31 Ocak 2010

Forrest Gump (1994)

Tür: Komedi / Dram / Romantik / Savaş
Yönetmen: Robert Zemeckis
Süre: 142 dakika
Oyuncular: Tom Hanks, Robin Wright Penn, Gary Sinise, Mykelti Williamson, Sally Field, Rebecca Williams, Michael Conner Humphreys, Harold G. Herthum, George Kelly, Bob Penny, John Randall, Sam Anderson, Margo Moorer, Ione M. Telech, Christine Seabrook, Peter Dobson, Elizabeth Hanks, Hanna Hall, Kevin Mangan, Fay Genens, Sonny Shroyer, Deborah McTeer, Marlena Smalls, Kitty K. Gren, Steven Griffith, Haley Joel Osment, Nora Dunfee
Durakta, elinde bir kutu çikolatayla bankta oturan Forrest Gump (Tom Hanks), hayat hikâyesini anlatmaya başlar. Onu dinleyenler, durakta bekleyen yolcular olacaktır.

Alabama Greenbow’daki büyük malikânede yaşayan Forrest ve annesi (Sally Field), evin odalarını kiralayarak geçinir. Düşük bir IQ’ya sahip Forrest, sırtındaki eğrilik nedeniyle metal desteklerle yürümektedir. Fakat annesi zeki bir kadındır. Onun verdiği örnekler ve sözler sayesinde, bir şekilde eğitimini tamamlamayı başarır. Ayrıca okul servisinde tanıştığı Jenny sayesinde(Robin Wright Penn) mutluluk hep bir adım önünde olacaktır.

Forrest, verilen görevleri ve ondan beklenenleri en iyi şekilde yerine getirmeye çalışır. En azından sonuna kadar mücadele eder. İlk olarak başı beladayken Jenny’nin “koş Forrest koş” sözleriyle koşmaya başlamış, o günden sonra metal desteklerine ihtiyaç duymamıştır. Annesinin “Aptalca davranan aptaldır" sözü, ona “aptal mısın?”diyenlere karşı vereceği tek cevaptır. Çünkü aptalca görünen her hareketi, onun eşsiz mücadelelerinde bir başlangıç olacaktır.

Tom Hanks’in müthiş oyunculuğuyla hayat bulan Forrest Gump karakteriyle, sanki gerçek bir yaşam izleniyor. Doğal bir mutluluk oyunu ve inançla gelen akıl almaz başarı yollarını onunla aşarken, öğreneceğiniz çok şey olacak. Mizahi yönü kuvvetli, dramatik ve oldukça romantik olan film, değer yargıları açısından çok şey ifade ediyor.

Emre Türker

Picture: impawards

30 Ocak 2010

Birinden Bir Şey İstemeden Önce

Gerçek hayattan bir kesit...
Lisenin henüz başlarıdır. Bıyıkları yeni terlemeye başlamış birkaç erkek öğrenciyi fark eden öğretmen, “Gidin! Bıyıklarınızı kestirin ve hemen buraya gelin!” der. Çocuklar gülüşerek dışarıya çıkar. Yaklaşık yarım saat sonra, birer ikişer sınıfa girerler. Fakat bir kişi gelmemiştir. “Arkadaşınızı gören var mı?” sorusuna olumlu yanıt alamayan öğretmen, hafif stres içinde kaşıyla oynamaya başlar. İki seçenek üzerinde düşünür. Ya başına bir şey gelmiş, ya da dersten kaçmıştır. Dersi anlatmaya devam etse de, aklı öğrencidedir. Teneffüs zili çalmasına yakın, çocuk kan-ter içinde içeriye girer. Bıyıklar kesilmiş olmasına rağmen, yüzündeki derin kesikler dikkat çekicidir. Öğrenci özür diler ve yerine oturur. Öğretmen ise biraz üzgün, “aşağıya gel de sana yara bandı vereyim” der.

Acaba öğretmen, nerede hata yapmıştı?

Ergenliğe adım atan öğrenci, tıraş konusunda tecrübesizdir. Çünkü olay şöyle gelişir: Öğrenciler dışarıya çıkar. Fakat bir tanesinin cebinde para yoktur. Parasız olduğunu dile getiremeyen öğrenci, koşarak evine gider. Evde kimse yoktur. Babasının tıraş bıçağını alıp, bıyıklarını kesmeye başlar. Ayrıca tedirgin ve yorgun olduğu için elleri titremektedir. Titreyen elleriyle yüzünün birkaç bölgesini keser. Kanı durdurmak için krem sürse de, fayda etmez. Çektiği acı nedeniyle ağlamaya başlar. Sonrasında evden çıkıp koşarak okuluna döner. Tedirgin ve titremekte olan öğrencinin, gömleğindeki kan lekesi dikkat çekmektedir.

Düşünmeden konuşanlara...

Emre Türker

Picture: deviantart

29 Ocak 2010

Doyduğumuzu Nasıl Anlarız?

Akvaryum hobisiyle uğraşmamış olsanız bile, en azından fanusta bir Japon balığı besleme girişiminde bulunmuşsunuzdur. Aldığınız yemleri suya attıkça, balık iştahla yemlere saldırır. Bu durum hoşunuza gider ve acıkmış balığa yem vermeye devam edersiniz. Bir günün sonunda fanusta bir dram yaşanır, yani balığınız ölür. Neden? Çünkü Japon balıklarının midesi ve doyma hissi yoktur. Ne kadar yem atarsanız o kadar yemek isteyecek, sonunda şişip ölecektir.

İnsan, kendi organizmasına hisleriyle yön verebilmektedir. Açlık, susuzluk gibi fizyolojik içerikli güdüler, dürtü olarak tanımlanır. Fizyolojik ihtiyaçların azalması durumunda hafif bir gerginlik sezersiniz. “Öyle açım ki düşünemiyorum” sözü, bu gerginliğe örnektir. Aslında düşünmenize bir engel yoktur, sadece açlık dürtüsü düşüncenin önüne geçmiştir. İhtiyaç karşılandıkça, gerginlik azalır ve kaybolur.

Yiyeceğin bitmez tükenmez bir ihtiyaç olduğu bilindiğinden, firmalar bu açlığı tetiklemek üzere çalışmalar yapar. Dondurma ya da meyveyi dudaklarına götüren kadın modeli, medyada sıkça görülen etkileme yöntemidir. Özellikle reklâmlarda verilen bu görüntü, hem cinselliği hem de açlık etkisini uyandırmakta, şiddeti arttırarak direnci kırmaya çalışmaktadır. Tıpkı otellerin “herşey dahil” sistemiyle yaptıkları gibi. Birçok insan bu etkiye yenilerek açlık çekmeye başlar. İşte bu cazip teklifler ve davranışın tetikleyicileri, özendirici uyarıcılardır. İhtiyaç fazlası her şey, vücuda zarar verir. Fazla alkolle gelen kusma ve bilinç kaybı, aşırı yemekle sindirim sistemi ve vücudun esnekliğinde zorlanma, sizi ipe bile götürebilir.

Fransız fizyolojist Claude Bernard’ın tanımladığı homeostasis (biyolojik denge) kuramı, ihtiyaç ve güdüye karşı vücudun biyolojik denge durumudur. Isı yükseldiğinde vücudun terlemesi ya da açlık sonrası vücudun yiyeceklere yönelişi, buna örnektir. Bu denge, özendirici uyarıların şiddetli etkisi, düzensiz yeme, olumsuz bilgiler ve kötü alışkanlıklarla bozulabilir. Dünyayı saran Fast food çılgınlığıyla büyüyen obezitelik(şişmanlık), bozulan dengeyi yeterince açıklıyor.

Bizler, en azından Japon balıkları gibi midesiz değiliz. Bizim midesizliğimiz, kişiliğimizde saklı. “Doyduğumuzu nasıl anlarız?” diye sormuştuk. Açlık ile tokluğu kontrol eden ve yönlendiren merkez, hipotalamus’tur. Fakat biz önce gözümüzü doyuralım, gerisi kolay…

Emre Türker

Picture: deviantart

28 Ocak 2010

Ders Kitapları Çok Mu Uzun?


İlköğretim ve lise yıllarında öğretmenler, öğrencilerin yardımcı kitap almasını onaylamaz. Fakat öğrenci; soruları çözmüş, konuları kısaltmış bu özet kitaplara bayılır. Konular ders kitabında sıkıcı gibi görünürken, yardımcılarda az ve öz bilgiler bulunur. Öyleyse bu kitaplar derslerde neden ana kaynak değil?

