan demirler, zincirler fayda etmiyor. Kişiler demirlerin üstünden atlayıp, birbirinin yoluna tecavüz ediyor. Tıpkı trafikte araçların emniyet şeridini gereksiz yere tıkaması gibi.

2- Sıkışıklık nedeniyle biri görevliye bağırıyor. “Hepi iş işten geçtikten sonra müdahale ediyorsunuz. Bizim toplum, koyun gibi güdülmeye müstahak” Görevli “bi sus be kardeşim” diye cevap veriyor. Sıradakiler birbirine “oyalanma, yürü be kardeşim” diye bağırıyor. Biri hızını alamıyor, “metrobüs şoförüne bağırıyor. Diğeri de telsizle dolaşan görevliye “eline telsiz alan artist oluyor” diye bağırıyor.

KİM ÇÖZÜM ÜRETİYOR?

Bence bizim sorunumuz bu! Çözüm mü üretiyoruz? Yoksa sorun mı çıkarıyoruz?

Hayatımızda yeterince zorluk var. Sorun üzerine sorun eklemek, can sıkıntısını katlamaktan başka bir şey değil.

Hayatta çözüm bulunması gereken o kadar çok problem var ki! Kendiniz çözüm üzerine düşünün. Beklentiniz; çözümün ödüllendirilmesi değil, kendinize ve çevrenize verdiği fayda olsun.

Sorunsuz ve mutlu günler dilerim.

Emre Türker

Picture: deviantart1, deviantart2