Yukarıdaki soru, yardımcı kitabı destek için sorulmuş değildir. Amaç, psikolojinin uzun süreli bellek kavramında geçen özümlemenin önemini vurgulamaktır. Özümleme, yeni öğrenilen bilginin, sahip olunan diğer bilgilerle bağlantı kurarak kıyaslanmasıdır. İlköğretim sıralarında öğretmenlerin bilinçli/bilinçsiz “şimdi bu kelimeyi cümle içinde kullanalım” örnekleri, bu durumun başarısından türemiştir. Eğer kelimenin anlamını öğrendikten sonra akılda analiz etmezseniz, yeni bilgiyi muhtemelen unutursunuz. Bir profesör, ders kitabından daha fazla bilgiye sahiptir. Çünkü konuyla ilgili her ayrıntıyı araştırırmış, üzerinde deneysel gözlemler yapmış ve böylece mümkün olan en iyi sonuca yaklaşmıştır. Sahip olması gereken net bilgi, özümlenerek hafızaya kazınmıştır. Yani ne kadar geniş bilgiyi gözden geçirilirse, o kadar fazla şey hatırda kalır.

Bir yemek tarifini öğrenmek için malzemeleri bilmek yeterli değildir. Yemek pişirmek için, daha önce başarıyla uygulanan ve paylaşılan yöntemi izlemelisiniz.

Anadolu Üniversitesi’nin uzaktan eğitim sistemi AÖF’de öğrencilere sunulan ders kitapları, bu konuda oldukça iyi bir yapıya sahiptir. Kitap hazırlığında uzmanlar, yeterince kaynak sorgulaması yaparak, dikkat içeren sözler, net örnekler ve ayrıntısal yaklaşımlarla konuya odaksal yaklaşmış, farklı kitap tavsiyelerinde bulunmuşlardır. AÖF sistemindeki öğrencilerin sayısal çokluğu, yayınevlerinin ilgisini çeker. Hazırlanan yardımcı kitaplar ise, önemle vurgulanan noktaları dikkate alır. Bunu; vurgulu kelimelerden, maddelerden, tanımlamalardan ve örnek sorulardan çıkarırlar. Eğer öğrenci sadece yardımcı kitapları dikkate alırsa, ezbere yönlenecektir. Ezber, uzun süreli bilginin oluşmasını engeller. Fakat bununla beraber ana dersin kaynak kitabı incelenmişse, yardımcı kitaplar tekrar amaçlı fayda sağlayabilir.

Bugün piyasadaki birçok modüler set (her ders için ayrı kitap), uzaktan eğitim sistemindeki uzmanların yöntemini kopyalıyor. Anlatımda doğru özet, can alıcı örnekler ve sorular, kalın veya italik seçimlerle vurgulanmış kelime/cümlelerle, en iyi yardımcı kaynak konusunda yayınevleri birbiriyle yarışıyor. Yardımcı kaynağın iyi olup olmadığını analiz için, ana kaynağı tanımalısınız.

Yardımcı kitaplar size sınav kazandırabilir. Fakat bilgiyi hayatınızda kullanmak istiyorsanız, ana kaynakları okumaya, hatta ana kaynakların önerdiği kitapları incelemeye özen gösterin. Unutmayın ki kestirme yollar, ancak ana yoldan en az bir kere geçmişlerin alternatifi olmuştur.

Emre Türker

Picture: flickr

The Fall (2006)

Türkçe Adı: Düşüş
Tür: Macera / Dram / Fantastik
Yönetmen: Tarsem Singh
Süre: 117 dakika
Oyuncular: Catinca Untaru, Lee Pace, Justine Waddell, Kim Uylenbroek, Aiden Lithgow, Sean Gilder, Ronald France, Andrew Roussouw, Michael Huff, Grant Swanby, Emil Hostina, Robin Smith, Jeetu Verma, Leo Bill, Marcus Wesley

Kırık kolu nedeniyle hastanede tedavi gören küçük Alexandria (Catinca Untaru), belinden aşağısı tutmayan genç Roy’la (Lee Pace) tanışır. Roy, etkili hikâyelerle küçük Alexandria’yı büyüler. Daima en heyecanlı yerinde hikâyesine ara veren Roy, böylece bu kısa ziyaretleri devamlı kılacaktır.

Hikâyeye gelince… Bir adada sürgün bırakmış 5 kişinin tek ortak yanı, zalim Vali Odious’tan nefretleridir. Bu 5 kişi; Hintli (Jeetu Verma), patlayıcı uzmanı Luigi (Robin Smith), eski bir köle Otta Benga (Marcus Wesley), İngiliz doğa bilimcisi Charles Darwin (Leo Bill) ve kardeşi idam edilecek olan maskeli hayduttur (Lee Pace). Aralarında plan yaparlar. Önce adadan kaçacak, sonra maskeli haydudun kardeşini idamdan kurtaracak ve ardından Vali Odious’un peşine düşeceklerdir. Fakat binlerce askeri olan zalim Odious’a ulaşmak, hiç de kolay olmayacaktır.

Masalsı bir havada geçen film, çocukların gerçeküstü olaylara karşı merakına dikkat çekiyor. Dünyayı fantastik perdenin ardından anlatarak, gerçekle bağ kuruyor. Görselliğe özen gösteren ve standardın dışında bir çizgiye sahip olan The Fall, modern yapımların takipçilerine tavsiyedir.

Emre Türker

Picture: impawards

27 Ocak 2010

İkili Tartışmalarda Üçüncü Kişi Sendromu


Bazı tartışmalarda çiftler, yüz yüze konuşmayı sürdürmek istemez. Özellikle yanlarında birileri varsa, iletişimde onu kullanma girişiminde bulunabilirler. Bu bir çeşit kulaktan kulağa oyunudur. Fakat fiskoslu değil, sesli olarak…

Tartışma boyutunun iki kişi arasından çıkıp toplum içine taşması, gerçekten tedirgin edici ve tehlikelidir. Kavganın şahitleri, bu şahitlikten huzursuzdur. İskoç psikiyatr Ronald David Laing, akıl sağlığı ve psikozlar hakkında önemli araştırmalar yapmıştır. Aileyle ilgili bir gözleminde, anne-baba tartışmalarında aracı olmuş bir şizofrenden bahseder. 17 yaşındaki şizofren hastası Jane, kendini tenis topu zannetmektedir. Sadece önüne konan yemeği yer, verilen kıyafeti giyer vs. Onun haricinde tepkisizdir. Sebepsel düşünce ise şöyledir: Jane, henüz küçük bir çocukken, anne ve babasının kavgalarına defalarca tanık olur. Mesela tartışma sonrası yemekteyken annesi, “Babana söyle tuzu versin” derken, babası konuşmayı “Annene söyle tuzu kendi alsın” şeklinde sürdürür ve Jane, bu olumsuz çerçevede tepkisiz kalır. Masumane görünen ikili atışmalar, film karelerine genelde olarak sempatik bir havada yansır. Oysa bu tartışmaların çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi, inkâr edilemez.

Yaşam mücadelesindeki stres ve çevre baskısı, bireylerin ani çıkışlarına ve sinir boşalmalarına sebep olabilir. Bu durumda dikkat edilmesi gereken en önemli şey, bireylerin kendi olumsuzluklarını başkasına yüklemekten kaçınması, gerekirse profesyonel yardım almasıdır.

Emre Türler

Picture. deviantart

P.S. I Love You (2007)

Türkçe Adı: Not: Seni Seviyorum (2007)
Tür: Dram / Romantik
Yönetmen: Richard LaGravenese
Süre: 126 dakika
Oyuncular: Hilary Swank, Gerard Butler, Lisa Kudrow, Gina Gershon, James Marsters, Kathy Bates, Harry Connick Jr., Nellie McKay, Jeffrey Dean Morgan, Christopher Whalen, Dean Winters, Anne Kent, Brian McGrath, Sherie Rene Scott, Susan Blackwell, Michael Countryman, Brian Munn

Uyumlu çift Holly (Hilary Swank) ve Gerry (Gerard Butler), hayalleri ve beklentileriyle mutlu yaşarlar. Fakat beynindeki tümör nedeniyle Gerry, 35 yaşında hayata gözlerini yumar. Haftalar boyu evine kapanan Holly’i, doğum gününde annesi Patricia (Kathy Bates), arkadaşları Denise (Lisa Kudrow) ve Sharon (Gina Gershon) teselli edecektir. O gün Holly adına sipariş verilmiş bir doğum günü pastası gelir. Gönderen Gerry’dir. Ölmeden önce karısına mektuplar yazmış ve bunu sürprizlerle süslemiştir. Böylece onu bir süre daha yalnız bırakmayacaktır.

Biraz masalsı, fakat gerçek aşkın başka değerlerle kıyaslanamayacağını gösteriyor. Romantik severler için alternatif olabilir.

Emre Türker

Picture: impawards

26 Ocak 2010

Neden Konsantre Olamıyoruz?


Çalışırken, okurken, yazarken veya dinlerken, çoğu zaman ipin ucunu kaçırırız. O noktadan sonra akıl; kısa hayaller, hatıralar veya sorunlarla meşgul olur. Kendimize geldiğimizde ise toparlanmak hiç kolay olmayacaktır.

Kısaca neden konsantre olamıyoruz?

1 – Mola: Uzun süreli konferanslarda, akıcı olmayan, sürekli bilgi aktaran ve kısa dinlenmelere vakit ayırmayan konuşmalar, boşa nefes tüketmekten öteye gidemez.
2 – Uyku: Düzenli uyumuyorsanız, uykusuzsanız, fazla uyumuşsanız, dikkatinizi toplayamazsınız. Boşa kürek sallar, başarılı bir sona ulaşamazsınız.
3 – Stres: Aklınız bir noktada takılıp kaldıysa, takıntılıysanız, çevrenizde olup bitenlerden çabuk etkileniyorsanız, genel anlamda gerginsiniz demektir. Huzursuzluk, bilgiyi doğru şekillendirmede büyük bir engeldir.
4 – Tepki: Normalüstü heyecan, önyargılı veya korunmacı yaklaşımlar, yeni bir aşk gibi olgular, aşırı tepkiyi tetikler. Etkiyle tepki çatışmasında, hiçbir şeyin araya girmesine müsaade etmezsiniz.
5- Açlık/Tokluk: Hz. Muhammed’in (S.A.S.) hadislerinden gelen “acıkmadan yemek yememek ve doymadan önce kalkmak”, durumu anlatıyor. Aşırı tokluk ve şişkinlik, beyne yeterli oksijen gitmesini engellediği gibi, yeterli yakıtı almayan aç vücut, toparlanamaz.

Uykusuzluk haricindeki diğer durumlar, kapasitenizi boş tekrarlarla doldurur. Yorulan bilinç, önemli işlere vakit ayıramaz. Uykusuzluk ya da aşırı uyku durumunda ise, dibi delik bir bardağa dönüşürsünüz. Duyularla topladıklarınızı algılayamazsınız.

Nasıl konsantre oluruz?

1 – “Aynı anda bir sürü işi başarabiliyor” sözlerinden gururlanmayın. Bunlar genelde kısa süreli iltifatlardır. Aynı anda 10 işle uğraşacağınıza, önemine sırasına göre düzenli çalışın.
2 – 20-50 dakika sınırları, konsantre açısından uygundur. Size uygun süreyi belirledikten sonra, mola vermeyi unutmayın. Bu mola, kısa süreli gözleri kapamak olabilir.
3 – Bilinmeyen kavramlar ilgi çektiği kadar, sıkıcı da olabilir. Bilinmeyeni çekici hale getirmek sizin elinizde. Ne kadar çok ön hazırlık yaparsanız, o kadar iyi konsantre olursunuz.
4 – Aldığınız her bilgide devam için, soru sorun, soru hazırlayın ve not tutun.
5 – Baktığınız yerleri ne kadar görüyorsunuz? Hayal kurduğunuz zaman fikirleri genişletebiliyor musunuz? Bazı zamanlar detayları irdeleyin. Bak, gör, araştır ve tanımla, önemli alıştırmalardan biridir.
6 – Duruş şekliniz konumunuzu belirler. Örneğin masada okumak, yatakta okumak ve koltukta okumak, birbirinden çok farklıdır. Masada ve dik şekilde okuma, sizi konuya daha fazla bağlayacaktır.

Alışkanlık; genelde farkında olmadığımız, sonradan kontrolden çıkan ve düzenli düzensiz devam eden davranışlar bütünüdür. Öyleyse doğru yöntemlerin uygulama sıklığı, başarıyı getirecektir. Yani sürekli bir konsantrasyon, alışkanlığa dönüştürülebilir.

Emre Türker

NOT: Konu ve anlatımı sevdiyseniz, Dalgın Ahmet Çalışmaya Çalışıyor ilginizi çekebilir.

Picture: flickr

Up in the Air (2009)

Türkçe Adı: Aklı Havada
Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Jason Reitman
Süre: 109 dakika
Oyuncular: George Clooney, Vera Farmiga, Anna Kendrick, Jason Bateman, Amy Morton, Melanie Lynskey, J.K. Simmons, Sam Elliott, Danny McBride, Zach Galifianakis, Chris Lowell, Steve Eastin, Marvin Young, Lucas MacFadden, Adrienne Lamping

Şirketlerin işten çıkarma aşamasında personeliyle diyalogu, oldukça zor bir durumdur. Bu nedenle olayı daha profesyonel yoldan çözmek için danışmanlarla anlaşırlar. Ryan Bingham (George Clooney), şirketi adına çalışan bu danışmanlardan biridir. Hayatının büyük bir kısmını havayollarında geçiren Ryan, iş gezilerinden birinde Alex’le (Vera Farmiga) tanışır. Alex, Ryan’ın koşuşturmalarındaki aşk kaçamağı olacaktır.

Şirketin yeni personellerinden Natalie Keener (Anna Kendrick), iş yolculuklarının maliyetini önleme açısından bir proje önerir. Böylece aktif ziyaretler kalkacak, işlemler internet kanalıyla çözülecektir. Öneri haklı bulunsa da, olayın etik durumu tartışılmaktadır. Üstelik bu durum, Ryan’ın aktif seyahatlerindeki son demektir.

İşsizlik, insanların dramatize durumu ve bunun profesyonellikteki ruhsuzluğu, filmi güncel zamanda iyi konuma getiriyor. Sinemanın pek alışık olmadığı bir konusu var. Bu anlamda görülmeye değer.

Emre Türker

Picture: impawards

25 Ocak 2010

View from the Top (2003)

Türkçe Adı: Zirveye Tırmanış
Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Bruno Barreto
Süre: 87 dakika
Oyuncular: Gwyneth Paltrow, Christina Applegate, Mark Ruffalo, Candice Bergen, Joshua Malina, Kelly Preston, Rob Lowe, Mike Myers, Marc Blucas, Stacey Dash, Jon Polito, Concetta Tomei, Robyn Peterson, Nadia Dajani, John Francis Daley

Nevada'nın küçük bir kasabası olan Silver Spring’de yaşayan küçük Donna Jensen’in (Gwyneth Paltrow) en büyük hayali, bir an önce oradan kurtulmaktır. Çünkü gösteri kızı olarak çalışan annesi ve alkolik babası, ona pek yardımcı olacak gibi görünmemektedir.

Yılar geçip Donna genç kız olduğunda, pek bir şey değişmemiştir. Hatta çalıştığı marketten çıkarılmış ve erkek arkadaşı onu doğum gününde terk etmiştir. Tam bir umutsuz vaka gibi görünürken, televizyonda eski hostes Sally Weston’ı (Candice Bergen) görür. İşte o anda, gerçekleştirmek istediği hayalleri aklına gelir. Hostes olmak, yani uçup gitmek…

Başarıya olan inanç, eğlenceli bir havada izleyiciye aktarılıyor. Çok gerçekçi görünmese de, hoş vakit geçirmek için izlenebilir. Film daha çok Donna Jensen’in fiziki görüntüsüne yoğunlaşmış. Romantik komedi sevenlerin beğenisini kazanacaktır.

Emre Türker

Picture: impawards

Julie & Julia (2009)

Tür: Biyografi / Romantik / Dram / Komedi
Yönetmen: Nora Ephron
Süre: 123 dakika
Oyuncular: Meryl Streep, Amy Adams, Stanley Tucci, Chris Messina, Linda Emond, Helen Carey, Mary Lynn Rajskub, Jane Lynch, Joan Juliet Buck, Crystal Noelle, George Bartenieff, Vanessa Ferlito, Casey Wilson, Jillian Bach, Andrew Garman

Yıl 1949. Eşi Paul’un (Stanley Tucci) elçilikteki görevi nedeniyle Fransa’ya yerleşen Amerikalı Julia Child (Meryl Streep), boş durmaktan hoşlanmayan biridir. Bu nedenle Fransızca dil kursu gibi birçok aktiviteye katılmıştır. Fakat yemek pişirmede uzmanlaşmak için gittiği aşçılık kursu, tam ona göredir. Fransız yemek tariflerinin İngilizce çevirisini piyasada bulamayınca, çalışmalara başlar. Artık kendi ustalığını ve tecrübelerini de katacak ve hayalindeki mükemmel kitabı oluşturacaktır.

Yıl 2002. New York’ta derme çatma bir daireye oturan Julie (Amy Adams) ve Eric Powell (Chris Messina), düşük gelirlerine rağmen mutludur. Fakat Julie, iş hayatı haricinde kendini boşlukta görmektedir. Bunun üzerine eşi Eric, ona blog yazmasını önerir. Yemek pişirme konusunda Julia Child hayranı olan Julie, onun tüm yemek tariflerini pişirerek, deneyimlerini bir yıl içinde blogunda yazma kararı alır. Hatta bu öyle bir tutkuya dönüşür ki, artık yazmadan geçirdiği tek bir gün bile olmayacaktır.

Amerikalı ünlü şef Julia Child ve ona hayran yazar Julie Powell’un (Amy Adams) dönüşümlü olarak hayatlarından kesitler sunan film, gerçek iki hayat öyküsünden alınmış. Film, zaten Julie Powell’un kendi kitabından beyazperdeye uyarlanmıştır. Bu biyografik yapımı izlenirken, azmin zaferi hakkında öğreneceğiniz çok şey olacak. İzlemeye değer…

Emre Türker

Picture: impawards

24 Ocak 2010

It's Complicated (2009)

Türkçe Adı: İlişki Durumu: Karmaşık (2009)
Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Nancy Meyers
Süre: 120 dakika
Oyuncular: Meryl Streep, Steve Martin, Alec Baldwin, John Krasinski, Lake Bell, Mary Kay Place, Rita Wilson, Alexandra Wentworth, Hunter Parrish, Zoe Kazan, Caitlin Fitzgerald, Emjay Anthony, Nora Dunn, Bruce Altman, Robert Curtis Brown

Yaklaşık 10 yıl önce boşanan Jane (Meryl Streep) ve Jake Adler (Alec Baldwin), arkadaşlarının yıldönümü partisinde tekrar bir araya gelir. Jake, boşandıktan sonra genç Agness’le (Lake Bell) evlenmiştir. Jane’in ise gerçek bir ilişkisi olmamıştır.

Oğulları Luke’ün (Hunter Parrish) mezuniyetine katılmak üzere her ikisi de tesadüfen aynı otelde yer ayırtır. Akşam yemeği ardından barda tekrar karşılaşan eski çift, koyu sohbet ve aldıkları yoğun alkolün de etkisiyle geceyi birlikte geçirir. Bu onların yasak aşklarında bir başlangıçtır. Bundan sonraki gizli kaçamaklarda, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu sorgulamaya başlayacaklardır.

Genelde alışılagelen genç romantik komedilere mükemmel bir alternatif olduğu söylenebilir. Kadrodaki önemli isimler, filmin seyir zevkini arttırıyor. Fakat uyuşturucuyla ilgili mizahlaştırılmış özendirici hava, tepki alabilir. Sonuna kadar sıkmayan, ilişkilerin durumunu geleneksel düşüncelerle sorgulayan bir yapımdır.

Emre Türker

Picture: impawards

23 Ocak 2010

Sherlock Holmes (2009)

Tür: Polisiye / Macera / Gizem / Gerilim
Yönetmen: Guy Ritchie
Süre: 128 dakika
Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Mark Strong, Eddie Marsan, Robert Maillet, Geraldine James, Kelly Reilly, William Houston, Hans Matheson, James Fox, William Hope, Clive Russell, Oran Gurel, David Garrick

Mükemmel önsezi ve görsel yoruma sahip dedektif Sherlock Holmes (Robert Downey Jr.), yakın dostu doktor John Watson’la (Jude Law) birlikte, tarikat lideri Lord Blackwood’u (Mark Strong) suçüstü yakalar. İdam edilen suçlunun öldüğü, bizzat dr. John’un kendisi tarafından teyit edilmiştir.

Olayın ardından Blackwood’un mezarından çıktığı görülür. Mezardaki tabutta ise başka bir ceset bulunmuştur. Tüm bunların zekice bir plan mı, yoksa gerçek bir büyü mü olduğu, çözülmesi gereken bilmecedir. Olaylar aydınlatılmadığı takdirde Blackwood’un kara ünü, onun gücüne güç katacaktır.

Sir Arthur Conan Doyle’nin hayali kahramanı Sherlock Holmes, zengin oyuncu kadrosuyla oldukça iyi sinemaya uyarlanmış. Görsel öğeler ve kostümün zamana uygunluğu dikkat çekici. 6 Ocak 1854'de İngiltere doğan Sherlock Holmes’ün Baker Sokak 221B’deki evi, filmde koşullara uygun olarak dizayn edilmiş. Filmin sonu, devamının geleceğine işaret ediyor.

Emre Türker

Picture: impawards

22 Ocak 2010

Adam (2009)

Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Max Mayer
Süre: 99 Dakika
Oyuncular: Hugh Dancy, Rose Byrne, Peter Gallagher, Amy Irving, Frankie Faison, Mark Linn-Baker, Haviland Morris, Adam LeFevre, Mike Hodge, Peter O'Hara, John Rothman, Terry Walters, Susan Porro, Maddie Corman, Jeff Hiller

29 yaşındaki elektronik mühendisi Adam Raki (Hugh Dancy), hayatının şekillenmesinde büyük payı olan babasını kaybeder. Üstelik çalıştığı oyuncak firması, Adam’ın pahalı tasarımlarından şikâyetçidir.
 
Apartmanın üst katına yeni taşınan Beth Buchwald (Rose Byrne), yazdığı çocuk kitabına malzeme toplamak için anaokulunda çalışmaktadır. Adam’ı ilk gördüğü andan itibaren ondan etkilenmiş, fakat konuşma girişimlerinde beklediği ilgiyi görememiştir. Çünkü Adam, empati (karşındaki kişinin duygularını anlama hissiyatı, bir çeşit kendini onun yerine koyma işlemi) eksikliği olarak bilinen Asperger sendromu hastasıdır. Sorunu öğrenen Beth, Adam’ı anlayabilmek için normalden daha fazla çaba göstermeye başlayacaktır.
 
Harika bir psikolojik yapım olan film, Küçük Prens kitabından özet cümlelerle başlıyor. Otizm hastalığının bir çeşidi sayılan Asperger sendromu hakkında izleyici bilgilendirilirken, azim, aşk, mücadele gibi kavramlar sıkça içeriğinde yer buluyor. Türünü sevenlere tavsiyedir.
 
Emre Türker

Picture: impawards

21 Ocak 2010

Mükemmel Çalışma Alanı Projesi


Onu bekleyen çok önemli sınavlar vardı. Dersler özenle çalışılmalı, yanılma payı en aza indirgenmeliydi. Bu nedenle kusursuz bir çalışma sistemi belirleyerek, odasını yeniden düzenledi. Ve böylece her şey mükemmel işledi. Plan işe yaradı ve sınavlar başarıyla tamamlandı.

Başarılı çalışma sistemini, çevresiyle paylaşma kararı aldı. Bu sayede herkes onun deneyimlerinden faydalanabilecek ve sistemin mükemmelliğini görebilecekti. Projeyi destekleyenler fikre yatırım yapınca, çalışma ortamı mükemmel bir etüt merkezine dönüştü. Herkes bilgi için kaynak getiriyor ve eklemeler yapabiliyordu. Sponsorlar sayesinde kimseden para talep edilmemişti.

Genç adam, yeni iş hayatı nedeniyle çalışma merkezine vakit ayıramadı. Duyumları başta iyi yöndeydi. Herkes alıyor, veriyor, anlıyor ve anlatıyordu. Fakat bir şeyler yanlış dönmeye başlamıştı. Çünkü ziyaretçi sayısı arttığı halde, başarı oranı gittikçe azalıyordu.

İncelemek için etüt merkezine gittiğinde, gördüklerine inanamadı. Kitaplar darmadağın, yiyecek artıkları ortada ve pislik nedeniyle sterilizasyon kalmamıştı. Yerde kendi tarih kitaplarından birini buldu. Kirli sayfaları çevirirken şok oldu. Çünkü tarih kitabındaki bilgiler, eski zamanların erotik resimlerine dönüşmüştü. Matematik kitabında aşk problemleri, coğrafyada kadının sert yamaçları gibi tanımlamalar mevcuttu. Ayrıca çok sayıda karalamalar ve anlamsız kelimeler bulunuyordu. O ara içeriye giren küçük bir kız, “en çok okunanlar” rafına yöneldi. Uzanıp aldığı hikâye kitabının kapağında “Alice harikalar diyarını bırak, gerçeklere bak” yazıyordu. “İlginç bir kitap” dedi ve alıp dışarı çıktı.

Mükemmel işleyen sistem, fayda bekleyen insanın kendisi tarafından yok edilmişti.

Aslında hikâyedeki sonundaki çöküşü, şu an fazlasıyla yaşıyoruz. Gereksiz televizyon programları, sokakta göz boyayan ışıklar ve her şeyden önemlisi küresel bir dev, yani internet. Bundan bir zaman önce sanal ortamda kaynak araştırmak çok keyifliydi. Şimdi ise birçok internet sitesinin zararlı yazılımları yüzünden, içi bomboş bilgilere yönlendiriliyoruz. Bir sürü gereksiz ayrıntıyla zihnimiz bulanıyor. Zorla tıklatılan reklâmlar, virüslü ve fake (sahte) dosyalar, bozulmuş kaynaklar, amacından sapmış gazete siteleri…

Kitapçılarda artık daha fazla yayın var. Fakat dış kapaklarındaki etkili yazı ve görsel şemalar, birçoğunun içindeki değersiz ve tehlikeli bilgileri örtüyor. Artık insanlar ne okuyacağını, hangi amaca yöneleceğini şaşırmış durumda. Yakında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta zorlanabiliriz. Çünkü çöplük gittikçe büyüyor.

Emre Türker

NOT: Konu ve anlatımı sevdiyseniz, Tabiatın Gözyaşı ilginizi çekebilir.

Picture: flickr

19 Ocak 2010

Bilinçsiz Duygu Sömürüleri ve Mutlulukta Saflık


Çocukken gördüğüm ve bana cazip gelen her şeyi istermişim. Ağlarken ailemin gözyaşıma karşı hassasiyeti, belki de bilinçsiz ilk duygu sömürüleri. Israrlara kayıtsız kalmayı öğrenseydik, duyguları sömürmeye çalışır mıydık? Her ağlayan bebeğe yalancı emzik verip susturmak, bu anlamda bana anormal gelmiştir.

Yukarıdaki fotoğraf karesinde, bir çocuğun talebi sonrası yakalanmış an görülüyor. Vazgeçilmez örgü bebeği, köy okulunun bahçesindeki bozuk zeminde, ilk pedal çevirmenin eşsiz keyfi. Mutluluk ve saflık adına, var mıdır bundan ötesi?

Emre Türker

18 Ocak 2010

Kısa Süreli Bellek

Uzun süreli hafızanın başlangıç aşaması

Bellek bize bir bilgisayar parçasını çağrıştırabilir. RAM adı verilen bu parça, bilgisayara elektrik geldiği sürece işlemciden gelen bilgileri saklar. Tıpkı beyindeki kısa süreli bellek gibi. Gelişim ve hafıza kitaplarında anlatılan uzun süreli bellek araştırmaları, bu kısa belleğin ikinci aşamasıdır.

Hayat boyu insanlar bir şeyler öğrenir, unutur ya da anımsar. Bellek, bilgiyi saklayan ve gerektiğinde geri getiren işlemlerdir. Bilgiyi saklamak için gelen duyumları önce kodlar, sonra depolar ve zihin raflarına yerleştirir. Kodlama, gelen duyumları anlamlandırma yöntemidir. Başka bir deyişle, bilgiyi işleyerek saklanmaya hazır duruma getirmektir. Bu nedenle kavramları isimlendirirken karmaşık değil, anlamlı harfleri seçeriz.

Gelen duyumları bellek nasıl saklar?

Kodlama sonrası, sıralama ya da gruplama aşamasına geçeriz.

Şu cümleyi okuyalım: Bellek katkısıyla oluşan, duyularla nesne ve olayları tanımlama aşaması “gaamaıll” olarak tanımlanır. Böyle bir tanım olsa, kolay hatırlar mıydınız? Peki, “gaamaıll” kelimesini “algılama” olarak yeniden düzenlersek, bir şey değişir mi? Kesinlikle çok şey değişir. Bu bize anlamlı sıralamayı göstermektedir. 145319231881 sayısını akılda tutmak zordur. Peki, ya bu sayıyı tarihsel parçalara ayırırsak! 1453 (İstanbul fethi) 1923 (Cumhuriyet İlanı) 1881 (Atatürk’ün doğumu) Şimdi nasıl? Psikolojide bunun tanımlaması, kümeleme olarak bilinir. Kısaca kümeleme, bilgiyi anlamlı birimler halinde gruplamaktır.

Bellekteki kısa bilgiyi aktarmak için, genelde tekrar ederiz. Mesela bir telefon numarasını kâğıda dökmeden önce birkaç kez tekrarladığımız gibi. Bu anlamda bilgiyi öğrenirken (mesela ders çalışırken) tekrarın ne derece önemli olduğu görebiliriz. Tabi bu arada sizi olumsuz etkileyecek sonuçlardan uzak durmak şartıyla! Mesela numara ezberlerken, başka birisi sesli şekilde para sayarsa, işiniz zorlaşacaktır. Çünkü o sırada, bozucu etkileşim gerçekleşmektedir.

Bir de fotoğrafsı imgeleme var, yani gördüklerini belleğe aktarma durumu. Yaş ilerledikçe, fotoğrafsı bellek de zayıflar. Çünkü alınan bilgi ve şartlanmalar, algı şeklimizi etkilemektedir.

Son zamanlarda uzmanlar, bilginin hafızadan silinmediği, sadece geri plana atıldığı düşüncesinde birleşiyor. Ne olursa olsun, bilgi tekrar edildikçe önem kazanır, kullanılmayanlar derinlerde kaybolacaktır.

Emre Türker

Picture: flickr

The Invention of Lying (2009)

Tür: Komedi / Romantik
Yönetmen: Ricky Gervais, Matthew Robinson
Süre: 99 dakika
Oyuncular: Ricky Gervais, Jennifer Garner, Jonah Hill, Louis C.K., Jeffrey Tambor, Fionnula Flanagan, Rob Lowe, Tina Fey, Donna Sorbello, Stephanie March, Ruben Santiago-Hudson, John Hodgman, Nathan Corddry, Jimmi Simpson, Martin Star, Philip Seymour Hoffman, Edward Norton

Yalanın icat olmadığı bir toplum düşünün. Herkes doğruyu söylüyor, birbirini kırsa bile.

Çalıştığı film şirketinde başarısız senaryolarından dolayı işten çıkarılan Mark Bellison (Ricky Gervais), aynı zamanda sıradan bir tiptir. Zaten arkadaşının aracılığıyla buluştuğu güzel Anna McDoogles (Jennifer Garner) ona hiçbir ilgi göstermemiştir. İşsiz olduğundan dolayı kirayı ödeyemeyecek ve ev aramaya başlayacaktır. Bankadaki son parası, ancak taşınma masraflarını karşılayacak kadardır, tabi eğer yalan söylemezse!

Yalan olmasaydı, dünya mükemmel olur muydu? Philip Seymour Hoffman, Edward Norton gibi oyuncuların konuk olarak katkıda bulunduğu film, bu düşünceden yola çıkan ilginç bir ironi. İnanç kültürüne mizahi bakış açısı, bazı kitlelerin tepkisini çekecektir. Fakat genel anlamda düşündürücü, eğlenceli ve her şeyden önce orijinal bir yapım.

Emre Türker

Picture: impawards

17 Ocak 2010

The Rebound (2009)

Tür: Romantik / Komedi
Yönetmen: Bart Freundlich
Süre: 97 dakika
Oyuncular: Catherine Zeta-Jones, Justin Bartha, Rob Kerkovich, Steve Antonucci, Marc Alan Austen, Paul Basile, Robert Bizik, Andrew Stephen Bradley, Daniel Burress, Megan Byrne, Alana Cadiz

İki çocuk annesi Sandy (Catherine Zeta-Jones), oğlu Frank’in doğum günü kayıtlarına bakarken, kocasının partide başkasıyla birlikte olduğunu görür. Çocuklarını alıp şehre taşınan Sandy, evlendikten sonra hiç çalışmamış olmasına rağmen girişkenliği sayesinde bir televizyon kanalında analist olarak işe başlar.

Genç yaştaki Aram Finklestein (Justin Bartha), boşanma planları içindedir. Çünkü aşk yaşadığını sandığı eşi onunla sevgiden değil, ülkede kalıp vatandaşlık hakkı elde etmek için evlenmiştir. Şimdi ise Aram, bir kafeteryada çalışarak vakit geçirmektedir.

Sandy, Aram’ın çalıştığı kafeteryaya gelir. Çocuklarının Aram’la iyi anlaşması üzerine ona dadılık teklif eder. Aram, bu işten oldukça keyif almanın yanında, Sandy’e karşı da boş değildir. Aradaki en büyük sorun, ikisi arasındaki yaş farkı olacaktır.

Kısa bir karede, İstanbul’da çekilmiş görüntüler de var. Uçuk kaçık, seyirciyi eğlendirecek bir romantik komedi. Bu tarzdan hoşlananların beğeneceğini umuyoruz.

Emre Türker

Picture: impawards

16 Ocak 2010

Eğitimde Özele Talebin Sebebi Nedir?


Öğrencilerin, özel eğitime karşı daimi bir hayranlığı varsayılır. Bunun sebebi, yabancı dilden argomuza karışan cool olmaktan mı kaynaklanıyor, yoksa sistemindeki bir yanlışlıktan mı?

Sistemin hatası, insanın gerisinde kalmaktadır. Çünkü sistemi uygulayan ve başaran, insandır.

Özel Okullarda;

Eğitim, araştırmalar sonucu öğrenciye sunulur.
Öğrenci uğraşsın diye değil, ona fayda sağlasın diye ödev verilir.
— Bilgi aktarımındaki başarı, sınıfın genel ortalamasındaki istatistiklerle ölçülür.
Başarısızlığın sebebi irdelenir. Başarısızlıkta ilk sorgulanan öğrenci değil, öğretmendir.
Pekiştirici örneklerle çalışılır. Çünkü konunun anlaşılması çok önemlidir.
Öğrencinin özel sorunlarıyla ilgilenilmektedir.
Bilginin bellekten geri getirilmesi yönteminde “tanıma” olarak ifade edilen test sistemi, sınavlarda daha fazla uygulanır. (“hatırlama” tanımına örnek ise, klasik yazılı sınavlar)
Öğrenci notla tehdit edilmez.
Zor hatırlanan gereksiz ayrıntılar, soru olarak hazırlanmaz. Seviye tespit ve meslek seçim sınavlarına uygun sorular tercih edilir.
Öğretmenin özel hayatı, dersi etkileyemez.
Hafızanın dinç kalmasında en etkili yöntem olan dil eğitimi, ön plandadır.
Amaç sadece öğretmek değil, aynı zamanda öğrenciyi sosyalleştirmektir. Bu nedenle aktiviteler sıkça düzenlenir.

Özel okul haricinde bu özelliklerin çoğunu göremiyoruz. Öğrencinin geleceği söz konusuyken, bazı öğretmenlerin kişisel sorunlarını okula taşıması, şiddet, kişisel başarısızlık ve yancı tutum, gerçekten üzücüdür.

IQ testlerinde, özel okul öğrencilerinin daha yüksek puan aldığı gözlemlenmiştir. Bu onların daha zeki olduğunu değil, daha iyi eğitim aldığını gösterir. Bazı çocuklar özel gayretle, gitmedikleri özele erişebilmektedir. Bunun yanında bilinçli ailenin etkisi (çocuk gelişimi ve eğitim konusunda araştırma yapan, danışma desteği alan vs) hiç de yabana atılacak gibi değildir. Öğretmene saygı ve başarıya odaklılıkta, alenin etkisi çok büyüktür.

Emre Türker

Picture: flickr

15 Ocak 2010

Ne Çok Sevdik Şu Dramı


“Hafif bir rüzgâr esti sanki. Örtün üzerimi. Üşüdüğümden değil, ışığı görmek istemediğimdendir bu dışa kapanma. Şu an bir uçurumun kenarındayım. Denizi izliyorum. Fakat bana baktığınızda denizi görmez, acının çığlıklarını duyarsınız. Çünkü baktığım yer mavi değil, siyah. Yapraklar hışırdıyor ama ben sadece dökülen sararmış parçalar görüyorum. Deniz beni çağırıyor. Özür dilerim hayat, şimdi gitmeliyim. Gökyüzü beni içine alacak, deniz bedenimi yutacak ve ben, gideceğim. Sanki hiç gelmemiş gibi…”

Ahenkli acının kafiyeli kelimeleri ruhu okşarken, gizli bir ateş yakar içimizi. Sıcaktan kendimize düşen payı alır, dramdan mutlu oluruz. Üzülür, kahrolur, isyan eder ve sonunda “neden ben?” diye bağırmaya başlarız. Yalnız kalmak isteriz. Yalnız kalınca da, neden diye sormaya devam ederiz. Terk edenler acı çeksin isteriz ve onlar acı çektikçe, seviniriz. Fakat bunu sadistlik olarak tanımlamayız. Bizimle olanlar mutlu olmalı, bizden gidenler acı çekmelidir. Bu bir kuraldır, değişmez.

Ekranlarda acı çekenlere “vah vah” larla destek verir, olayı dile getirenlere teşekkür ederiz. Hayatta hep birileri kutuları açar, kutuların içinden ne çıkacak diye hep beraber alkış tutar bekleriz. Kutu boş çıkarsa “öbür kutuyu niye seçmedin!” diye bağırırız. Oysa şimdiye kadar hayatta açtığımız kaç kutunun boş olduğunu unutmuşuzdur.

Birileri ağlar, birileri acı çeker. Acı çeken hep iyi yazar. Acı çekmeyen bilemez. Aşk, acı çekmektir. Yemeğin tadını veren acıdır. Acı olmadan tatlı bilinmez. Acı, acı, acı…

Her sevginin içinde neden aranır ki acı? Birilerinin ağlarken birilerinin gülmesi, hayatın dengesi midir? Yoksa bu dengeyi belirleyen insan mıdır? Muamma…

Emre Türker

Picture: flickr

14 Ocak 2010

Yaratıcı Zeka

Çok zeki, hırslı veya çalışkan biri, yaratıcı olarak tanımlanabilir mi?

Tony Buzan, “Yaratıcı Zekânın Gücü” adlı kitabında bu kavramı şöyle tanımlamış: “Yaratıcı Zeka; yeni fikirler geliştirme, sorunları orijinal yollarla çözme ve hayal gücü, davranışlar ve verimlilik açısından başkalarından üstün olma yeteneğidir.” Yaratıcılık özelliklerini ise, akılcı, esnek, orijinal, geniş fikir ve sezgi gibi tanımlarla anlatıyor. Alan J. Rowe’nin “Yaratıcı Zeka” adlı kitabındaki tanım ise şöyle: “Yaratıcı zeka, normalde genel zeka diye ele alınan zekadan farklıdır. Yaratıcılık, nasıl düşündüğümüze ve yeni ya da farklı bir şeylere erişmek için duyduğumuz güçlü tutkuya odaklanır.” Onun özellik tanımlamaları hemen hemen aynı. Sezgisel, yenilikçi, hayal gücü ve esinlendirici. Tüm bu tanımların ardından, şu üç maddeye odaklanabiliriz. Orijinallik, akılcılık ve esneklik

Psikolojide yaratıcılık, zekâdan farklı değerlendirilir. Zekânın daha çok çözüm gücüyle, yaratıcılığın ise probleme farklı bir bakış açısı ve riskle bağlantılı olduğu söylenir. Laura Uba ve Karen Huang, yaratıcılığı geliştirmek için şu yolları önermiş:

1- Sonucu düşünmeden, duygulara kapılmadan, yaptığınız işe odaklanın.
2- Merakı tetikleyici şeyler yapın. Örneğin; herhangi bir kitabı alıp ters çevirerek okumaya çalışın, somut görüntülerden farklı olarak soyutu canlandırın ve gerçek nesneleri abartılı düşünün. Mesela, kitap içindeki resimlerin hareket ettiğini düşlemek gibi.
3- Yaptığınız herhangi bir işte, duyu organlarınızın tamamını kullanmaya çalışın.
4- Herhangi bir fikri, bakış açınızı genişleterek eleştirin. Daha önceden görmediğiniz yolları keşfe çıkın.

Fen derslerinden şunu öğrendik: “Hiçbir şey yok olmaz, yoktan da var olmaz” Yaratıcılık, yaratma yeteneği yani yoktan var etmek demektir. Bu tanıma bakınca, kelimenin anlamı tartışılır. Yaratıcılık, daha çok icat ve üretkenlik kelimelerinde aranmalıdır. Çünkü akıl ve fikir zaten vardır. Hayal gücü ve farklılığı üreten beyindir. Fikri ortaya çıkarıp kullanan ve işleyen insandır. Fakat tanım ne kadar hatalı görünse de, böyle kabul görmüş. Bu yüzden açıklamalarda orijinal bilgiyi kullandım.

Emre Türler

Kaynakça: Laura Uba ve Karen Huang – Psychology, Tony Buzan – Yaratıcı Zekânın Gücü, Alan J. Rowe – Yaratıcı Zeka
Picture: flickr

13 Ocak 2010

Broken Embraces (2009)

Türkçe Adı: Kırık Kucaklaşmalar
Orijinal Adı: Los abrazos rotos
Tür: Dram / Romantik / Gerilim
Yönetmen: Pedro Almodóvar
Süre: 127 dakika
Oyuncular: Penélope Cruz, Lluís Homar, Blanca Portillo, José Luis Gómez, Rubén Ochandiano, Tamar Novas, Ángela Molina, Chus Lampreave, Kiti Manver, Lola Dueñas, Mariola Fuentes, Carmen Machi, Kira Miró, Rossy de Palma, Alejo Sauras

Bir zamanlar yönetmen olan Mateo Blanco (Lluís Homar), başka biri olma hayalini Harry Caine lakabıyla yaşamaktadır. Üstelik o artık bir yönetmen değil, gözleri görmeyen bir yazardır. Hayatının her anında ona destek olanlar, iş arkadaşı Judit García (Blanca Portillo) ve onun oğlu Diego (Tamar Novas) olacaktır.

Bir gün kendini Ray X (Rubén Ochandiano) olarak tanıtan genç bir yönetmen adayı ortaya çıkar. Ücreti ne olursa olsun, Harry Caine’den senaryo konusunda yardım isteyecektir. Harry Caine, çok cazip olsa da bu teklifi reddeder. Fakat olumsuz cevabın ardından başka nedenler yatmaktadır. Çünkü Ray, Mateo Blanco’nun kariyerinde kara bir iz bırakan Ernesto Martel’in (José Luis Gómez) oğludur.

Diego, Harry Caine’nin fotoğrafları arasında Lena’nın (Penélope Cruz) resmini görür. 14 yıl önce yaşananlar, Ray’in ortaya çıkışı, fotoğraflar, sırlar ve gizlenen olaylar, artık geçmişin yeniden konuşulması gerektiğini göstermektedir.

Yaşamsal bağlar, cinsellik, yasak aşk ve dramatik hayatlarla dolu film, Pedro Almodóvar’ın tanıdık çizgisini koruyor. Temponun ağır olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Emre Türker

Picture: impawards

Election (1999)

Türkçe Adı: Seçimler
Tür: Komedi / Dram / Romantik
Yönetmen: Alexander Payne
Süre: 103 dakikaOyuncular: Matthew Broderick, Reese Witherspoon, Chris Klein, Jessica Campbell, Phil Reeves, Molly Hagan, Delaney Driscoll, Mark Harelik, Colleen Camp, Frankie Ingrassia, Joel Parks, Matt Malloy, Holmes Osborne, Jeanine Jackson, Loren Nelson

Sosyal faaliyetlerde sürekli ön planda yer alan başarılı öğretmen Jim McAllister (Matthew Broderick), okulunda tam 3 kere yılın öğretmeni seçilmiştir. Ayrıca o; ailesine düşkün, neşeli, öğretmeye ve yardım etmeye aşık bir adamdır.

Tracy Flick (Reese Witherspoon), okulda her alanda ön planda görünen bir isim. Çalışkan, başarılı, aktif ve atılgan. Hiçbir öğrenci ona rakip olamaz. Belki de bu yüzden, öğrenci meclis başkanlığının tek adayıdır. Her yöne profesyonelce bakar, ihanete bile…

Paul Metzler (Chris Klein), belki popüler değildir. Fakat insanlığı ve hayata bakışıyla, okulun en takdir edilen öğrencisi olmuştur. Üvey kardeşi Tammy Metzler (Jessica Campbell) ise, tam bir isyankâr, umursamaz ve farklı seçimleri olan bir kızdır. Ne olursa olsun Paul, onu çok sever.

Kaderin çizgisi bellidir. Fakat onu şekillendiren insandır. Belki de öğretmen olarak Jim McAllister duruma müdahale etmeseydi, olaylar farklı sonuçlanacaktı. Peki neydi tüm yaşananlar?

Election; kabul edelim ya da etmeyelim, doğru ya da yanlış, yaşamın nasıl ilerlediğine dair hazırlanmış eleştirel bir komedidir. Profesyonel, duygusal ve isyankâr yönden olayları gören ve izleyiciye sunan bir yapım olması açısından, başarılı.

Emre Türker

Picture: impawards

12 Ocak 2010

Gitmek mi zor, kalmak mı zor?


Daha önce buralarda bir yerlerde yaşanan hatıraları geride bırakıp, hiç var olmamışçasına gitmek. Sanki hiç solumamış, çiçekleri hiç koklamamışsınız gibi. Buram buram terlenen, kalp çarpıntılarının tavan yaptığı, seslerin yalnız paniklerde oluşan soyut duyumsamalardaki oluştuğu an gibi. Kim bilir kaç kez, o suskun ama gururlu insanın, dik başlı geri dönüş hayallerini kurmuşsunuzdur.

Git-gel’ler, hayatın vazgeçilmez grafikleri. Daha önceki yaşanmışlar ışık tutar geleceğe. Fakat hiç gidilmemişlerdir merak uyandıran. Uzakta bilinen bir karanlık ve siz, hayalde parlayan ışığa doğru koşarsınız. Bazen o karanlık hiç bitmez, bazen de yakamoz parıltıları gittikçe artar ve gittiğiniz yoldan bir daha geriye dönmez istemezsiniz.

Gitmek ve ardından geri dönmek… Geri dönüşlerde “özlemle el açılacak” beklentileri, hüzünle sonuçlanmıştır. Hiç var olmamış gibi, belki hatıralarda silik bir karakter şeklinde, zaman içinde kaybolmuş, yani unutulmuşsunuzdur. Cenaze feryatları gibi olsa da uğurlanışınız, hayat devam eder. El açanlardan çok, öğütlerle karşılaşırsınız. Destekçilerin köstekçilere dönüşümü, yandaşların ise siste dağılımı gerçekleşir. Zaten “Gitme”meniz gerektiği hatırlatılır, an ve an, defalarca.

Tekrar gitmek zorunda kaldığınız anlar var mıdır?

Gitmek... Aşkta gitmek, yolda gitmek, savaşta gitmek, sonra da yitip gitmek…

“Ne gittiğimle övündüm, ne kaldığımla.
Ne zaman gitsem, içimde bir telaş.”

Sazlı-sözlü bir hicaz makamı eşliğinde, “Gitmek mi zor, kalmak mı zor” sözlerinin ardından kadehler tokuşturulurken, ağır sigara dumanları yükselir ve siz, olanlara anlam veremezsiniz.

Sanırım ne gitmek, ne de kalmak,
Zor olanı geriye dönmek olsa gerek…

Emre Türker

Picture: flickr

11 Ocak 2010

The Young Victoria (2009)

Tür: Dram / Tarih / Romantik
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Süre: 105 dakika
Oyuncular: Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany, Miranda Richardson, Jim Broadbent, Thomas Kretschmann, Mark Strong, Jesper Christensen, Harriet Walter, Jeanette Hain, Julian Glover, Michael Maloney, Michiel Huisman, Genevieve O'Reilly, Rachael Stirling, Morven Christie

Victoria (Emily Blunt), İngiltere Kralı William’ın torunudur. Kraliyeti ondan devralacak başka bir çocuk dünyaya gelmemiştir. Bu nedenle sıkı kurallar içeren Kensington Sistemi’nde yetişir. Güncel kitaplar, okula gitmek ve hatta tek başına merdivenlerden inmek bile, ona yasaklanmıştır. Victoria’nın babası ölünce, sözde danışman Sir John Conroy (Mark Strong), Belçika krallığından gelme Victoria’nın annesini (Miranda Richardson) kullanarak, tüm yetkilerin kendisine toplanmasını planlamaktadır. Fakat henüz çocuklu yaşardan itibaren Victoria, bunun farkındadır.

Belçika Kralı Leopold, Victoria’yla gelecek kurması düşüncesiyle yeğeni Prens Albert’i (Rupert Friend) İngiltere’ye gönderir. Böylece Leopold soyu olan Coburg hâkimiyeti, daha da güçlenecektir. Ayrıca bu sayede İngiltere, Belçika’ya da yardım edebilir.

Tüm bu siyasi gerginlik içinde Albert ve Victoria, gerçek aşkı yaşamaya çalışacaktır.

Kraliçe Victoria’nın (I. Victoria) gençliğini konu alan bu biyografik yapım, arka planda geçen bir tarihin ışığında yaşanan aşkı anlatıyor. Romantik havayı solurken, tarih hakkında bilgi edineceksiniz.

Emre Türker

Picture: impawards

Nefes: Vatan Sağolsun (2009)

Tür: Dram
Yönetmen: Levent Semerci
Süre: 128 dakika
Oyuncular: Mete Horozoğlu, Birce Akalay, İlker Kızmaz, Banu Çiçek, Barış Bağcı, Engin Baykal, Özgür Eren Koç

Yıl 1993. Yer, Güneydoğu Karabal Jandarma Karakolu.

Karakola destek için gelen asker grubuna teröristlerin ateş açması sonucu, 2 asker şehit olur. Yüzbaşı ve askerleri karakola vardığında, nöbetçi askeri uyurken görürler. Durumun ciddiyetini fark etmeyen askerleri, derin bir nasihat sonunda affeden komutan, yoldaki pusuyu unutamamıştır.

Askerin tek haberleşme aracı, telsizdir. Kod adı doktor olan teröristlerin başı asker telsizine sızarak komutana tehditler savurunca, arazi araştırmaları arttırılacaktır.

Askerin psikolojik durumu, özlemleri, acısı, eğlencesi ve beklentileri, beyazperdeye profesyonelce aktarılmış. Oyuncuların verilen rolleri ustaca canlandırması, anlatımdaki manayı kuvvetlendiriyor. Son yıllarda en çok konuşulan film olmuştur.

Emre Türker

Picture: sinematurk

Hayvan Çiftliği


Yazar: George Orvell
Çeviren: Celal Üster
Sayfa Sayısı: 160
Kitap Boyutu: 12,5 x 19,5
Yayınevi: Can Yayınları

Bir çiftlikte etkili konuşmalarla diğer hayvanların ilgisini çeken Domuz, yönetimi ele geçirir. Yeni belirlenen ilkeleri şöyledir:

Hiç bir hayvan yatakta yatmayacak
Hiç bir hayvan alkol içmeyecek
Hiç bir hayvan, diğer bir hayvanı öldürmeyecek
Ve bütün hayvanlar eşittir...

Fakat zamanla yönetimdeki domuzlar, kuralları gittikçe kendilerine göre şekillendirecektir.

Tarihe geçmiş bir fabl (ders vermek amacıyla anlatılan, hayvanların kişileştirildiği hikâye türü) örneğidir. Kitabın yıllardır güncelliğini koruması, anlatım ve akıcılıktaki mükemmellikten kaynaklanıyor. 1903-1950 arasında yaşamış George Orvell’ın, işçi sınıfındaki açlığı tanıdığı bilinmektedir. “Paris ve Londra'da Beş Parasız” kitabı, bir çeşit biyografi sayılabilir. Ülkemizde ilk zamanlar çocuk kitabı olarak tanınan kitap, kapitalizme karşı sunulan sosyalizm düşüncesinde, iktidarın ayak oyunlarına eleştiri olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Yazarın en ünlü yapıtları, “1984” ve “Hayvan Çiftliği” dir.

Emre Türker

10 Ocak 2010

The Lovely Bones (2009)

Türkçe Adı: Cennetimden Bakarken
Tür: Polisiye / Dram / Fantastik / Gerilim
Yönetmen: Peter Jackson
Süre: 135 dakika
Oyuncular: Saoirse Ronan, Mark Wahlberg, Rachel Weisz, Stanley Tucci, Susan Sarandon, Amanda Michalka, Jake Abel, Rose McIver, Michael Imperioli, Nikki SooHoo, Reece Ritchie, Thomas McCarthy, Andrew James Allen, Carolyn Dando, Anna George, Charlie Saxton, Christian Thomas Ashdale, Robyn Malcolm, Stink Fisher, Stefania Owen, Steven Moreti, Tina Graham

“6 Aralık 1973'te öldürüldüğümde 14 yaşındaydım.”

Bir sapık tarafından öldürülen Susie (Saoirse Ronan), daha ergenliğini bile yaşayamamıştı. Ailesinin beklentileri, yaşayamadıklarına karşı özlem ve cinayetinin ipuçları, Susie’yi cennet ile dünya arasında bir yerde tutar. Artık yapması gereken tek şey, dünyadan kopmaktır.

Alice Sebold’un aynı adlı romanından uyarlanan film, fantastik havada geçen bir çeşit polisiye olarak tanımlanabilir. Kitap, Türkçeye de çevrilmiştir.

Emre Türker

Picture: impawards

09 Ocak 2010

Zihinsel Kurulum


Hayatın bir problem olduğu düşünülürse, her geçen gün daha fazla soru çözüyoruz. Doğru kalıpları benimsiyor, yanlış bulduklarımızdan ise uzaklaşıyoruz. Her yeni problemde, daha önce karşımıza çıkmış benzer sonuçları hatırlıyoruz. Fakat bu çözüm ezberleri rutine dönüştükçe, keşif yeteneğimiz azalıyor.

Labirent düşünün. Çocukların en sevdiği bulmaca türlerinden biridir. Çocukluğumda, labirent çözmekten çok, labirent yapmaktan hoşlanırdım. Üretmek, halen en sevdiğim hayal noktamdır. Genel anlamda soru oluşturmak istemeyiz. Soru vardır ve çözmek gerekir. Oysa soru oluşturma fikri, olasılık kavramınızı ve çıkış noktanızı geliştirir. Hayatınızın günlük rutin dönemi, labirente benzer. Evden çıkışınız, üzerinden geçtiğiniz yollar, varmak istenen yer ve geri dönüş. Fakat aynı yollar sizi köreltecektir. Farklı yollardan gitmek, yol üstündeki görmediklerinizi keşfetmek, yani her yeni ve farklı bakış açısı, size yeni bir labirent bulmacası sağlar. Bu da, heyecanınızı ayakta tutmaya yardım edecektir.

Problemleri tek noktadan kurgulamak, sabit bakış açısı ve ezberlenmiş çözümler, zihinsel kurulum olarak ifade edilir. Birbirine benzer problemlerin çözümünde, farklı teknikler araştırmadan, eldeki verilerle hareket edersiniz. Örneğin, okulda bir öğretmenin öğrencilerine öğrettiği formülün ardından soracağı soruda, herkes klasik formülle çözüme konsantre olur. Her benzer soruda, zihin belli formülleri anımsar. Tanıdık bir hikâye vardır. “Matematik dersi içinde başka şeyler hayal eden öğrenci, tahtadaki işlemi ödev sanarak defterine yazar. Dersi dinlemediğinden soruyu çözemediğini düşünmektedir. Fakat öğretmeninden korktuğu için sabaha kadar aynı problem üzerinde yoğunlaşır ve sonunda sonucu bulur. Sabah erkenden çözümü öğretmenine gösterir. Öğretmen şaşkındır. Çünkü öğrenci, çözümsüz örnek sorulardan birini çözüme ulaştırmıştır.” İşte bu kıssadan hisse, imkânsızlık ve standart düşünce kalıbından çıkmaya, yani zihinsel kurulumdan uzaklaşmaya örnektir.

Şimdi konuda anlatılanları iyice düşünün. Sonra resimdeki şekle göz atın. Bu şekil, “dokuz nokta” ya da “9 doğru 4 çizgi” problemi olarak bilinir.

Soru şu:
— Dört çizgi çizilecek.
— Başladığınız noktadan itibaren çizgiler birbirine takip edecek. Yani ikinci çizgi, birinci çizdiğiniz çizginin sonundan başlayacak (Klasik düşünceyle, çizgi çizilirken el kalkmayacak)

Bu kurallara uyarak, 9 noktayı dört çizgiyle birleştirin.
Not: Standart bakış açısıyla çözüm zor. Biraz geniş düşünün.

Çözüm için TIKLAYIN.

Özellikle okul öncesi çocukları, zihinsel kurulumlardan uzaktır. Bir şey sorduğunuzda hiç beklemediğiniz cevaplarla karşılaşabilirsiniz. Bu nedenle, bilişsel kavramlarda önem kazanan yaratıcılığın gelişimi için, heyecan ve keşfetme adına çocukların gözlenmesi tavsiye edilmektedir.

Emre Türker